‘Koksaki virüs A16’ ve ‘enterovirüs 71’ olarak adlandırılan iki virüsün bulaşmasıyla meydana gelen el ayak ağız hastalığı, yetişkinleri de etkileyebilmekle birlikte özellikle küçük çocuklar arasında yayılıyor.‘DAHA ÇOK 10 YAŞ ALTI ÇOCUKLARI HEDEF ALIYOR’Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğum Çocuk Hastalıkları Uzmanı Dr. Ülkü Tıraş, “El ayak ağız hastalığı; kızamık, kızamıkçık ve kabakulak gibi çocukluk çağı aşılarının yapıldığı toplumlarda en sık görülen döküntü hastalıklarının başında geliyor. Son zamanlarda sıkça karşılaşmaya başladık. Çünkü bu hastalık özellikle ilkbahar ve yaz aylarında salgınlara neden olur. Bu nedenle bu mevsim hastalık görülme sıklığının arttığı bir dönem. Fakat bu yıl sayı biraz daha arttı” dedi.Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Hülya Kuşoğlu ise el ayak ağız hastalığının 10 yaş altı çocuklarda sık görüldüğünü ve bulaşıcı olduğunu hatırlatarak, “Bu viral hastalık ülkemizde her zaman karşımıza çıkan ve pandemi gibi bir durum yaratması beklenmeyen enfeksiyonlardan biri. Yaz aylarında daha sık görüldüğü için bu günlerde karşımıza daha fazla çıkmaya başladı” ifadelerini kullandı. BELİRTİLERİ NELER?Dr. Ülkü Tıraş, hastalığın halsizlik, ateş ve lenf bezlerinde büyüme şeklinde ortaya çıktığını vurgulayarak “Bu klinik bulguları takiben ağız içinde, el ve ayakların sırt bölümünde küçük kırmızı ve içi su dolu kesecikler halinde döküntülerle kendini gösterir. Dil içinde damak ve diş etlerinde döküntü olmaz ama ağız içinde ülser lezyonlar şeklinde bulunur. Ağız içindeki ve derideki döküntüler ağrılıdır. Döküntüler ortaya çıktıktan sonra da ateş düşer” dedi.‘SU ÇİÇEĞİ İLE KARIŞTIRILIYOR’“Döküntünün karakteristik özelliği ise ellerde, ayaklarda oluşması ve genellikle de kabarık ve içinin sıvı dolu olması” diyen Dr. Öğr. Üyesi Hülya Kuşoğlu, “Bu nedenle hastalık, kimi zaman suçiçeği ile de karıştırılıyor” dedi ve ekledi:“El ayak hastalığı, daha çok çocuk yaş grubunu etkilese de ev içinde anne ve baba gibi çevresindeki erişkinlere de bulaşarak benzer şekilde ağız içi yaralar yapar. Ayrıca el ve ayaklarda ağrılı yaralara yol açan enfeksiyonu erişkinler de geçirebilir.” ‘DÖKÜNTÜLER ÇIKMADAN ÖNCE BULAŞTIRICILIK İKİ GÜN ÖNCE BAŞLIYOR’“Hastalık damlacık enfeksiyonuyla bulaşıyor” diyen Dr. Öğr. Üyesi Hülya Kuşoğlu, “Hasta kişinin hapşırması ve öksürmesiyle, tükürükle, lezyonların olduğu deriye yakın temasla ve idrar-dışkı yoluyla bulaşabiliyor” dedi.Dr. Ülkü Tıraş ise hasta kişiyle aynı ortamda olmanın bile bulaşıcılık faktörü olabileceğini belirterek, “Kuluçka süresi dört gün, döküntüler çıkmadan önce de bulaştırıcılık iki gün önce başlıyor” ifadelerini kullandı. HASTALIKTAN KORUNMANIN EN ETKİLİ YÖNTEMİ NEDİR?Bu konuda dikkat edilmesi gereken en önemli unsurun hijyen olduğunu söyleyen Dr. Öğr. Üyesi Hülya Kuşoğlu, “Ellerin sık sık yıkanması, kirli ellerin ağıza ve yüze sürülmemesi çok büyük önem taşır. Gerekli hijyen ve temizlik kurallarına uyulması durumunda El Ayak Ağız Hastalığı riski azalır. Eğer çocuk hasta olduysa lezyonlar kuruyuncaya kadar kreşe ya da kursa gönderilmemeli” dedi.Hastalığa dair güvensiz alanlara değinen Dr. Ülkü Tıraş, “Çocukların ortak kullanım alanlarında ekstra özenli olmak son derece önemlidir. Özellikle oyun yerleri, parklar ve havuz benzeri alanlar bulaşıcılık için riskli” ifadelerini kullandı. NASIL BİR TEDAVİ UYGULANIYOR?Bu noktada akla gelen en önemli soru nasıl bir tedavi yöntemi uygulandığı…Bu soruma Dr. Ülkü Tıraş, “Hastalığın özel bir tedavisi yok” yanıtını verdi ve şu önemli bilgilerin altını çizdi:“Oluşan yaralar kendiliğinden iyileşir. Kabuklanana dek bulaştırıcılığı devam eder. Fakat ağır seyreden formları komplikasyonlara yol açabilir. Özel tedavi gerektiren komplikasyonlara örnek olarak beyin tutulumu, nörolojik tutulum, akciğerde sıvı toplanması ve akciğer kanamaları verilebilir. Bu gibi özel ve ağır klinik bulgularda komplikasyona yönelik spesifik tedavi yapılması gerekebilir.”
Yapay zeka teknolojisi, son yıllarda ‘gerçeğin’ ne olduğu konusundaki algıları ve yargıları da değiştirmeye başladı.Geçtiğimiz yıllarda sık sık dolandırıcılık olaylarıyla bağlantılı olarak gündeme gelen DeepFake uygulamasının yanına şimdi de yapay zeka destekli ses klonlama ve değiştirme uygulamaları eklendi.Dolandırıcılar, bu uygulamalar yardımıyla hedeflerine aldıkları kişilerin konuşmalarını taklit ederek yakınlarından para istiyor. Son zamanlarda yaygınlaşan bu dolandırıcılık yönteminde sadece birkaç cümlelik bir ses örneği, kişinin konuşmasını klonlayıp kötü amaçlar için kullanmaya yetiyor.YAŞLI ÇİFTİ HEDEF ALDILARGeçtiğimiz günlerde Kanada'da yaşanan ve The Washington Post'un aktardığı bir olay durumun ciddiyetini gözler önüne serdi. Dolandırıcılar, 73 yaşındaki Ruth Card ve 75 yaşındaki eşi Greg Grace’i torunları Brandon’ın sesini kullanarak aradı. Brandon gibi konuşan yapay zeka, yaşlı çifte torunlarının hapiste olduğunu ve kefalet için nakit paraya ihtiyaç duyduğunu söyledi. Bunu duyan Card ve Grace soluğu en yakın banka şubesinde aldı ve günlük maksimum miktar olan 3 bin Kanada dolarını çekti.Ancak daha fazla paraya ihtiyaçları olduğundan çiftin başka bir bankaya daha gitmesi gerekti. Bu ikinci bankanın müdürü duruma müdahale edip, “Bir müşterimiz daha benzer bir telefon almış ve asla şüphe uyandırmayacak kadar gerçekçi olan sesin sahte olduğunu öğrenmiş” dediğinde, yaşlı çift dolandırıcılık kurbanı olmak üzere olduklarını fark etti.Ruth Card, Washington Post'a yaptığı açıklamada, “Kendimizi kaptırmıştık. Hiçbir şekilde şüphelenmedik. Brandon'la konuştuğumuza ikna olmuştuk" ifadelerini kullandı.Card ve eşinin başına gelenler endişe verici bir eğilimin göstergesi olarak yorumlanıyor. Uzmanlar ise ABD’de kolluk kuvvetleriyle mahkemelerin gelişen bu olayları kontrol altına almak için yeterli donanıma sahip olmadığına ve polisin dünyanın dört bir yanında faaliyet gösteren dolandırıcılardan gelen aramaları takip etmesinin zor olduğuna dikkat çekiyor.Berkeley'deki California Üniversitesi'nde dijital adli tıp profesörü olan Hany Farid, "dehşet verici" ve "korkutucu" olarak nitelendirdiği bu gelişmelerle ilgili olarak, "Yapay Zeka ile ses üreten yazılım; yaş, cinsiyet ve aksan dâhil olmak üzere bir kişinin sesini benzersiz kılan şeyleri analiz ediyor ve benzer sesleri bulmak için geniş bir ses veri tabanında arama yapıyor" ifadelerini kullandı.‘SOSYAL MEDYA HAREKETLERİYLE TEMEL BİR KARAKTER ANALİZİ OLUŞTURULABİLİYOR’Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğum Siber Güvenlik Uzmanı Osman Demircan, “Böylesi bir dolandırıcılığı gerçekleştirmek için öncelikle çok iyi bir senaryo gerekiyor. Bu senaryonun gerçekleştirilebilmesi için ise hedefte olan kişinin biraz olsun tanınması lazım. Sesi taklit edilecek kişi hakkında da biraz fikir sahibi olunması şart” dedi.Bununla birlikte Demircan, dolandırıcıların hedef aldıkları kişiler hakkında bilgi toplamakta zorlanmadıklarının da altını çizerek şu uyarıları yaptı:“Bu konuda sosyal medya oldukça tehlikeli… Çünkü sosyal medya hareketleriyle basit bir şekilde temel bir karakter analizi oluşturulabiliyor. Sonrasında 'Hangi saatte nerelere gidiliyor? Aralarındaki ilişki nasıl? Birbirleriyle diyalogları nasıl gelişiyor?' gibi fikir yürütülebiliyor. Bu bilinmezler çözüldükten sonra senaryo işleme konuyor. 'Başım dertte, acil paraya ihtiyacım var' ya da 'Telefonla bankacılık işlemi yapmak istiyorum' gibi farklı şekillerle dolandırıcılık gerçekleşiyor.”SOSYAL MEDYADA VİDEO PAYLAŞIRKEN DİKKAT!Kurgulanan senaryonun çalışması için en önemli konunun kişilerin aralarındaki diyalog olduğuna vurgu yapan Demircan, “Sosyal medyada bu iki kişinin diyaloglarının olduğu videolardan bile bir sonuç çıkartılıp karaktere yüklenebilir. Bundan sonrası için iyi bir oyunculuk gerek. Sonunda da benzersiz bir dolandırıcılık ortaya çıkıyor” dedi.UYANIK OLMAK GEREKİYOR: ÇEVRİMİÇİ TOPLANTILARDA VE KAFELERDE SESİNİZİ KAYDEDEBİLİRLER!Ortam dinlemesine de çok dikkat edilmesi gerektiğini vurgulayan Demircan, “Katıldığımız çevrimiçi toplantılarda sesimizi kullanıyoruz. En uç örnek ise şu: Eğer hedefseniz ve bir kafede arkadaşlarınızla konuşuyorsanız sesiniz yan masada kaydedilebilir. Bunun önüne geçilemeyecek. Bize düşen uyanık olmak ve bu tarz risklerin olduğunu bilerek hareket etmek” dedi.‘KİMLİK VE TELEFON NUMARASI BİLİNEN KİŞİLER RİSK ALTINDA’Osman Demircan, “Yakın zamanda yaygınlaşacağını düşündüğüm konu; GSM operatörlerinin çağrı merkezleri aranarak telefon yönlendirme işlemlerinin gerçekleştirilmesi” dedi ve ekledi:“Telefonu yönlendirmek demek hem arama hem de mesajları yönlendirmek demek. SMS doğrulaması bankacılık sisteminde de kullanılıyor. Özellikle kimlik numarası ve telefon numarası bilinen kişiler risk altındalar. Maalesef bu bilgileri her yerde de paylaşıyoruz. SMS’i yönlendirilen bir numaranın sahibinin kimlik numarası da biliniyorsa bankacılık uygulaması herhangi bir yerde çalıştırılabilir. Bu da tüm hesabın boşaltılması anlamına gelir. Daha da kötüsü hızlı kredi başvurularıyla kişi borçlanabilir. Tüm dünyayı bekleyen en yakın ses taklidi tehdidi şu an bu.”
Hem çalışanlar hem de öğrenciler için farklı işlevsel özelliklere sahip olan Office programlarını birçok alanda kullanılıyor. Word, Excel ve PowerPoint en çok tercih edilen programlar olsa da bunları Microsoft Teams, OneDrive, Outlook ve OneNote takip ediyor. Kendi içlerinde farklı özelliklere sahip bu programlar, işlerimizde kolaylık sağlasalar da (dikkat edilmediği takdirde) siber korsanların saldırılarıyla büyük bir tehlikeye dönüşebiliyor.Yapılan yeni bir araştırmaya göre Microsoft Office programları özelinde uzaktan kod çalıştırmayı tetikleyebilen bir açık keşfedildi ve söz konusu güvenlik açığının toplamda 550 binden fazla kullanıcıya saldırmak için istismar edildiği belirtildi. Ayrıca son dönemde Türkiye’de Microsoft Office programları üzerinde saldırıya uğrayan kullanıcı sayısının da yüzde 17 arttığı duyuruldu.CİHAZINIZ ‘ZOMBİ CİHAZA’ DÖNÜŞEBİLİR, RUHUNUZ DUYMAZKonuyla ilgili görüşlerine başvurduğum Siber Güvenlik Uzmanı Osman Demircan, “En son tespit edilen uzaktan kod çalıştırmayı tetikleyebilen bir açık. Saldırgan uzaktan çalıştırılan bir kodla kötü niyetli yazılımın yüklenmesini sağlayabiliyor. Bu şekilde bilgisayarın kontrolü saldırganın eline geçiyor” dedi ve şöyle devam etti:“Bu tarz bir erişimle bilgisayarın bir zombi cihaza dönüştürülmesi çok basit. Zombi bilgisayara dönüştürülen cihaz, aslında kullanıcı tarafından gayet sağlıklı bir şekilde kullanılırken, çok sayıda cihazın dâhil olduğu hacker saldırılarının bir parçası olabiliyor.”KRİTİK BİLGİLER DE ÇALINABİLİRESET Türkiye İstanbul Teknik Müdürü Gürcan Şen ise “Saldırı amaçları farklılık gösterebiliyor. Kimi saldırganlar bu tür güvenlik açıklarını casusluk faaliyeti için kullanırken kimileri de fidye yazılımları kullanarak verileri şifrelemek ve karşılığında para elde etmek için kullanıyorlar. Örneğin; ‘Muddy Water’ adı verilen, ilk olarak 2017 yılında tespit edilen saldırı, casusluk amacı taşıyordu ve kritik devlet kurumları hedefleniyordu. Bu saldırıda istismara uğratılan güvenlik açığı yine Office uygulamasına aitti” ifadelerini kullandı.Bu noktada ‘Bir saldırıya uğradığımızı nasıl anlarız?’, ‘Office üzerinden gerçekleşecek ne gibi tehlikelerle karşı karşıya kalabiliriz?’ gibi cevaplanmayı bekleyen pek çok soru bulunuyor.ZARARLI KODLAR BİR TANIDIĞINIZDAN GELİYORMUŞ GİBİ SİZE ULAŞIYOR’1-) Siber korsanların Office üzerinden kullanıcı bilgilerini ele geçirmede en sık kullandıkları yöntem nedir?Osman Demircan: En sık kullanılan yöntem, keşfedilen açıktan yararlanarak bilgisayarlara uzaktan zararlı yazılımın yüklenmesi için gerekli yolun açılması şeklinde gerçekleşiyor. İçerisinde tetikleyici zararlı kodun bulunduğu ofis dokümanının kullanıcı tarafından çalıştırılmasının sağlanması hedefleniyor. Bu dokümanlar bir tanıdığınızdan geliyormuş gibi gösteriliyor. Örneğin, şirket yöneticiniz ya da yakın bir arkadaşınız… Sorgusuz sualsiz sırf ismini tanıdığınız için gelen dosyayı açarsanız tuzağın içerisine çekilmiş oluyorsunuz.SALDIRIYA UĞRADIĞIMIZI ANLAYABİLİR MİYİZ?2-) Kurumlar ve kullanıcıların Office üzerinden bir saldırıya uğradığını ya da bilgilerinin ele geçirilmeye çalışıldığını anlaması mümkün mü? Bunun farkına varmak için belli ipuçları var mı?Osman Demircan: Henüz keşfedilmemiş bir açık sadece saldırganlar tarafından biliniyorsa erişim sağlanan kullanıcı maalesef anlayamayacaktır. Sezgisel çalışan antivirüs programları zararlı yazılıma sahip tetikleyici ofis dosyası çalıştığında izinsiz açılan bağlantıları kapatır ama bu her zaman kullanıcıları korumuyor. Fakat saldırgan, dosyaların şifrelenmesi gibi doğrudan kullanıcıyı hedefleyen bir eylem gerçekleştirirse zarar görüldüğü anda anlaşılabilir. Bireysel kullanıcılar için sadece bunları söyleyebilirim.Gürcan Şen: Bu saldırılar genellikle Office dokümanlarıyla e-posta yoluyla yayılabiliyor. Bu noktada özellikle kurumlar, önce spam filtreleri kullanmalı ve kullanıcılara e-postalar henüz ulaşmadan engellemenin yoluna gitmeliler. Aynı zamanda sunucu ve bilgisayarlarda güvenlik ürünü kullanılmalı. Bunun dışında yaygın saldırılarla ilgili bulgular güvenlik üreticileri tarafından yayınlanıyor. Bu bulgular üzerinden, sistemde alınması gereken önlemlerin belirlenmesi gerekiyor. Ayrıca bu bulgular doğrultusunda, ilgili güvenlik ürünleri kullanılarak sistemde saldırılara maruz kalmış bilgisayarların tespiti de mümkün.ÇOĞUNLUKLA BAŞARILI OLUYORLAR3-) Kullanıcılar ve kurumlar, Office üzerinden gerçekleşecek ne gibi tehlikelerle karşı karşıya kalabilir? Bunlar kişi ve kurumlara nasıl zararlar verebilir?Gürcan Şen: Konusu Office uygulamaları olan saldırıları iki farklı şekilde ele alabiliriz. Birincisi Office uygulamalarının güvenlik açıklarını kullanan saldırılar. Burada güvenlik zafiyetini istismar etmesi için yine zararlı Word ve Excel dokümanları kullanılabilir. İkincisi ise, herhangi bir Office uygulaması zafiyetine ihtiyaç duymadan zarar verebilecek şekilde tasarlanmış, e-posta yoluyla iletilen zararlı Word ve Excel dokümanları.Osman Demircan: Kurumlarda en sık karşılaşılan dosyaların şifrelenmesi ve fidye istenmesi şeklinde gerçekleşiyor. Bunların yanında sızılan sistem içerisinde zafiyet yaratılarak farklı siber saldırılarda ağların kullanılması da riskler arasında. Bunların yanında iç ağa sızmayı başaran saldırgan mail sunucusunu kendi içerisinde tutan firmaların mail sistemi üzerinden dolandırıcılık faaliyeti sürdürebiliyor.İçeri sızmayı başaran saldırgan muhasebe müdürüne sanki genel müdürden gelen bir mailmiş gibi mail göndererek “Şu IBAN numarasına en hızlı şekilde 250 bin lira gönder" ya da "Son ödemeleri xxxx IBAN numarasına yapacağız" şeklinde mailer göndererek dolandırıcılık yapmaya çalışıyor ve çoğunlukla da başarılı oluyor.'BULUT' TEKNOLOJİSİ DE YÜZDE 100 GÜVENLİ DEĞİL4-) Office’de ‘Bulut’tan çalışmak diye de bir şey var. Bu yöntem daha mı güvenli?Gürcan Şen: Office uygulamalarının buluttan kullanımı, sistemleri yönetenlerin yayınlanan güvenlik güncellemelerini bilgisayarlarda tek tek uygulamak zorunda kalmamasını sağlar. Fakat bu yüzde 100 güvenlik anlamına gelmez. Bulut ortamında da saldırganların keşfettiği ama henüz kimse tarafından bilinmeyen birtakım zafiyetler ortaya çıkabilir ve istismar edilebilir.Osman Demircan: Bu nedenle işletim sistemi kopya bir yazılımsa anti virüs ve güvenlik duvarları çalışmıyorsa ya da güvensiz bir Wi-Fi ağında kullanılıyorsa Bulut da çok güvenli olmaz.KOPYA YAZILIM KULLANANLAR BÜYÜK TEHLİKE ALTINDA!5-) Orijinal Office programları dışında bir de kopya yazılımlar mevcut ki çok fazla da tercih ediliyor. Bu durum nasıl tehlikeler barındırıyor?Osman Demircan: İnternet üzerinde bulunan ücretsiz ve şifresiz çalıştığı iddia edilen, herkesin indirmesine açık durumda olan Office yazılımlarının tamamında çok farklı zafiyetler bulunuyor. Sözde bedava Office uygulaması bilgisayara kurulduğu ve kurulan bilgisayar internete bağlandığı an itibariyle saldırganların içeri girmesi sadece an meselesi.Birde diğer uygulamalar da kaçak yollarla kurulduysa ve işletim sistemi de illegalse bilgisayar üzerinde bulunan tüm veriler tamamen kötü niyetli kişilerin eline geçmiş oluyor. Bilgisayarınızda canları ne yapmak isterse onu yapabilecekleri bir şekilde dolaşabiliyorlar. Başta bankacılık işlemleri ve sosyal medya hesapları olmak üzere özel ve gizli olması gereken her şey artık onlarında kontrolüne geçmiş oluyor. Mikrofona erişim ile ortam dinlemesi ya da kameraya erişimle görüntü alınması da cabası…
Gezegenimiz birbirinden güzel binlerce bitki ile çevrili ama bu bitkilerin hepsi göründükleri kadar masum değil. Bazıları herhangi bir temas halinde, insan ya da hayvanların hayatını tehlikeye atacak kadar ciddi rahatsızlıklara neden olabiliyor.Geçtiğimiz günlerde New York Post’ta yer alan bir Haber de bu tehlikeli durumu bir kez daha gözler önüne serdi.İngiltere’de yaşayan 28 yaşındaki Tina Sabine, köpeklerini yürüyüşe çıkardığı sırada farkında olmadan 'dev domuz otu' bitkisine dokundu. Ellerinin ve yüzünün şişmesiyle tanınmayacak hale gelen Sabine, yaptığı açıklamada “Elim ve yüzüm çok korkunç görünüyordu, kıpkırmızı olmuştu. Hatta hastanede birinin elime asit döküp dökmediğini sordular” dedi. Genç kadın aylarca hareket etmekte zorlandığını da söyledi.Uzmanlar bu olayların hatta ölümcül vakaların, bitki türü sayısı açısından oldukça zengin olan ülkemizde de yaşanabileceğinin altını çiziyor. Çünkü Avrupa’da 13 bin civarında bitki türü bulunurken sadece Türkiye sınırları içinde 9 bin 200’ün üzerinde bitki türü var. Üstelik böylesine zengin bir floraya sahip olan ülkemizde kent parklarında da aynı durum söz konusu.* Peki yaşam alanlarımızdaki Zararlı Bitkiler neler? * Daha çok nerelerde bulunuyorlar? * Hangi sağlık sorunlarına neden oluyorlar?Bunun gibi pek çok soruya Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Botanik Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Fatih Satıl ile cevap aradık.DEV DOMUZ OTU ÜLKEMİZDE BULUNUYOR MU?Bitki anatomisi üzerine çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Fatih Satıl’a Sabine'in yaşadıklarından hareketle öncelikle ‘Dev Domuz Otu Bitkisi ülkemizde de bulunuyor mu?’ diye sordum. Bu türün ciddi bir istilacı olduğunu, Türkiye’de bulunmadığını ama hemen hemen aynı görüntü ve zarara sahip olan yakın akrabalarının ülkemizde de yaşadığını belirten Prof. Dr. Satıl şöyle devam etti:“Bu bitki, İngiltere’de ve yayılış gösterdiği diğer Avrupa ülkelerinde en tehlikeli bitkiler arasında yer alıyor. Avrasya'nın Batı Kafkasya bölgesine özgü. Yani Güneybatı Asya’dan Hazar Denizi arasında uzanan Kafkas Dağları’nda doğal olarak yetişiyor. 19'uncu yüzyılda süs bitkisi olarak İngiltere'ye tanıtılmış. Daha sonra Batı Avrupa, ABD ve Kanada'daki diğer bölgelere yayılmış. Ciddi bir istilacı tür ama Türkiye’de bulunmuyor. Fakat bitkinin hemen hemen aynı fiziki görüntüye ve zarara sahip olan yakın akrabalarından ülkemizde bulunuyor.”“Halk arasında dev domuz otu olarak bilinen bitki; maydanozgiller (Apiaceae) ailesinden yıllık otsu bir tür olan ‘Heracleum mantegazzianum’dur” diyen Prof. Dr. Satıl, “3-5 metre büyüklüğünde olan bitkinin 1,5 metre genişliğe ulaşabilen yeşil pürüzlü yaprakları oldukça dikkat çekicidir. Şemsiye şeklindeki salkımlarındaki çiçekler, beyaz ya da yeşilimsi renktedir. Dev domuz otunu tanımanın en kolay yolu, gövdesindeki koyu mor-kırmızı lekeler ve ince beyaz tüyler. Bitki sapları ciltle temas ettiğinde, ciddi yanıklara neden olur. Cilde temas eden bölge hemen yumuşak sabun ve soğuk su ile yıkanmalıdır” ifadelerini kullandı. TÜRKİYE’DEKİ HANGİ BİTKİLER TEHLİKELİ?Türkiye’de azımsanamayacak çoklukta zehirli bitki olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Satıl, adi porsuk (Taxus baccata), incir (Ficus carica), Hint yağı (Ricinus communis) ve at kestanesi (Aesculus hippocastanum) bitkilerine çok dikkat edilmesi gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Satıl, bu dört bitkiyle ilgili şu önemli bilgilerin altını çizdi:-- Adi porsuk bitkisi, kırmızı renkli meyveleri ve içerdiği kimyasallar nedeniyle oldukça zehirlidir. Bu nedenle özellikle çocuk oyun alanları yakınlarında kullanılması sakıncalıdır. Bu bitkinin meyvesini yiyen kişilerde öncelikle kol ve bacak kasılmaları görülür. Hatta ölüm vakası da kayıtlara geçmiştir. Türkiye’nin çok soğuk olmayan bölgelerinde yayılış gösteren her dem yeşil bir bitkidir. Genellikle resmi binaların girişlerinde peyzaj düzenlemelerinde kullanılır. -- İncir, ülkemizde yaygın bir meyve ağacıdır. Özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerinde yaygın şekilde üretimi yapılır. Bitki zehirli değil ancak yapraklarını ve meyvelerini kopardığımızda kopan bölgeden çıkan süt benzeri öz suyu cilde acı veren tahrişlere neden olabilir.-- Hint yağı da dekoratif amaçlı olarak Akdeniz ikliminin hâkim olduğu bölgelerin park ve bahçelerinde kullanılıyor. Kızıl ve parçalı yapraklarıyla estetik bir görüntüsü var. ‘Risin’ adı verilen zehirli kimyasal, bitkinin tamamında bulunmakla beraber, tohumlarında yoğunlaşır. Tek bir tohum, insanı iki gün içinde öldürmeye yeter. İlk semptomlar birkaç saat içinde kendini gösterir. Boğazda yanma hissini mide bulantısı takip eder ve sindirim sistemi tamamen alt üst olur. Zehirlenme başladıktan sonra durdurmak imkânsızdır ve dehidrasyon nedeniyle ölüm gerçekleşir. -- At kestanesi ise Türkiye’deki kent parklarında sıklıkla kullanılan bir dekoratif ağaç türüdür. Meyvelerinin yenmesi zehirlenmelere yol açabilir. Hatta İngiltere’de meyvelerinden yiyen küçük bir çocukta ölüm vakası kaydedildi. Ölüm genellikle ateşin yükselmesiyle gerçekleşir. GÜZELAVRAT, BALDIRAN VE ŞİMŞİR BİTKİLERİNE DİKKAT!Bu dört bitki dışında güzelavrat otu (Atropa belladonna), baldıran otu (Conium maculatum) ve şimşir (Buxus sempervirens) bitkilerinin de zararlı olduğunu söyleyen Prof. Dr. Satıl, “Bu bitkiler şehirlerin parklarında karşımıza çıkabilen zehirli bitkiler” dedi. Prof. Dr. Satıl, şöyle devam etti: -- Güzelavrat otu, oldukça tehlikeli bir bitki. Bitkinin tüm kısımları (kökleri, gövdesi, çiçekleri, tohumları, yaprakları ve meyveleri) zehirli. Bu bitkiden kaynaklanan zehirlenmenin belirtileri arasında gözbebeklerinin büyümesi, ışığa duyarlılık, bulanık görme, kalp atışlarının hızlanması, denge kaybı, sendeleme, baş ağrısı, ciltte kızarıklık, şiddetli ağız ve boğaz kuruluğu, konuşma bozukluğu, idrar yapamama, kabızlık, kafa karışıklığı ve halüsinasyonlar bulunuyor. -- Boyu 1,5-3 metre olabilen baldıran otu da farklı ortamlarda yaşayabilen dayanıklı bir tür. Yabani havuç, yabani frenk maydanozu ve maydanoz gibi bitkilerle karıştırılabilir. Baldıran otunun tüm kısımları zehirlidir. Baldıran otundaki zehirli alkaloidler solunum kaslarına ve böbreklere zarar verir. Yanan bir baldıran otunun dumanının solunması ölümcül olabilir. -- Şimşir ise ülkemizde park ve bahçelerde bordür bitkisi olarak sıklıkla kullanılıyor. Yaprakları zehirlidir. Yapraklarını yemek ölümcül olmasa da sonuçları ağır olabilir. ‘ZAKKUM HEM ÇOK GÜZEL HEM DE ÖLÜMCÜL DERECEDE ZEHİRLİ’Yaz sezonunda Marmara, Ege ve Akdeniz kıyıları çok sayıda yerli turist ağırlıyor. Özellikle bu kıyılarımızda zakkum bitkisine çok fazla rastlanıyor. Peki, zakkum zararlı bir bitki mi?Prof. Dr. Fatih Satıl, “Zakkum (Nerium oleander) hem çok güzel hem de ölümcül derecede zehirli bir çiçekli bitkidir” cevabını verdi ve ekledi:“Zakkum kıyılar dışında park ve bahçe peyzajlarında sıklıkla kullanılan bir süs bitkisi. Pembe ve beyaz çiçekleri ile özellikle sahil yerleşimlerinin sokaklarını süsler. Fakat bitkinin özsuyu ve yaprakları cilt ile gözleri tahriş eder. Dumanını solumak tehlikeli olduğundan kuruyan dal ve yaprakların yakılmaması da tavsiye edilir. Zehirlenmeler ise genelde yaprakların yenmesiyle gerçekleşir. Zakkum zehirlenmesi; mide bulantısı, kusma, karın ağrısı gibi gastrointestinal ve kalp aritmisi, kalp çarpıntısı ve erken ventriküler kasılmalar gibi kardiyak etkiler ortaya çıkar. İçerdiği toksinler ayrıca merkezi sinir sistemini de etkileyebilir. Uyuşukluğa, titremelere, kasılmalara, nöbetlere, felce ve ölümcül komaya neden olabilir.” ‘ORMAN SARMAŞIĞI VE AK SÖĞÜT DE TEHLİKELİ! ANADOLU'NUN HER YERİNDE BULUNUYOR'Anadolu’nun her yerinde bulunan orman sarmaşığı (Hedera helix) ile ak söğüt (Salix alba) bitkilerinin de tehlikeli sınıfta yer aldığını söyleyen Prof. Dr. Satıl, “Bu iki türe Anadolu’da çok rastlanır. Orman sarmaşığı, kent parklarında sıklıkla duvarlara sardırılır ya da yer örtücü olarak kullanılır. Meyveleri ve öz suyu zehirlidir. Ak söğüt ise Anadolu’da dere kenarlarında yaygındır. Kan sulandırıcı yapımında kullanılan salisilik asit bu bitkide bolca bulunur. Fakat oranının tutturulamaması halinde mide kanamasına yol açabilir” ifadelerini kullandı. ‘MAYDANOZ VEYA HAVUCA BENZER BİTKİLERDEN UZAK DURMAK GEREKİYOR’Tüm bu bilgiler ışığında akla gelen en önemli soru şu: ‘Bir bitkinin zehirli olup olmadığını anlamak mümkün mü?’ Prof. Dr. Satıl, “Genel olarak zehirli bitkileri tek bir çatıda, belirli özellikler etrafında toplamak mümkün olmasa da bazı Bitkiler için çok genel bazı yöntemler mevcut” dedi ve ekledi:ler“Örneğin maydanoz veya havuca benzer bitkilerden uzak durmak gerekir. Çünkü bu bitkilere benzer çok sayıda zehirli bitki vardır. Zehirli olup olmadığını kestiremediğiniz bir bitkinin yapraklarından küçük bir parçayı yemeyi de denemeyin. Çünkü öyle bitkiler var ki çok küçük bir ısırık dahi tehlikeli sonuçlara yol açabilir. Bazı kaynaklarda yemeyi ya da toplamayı düşündüğünüz bitkinin zehirli olup olmadığını anlamak için çok kesin doğru olmasa da şu uygulamayı öneriyorlar: Bileğinizde veya dirseğinizde 15 dakika bekletin. Teniniz tahriş oluyorsa o bitkiden uzaklaşın… Fakat ben yine de bunu önermiyorum.”
Türkiye, Akdeniz’de yuvalayan iki deniz kaplumbağası türüne ev sahipliği yapıyor. Bunlardan ilki herkesin caretta caretta olarak bildiği iribaş deniz kaplumbağası. Diğeri ise denizlerimizde sık gördüğümüz ama çoğumuzun tanımadığı yeşil deniz kaplumbağası olarak bilinen chelonia mydas... Ege ve Akdeniz, bu iki tür için oldukça önemli… Burada yuva yapıp besleniyorlar ve en önemlisi de nesilleri tehlike altında…Fakat son iki yıldır deniz kaplumbağaları ısırma vakalarıyla gündeme geliyor. Özellikle geçtiğimiz yıl Bodrum’un Orak Adası’nda gerçekleşen olay gündeme gelmişti. Altı kişi caretta carettaların saldırısına uğramıştı. Yakın zamanda da Muğla, Mersin ve Antalya’da da benzer olaylar gündeme geldi. En son ise Fethiye’de Göcek sahilinde denize giren bir vatandaşı, caretta caretta bacağından ısırdı.Yıllardır sahil kasabalarında kaplumbağalarla iç içe yaşayıp böyle sorun yaşamayanlar, son yıllarda ısırma haberleriyle tedirgin olmaya başladı. Bu tedirginliğin içinde kaplumbağalar için endişelenenler, kendi sağlığı için endişe eden tatilciler ve turizmin olumsuz etkilenmesinden korkan turizmciler de yer alıyor.* Peki Caretta carettalar neden ısırma eylemini son yıllarda şiddetlendirdi? * İnsanların caretta carettaların bu denli agresifleşmesinde rolü var mı? * Deniz kaplumbağalarının bulunduğu bölgelerde nelere dikkat edilmeli?Pamukkale Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi ve Deniz Kaplumbağaları Araştırma, Kurtarma ve Rehabilitasyon Merkezi Başkanı Prof. Dr. Yakup Kaska ve çevre-ekoloji avukatı Arif Ali Cangı önemli bilgiler verdi. TEKNE TURLARI BUNUN ÖNÜNÜ AÇTI! ‘KAPLUMBAĞALARI ASLA ELLE BESLEMEMEMİZ GEREKİYOR’Prof. Dr. Yakup Kaska, ısırma vakalarında sadece iribaş deniz kaplumbağası olarak bilinen caretta carettaların olduğunu, yeşil deniz kaplumbağasının ısırma vakalarında rolü olmadığının altını çiziyor. Bunun da ana nedenini yeşil deniz kaplumbağası otçul, iribaş deniz kaplumbağası ise etçil olması diye açıklıyor ve ekliyor:“Bu nerede önem kazanıyor? Kaplumbağaların beslenmesinde. İribaş deniz kaplumbağasını etle, yengeçle, balıkla besleyebilirsiniz ama yeşil deniz kaplumbağası bu yiyeceklere ilgi göstermez. İribaş deniz kaplumbağasının bu özelliğini keşfedenler maalesef bunu kullanmaya başladı. Kaplumbağaları asla elle beslemememiz gerekiyor.” Prof. Dr. Yakup Kaska, kaplumbağaları görmek isteyen turistlere yönelik turların yapılmaya başlanmasının bu durumu arttırdığını söylüyor. Kaska, "Normalde insan ve tekne gördüğü zaman uzaklaşması gereken caretta carettalar, sürekli olarak o bölgede bulunmaya başladılar" diyor.“Bu hayvanlar hazır yeme alışıp, bölgelerini korumaya başladılar. Tabi bu bölgeler aynı zamanda insan kullanımının fazla olduğu, çok sayıda teknenin bulunduğu, balıkçılığın yapıldığı alanlar. Ayrıca çok sayıda Deniz Kaplumbağası bu etkiler nedeniyle yaralanıyor. Tüm bunlar hayvanlar üzerinde stres yaratıyor. Bunun üzerine, kaplumbağaları sevmek için onların üstüne giden insanları da eklediğimizde kontrolden çıkmış durum ortaya çıkıyor ve kendini koruma içgüdüsü ile kaplumbağaların ısırdığını görüyoruz.” ‘SU YÜZEYİNE ÇIKAN KAPLUMBAĞA GÖRÜNCE PANİK YAPMAYIN’Prof. Dr. Yakup Kaska, beslememek dışında yapılması gereken en önemli şeylerin başında doğaya organik de olsa hiçbir atık atılmamalı diye uyarıyor. Kaska, inorganik atıklar canlıların ölümüne ve yaralanmasına yol açarken, organik atıklar kirliliğe ve aynı zamanda deniz kaplumbağaları için pasif beslenme noktaları oluşmasına neden oluyor diye de ekliyor.“Ayrıca kaplumbağalar akciğer solunumu yaptığı için nefes almak adına deniz yüzeyine çıkmak zorundalar. Yukarıya doğru gelen bir kaplumbağa görürseniz panik yapmayın ve üstüne doğru gitmeyin. Kaplumbağa nefes alıp tekrar denize geri dalacaktır. Bu temel şeyleri yaptığımızda bize kalan, bulunduğunuz bölgeyle ilgili koruma tedbirlerine uymak ve bu kurallara saygılı şekilde tatilimizi geçirmek.”CARETTA CARETTALAR REHABİLİTE EDİLİYORBu noktada akla gelen sorulardan biri de ısırma eylemi gerçekleştiren caretta carettanın olduğu bölgede olay sonrası atılan adımların olup olmadığı? Prof. Dr. Yakup Kaska, ısırma eyleminden sonra rehabilite sürecinin olduğunu söylüyor.“Isırma eylemi gerçekleştiren caretta carettanın bilindiği durumda bir yarasının olup olmadığı kontrol ediliyor veya belli süre deniz içi kafeslerinde gözetim altında tutularak doğal beslenme süreci takip ediliyor.” ‘BİZİM ONLARLA BARIŞI BOZMAMIZ, BU TÜR OLAYLARIN YAŞANMASINA YOL AÇIYOR’Arif Ali Cangı, caretta carettaların denizde yaşayan ve sadece yumurtlamak için karaya çıkan canlılar olduğunu, insanoğlunun yerleşme ve çoğalma kapasitesi yüzünden en önemlisi de ışık kirliliği nedeniyle sayılarının azaldığını söylüyor.“Yeryüzünde doğaya, ekosisteme zarar veren neredeyse tek canlı, insan... Diğer canlılar ihtiyacı kadarını alıp, ihtiyacı olan kadar zarar verebilir. Aslında en zayıf tür olan biz insanlar, her şeye hakkımız olduğu, her şeyi yapabileceğimiz kibri içindeyiz. Doymak bilmeyen hırsımızla başka canlılara yaşama şansı vermiyoruz. Caretta carettaların agresifliğinin nedeni de bu olsa gerek… Onun yaşam alanına müdahale ederseniz, o da içgüdüsel olarak saldırıya geçer. Yani bizim onlarla barışı bozmamız bu tür olayların yaşanmasına yol açıyor.” KORUMA ALANLARININ İNSAN FAALİYETİNE KAPATILMASI GEREKİYOREn son Antalya Belek'te 62 caretta caretta yavrusunun kumsala konulan ahşap yürüme bandının altında kaldığı olayda, iki otele toplam 482 bin 790 lira idari ceza uygulandı. Yine birkaç gün önce bir vatandaş ATV türü araçla kumsala girdi ve yavru caretta carettaları ezdi. Peki nasıl oluyor da üreme kumsalında bu kadar bilinçsiz bir şekilde hareket edilebiliyor? Normalde bu alanlar işaretlenmiyor mu?Çevre ekoloji avukatı Arif Ali Cangı bu konuda Çevre Kanunu’nun 9’uncu maddesine göre koruma altına alınması gereken türlerin korunması gerekiyor diyor ama koruma bölgelerinde yeterli denetimin olmadığının altını çiziyor.“Kimi bölgeler özel koruma bölgesi ilan ediliyor. Örneğin en önemli Caretta Caretta üreme kumsalı olan İztuzu Plajı’nı da içine alan Köyceğiz-Dalyan Özel Çevre Koruma Bölgesi… Fakat kimi bölgelerde böyle bir koruma kararı yok ayrıca koruma bölgelerinde de yeterli denetim yok… Diğer yandan gündüz insanlar gece kaplumbağalar tarafından kullanımı olan yerlerde de koruma olmadığı ortaya çıkmış durumda… Gerçekten koruma isteniyorsa, tamamıyla insan faaliyetlerine kapatılması gerekiyor.”
Plastikler, içtiğimiz kahvenin bardağından marketten satın aldığımız ürün ambalajlarına kadar hayatımızın her alanında yer alıyor. Bu durum ciddi bir plastik kirliliğine neden oluyor. Araştırmalar plastik kirliliğinin bu şekilde devam etmesi halinde 2050 yılında denizlerde, balıktan çok mikroplastik olacağına işaret ediyor.Ancak işler şu an olduğu gibi giderse bu felaket senaryosu 2050'den önce de yaşanabilir çünkü deniz ve okyanuslarda mikroplastik sayısı son yılarda tahminlerin üstünde bir artış gösteriyor.Sorun bu denli büyük olunca mikroplastikleri temizlemek için pek çok araştırma yürütülüyor. Bunlardan en yeni ve ilginç olanı ise Princeton Üniversitesi’nde makine-uzay mühendisliği profesörü olan Craig Arnold ve ekibi tarafından yapıldı.Ekip önce yumurta akını oksijensiz bir ortamda dondurup kuruttu ardından 900 santigrat dereceye kadar ısıttı. Bu işlemlerin sonucunda karbon atomunun bal peteği örgülü yapılarından ‘grafen’ tabakasına benzer bir yapı ortaya çıktı. Yani saf proteinden oluşan bir filtre elde edildi. Yumurta akından elde edilen bu filtrenin denizlerdeki mikroplastikleri yüzde 98 ila 99 oranında temizlediği açıklandı. ‘FAKÜLTE TOPLANTISINDA OTURURKEN BİR ANDA AKLIMA GELDİ’Çalışmanın fakülte toplantısında otururken bir anda aklına geldiğini söyleyen Craig Arnold, "Herkes bir şeyler konuşurken oturmuş sandviçime bakıyordum. 'Bu tam da ihtiyacımız olan türden bir yapı' diye düşündüm. Laboratuvar grubundan, aradığımız aerojel yapısını yeniden oluşturup oluşturamayacaklarını görmek için karbonla karıştırılmış farklı ekmek tarifleri üretmelerini istedim. Başlangıçta hiçbiri tam olarak doğru çalışmadı, bu yüzden ekip test ettikçe malzemeleri eksiltmeye devam ettik. Sonunda sadece yumurta akı kalana kadar… Yumurta akı mikroplastiği ayrıştırmamız için gerekli maddeleri sağladı” ifadelerini kullandı. Arnold, yumurtanın büyük miktarda su arıtmada kullanılabilmesi için çalışmaların devam ettiğini, enerji depolama yeteneğinin de test edildiğini söyledi.ÇALIŞMADA YER ALAN TÜRK BİLİM İNSANI: 'ÜRETİMİ DAHA UCUZ OLACAK'Çalışmanın içinde yer alan Türk akademisyen Şehmus Özden ise “İlk testlerde marketten alınan normal yumurta aklarını kullandık. Sonra biraz daha araştırdığımızda piyasada satılan diğer benzer proteinlerin de aynı sonuçları verdiğini gördük” dedi.Princeton Üniversitesi Ulusal Bilim Vakfı tarafından desteklenen Center for Complex Materials'da araştırma görevlisi olan Özden, "Yumurta akları önce pişirilse ya da çırpılsa bile işe yarayabiliyor. Eğer yumurta akı ile bu sorun çözülebilirse malzemenin üretimi ucuz, kullanımı enerji tasarruflu ve son derece etkili olduğu için faydaları olacak. Hatta su arıtmada da sonucun çok iyi olduğunu gördük” ifadelerini kullandı. YUMURTA AKI SORUNU ÇÖZMEYE YETECEK Mİ?Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğum 'Plastik: Mucize mi Felaket mi?' kitabının yazarı Doç Dr. Sedat Gündoğdu, “Çalışma yumurta akının oksijensiz bir ortamda dondurularak kurutulduktan sonra 900 santigrat dereceye kadar ısıtıldığında ortaya çıkan ve birbirine bağlı karbon lifleri ve grafen tabakalarından oluşan yapının pozitif işlevinden bahsediyor. Elde edilen bu malzemenin deniz suyundan tuzu ve mikroplastikleri ayrıştırdığı söyleniyor. Yoksa 'Denize iki yumurta kıralım deniz temizlensin' gibi bir durum söz konusu değil” dedi. Çukurova Üniversitesi’nde plastik üzerine çalışmalarını sürdüren Doç. Dr. Gündoğdu şöyle devam etti:“Fakat mikroplastikler çok farklı çevresel alanda dağılmış durumda… Deniz dibi çamurundan tutun da su kolonuna kadar her yerde mikroplastik var. Önemli bir miktarda da sahile vurmuş durumda. Bu çalışmada yumurta akı proteini kullanılarak elde edilen yeni malzemenin deniz suyunu tuzsuzlaştırmada ve mikroplastikten arındırmada işlevsel olduğuna dair sonuçlar paylaşılıyor. Ancak bu düzeydeki bir kirliliği temizlemek için cevap bekleyen asıl önemli soru şu; ne miktarda yumurta akı ya da benzeri nitelikteki başka bir protein kaynağına ihtiyaç duyulacak?” “Laboratuvar ölçekli kıymetli bir çalışma ama bunu Mikroplastik Kirliliği meselesini çözecek bir mucize olarak sunmak biraz tehlikeli” diyen Doç. Dr. Gündoğdu “Burada başka bir sorun daha var ki o da bu malzemenin deniz suyundan mikroplastiği ayıklarken canlılara ne yaptığı... Bunun henüz cevabı yok, çalışmalar devam edecektir” ifadelerini kullandı ve ekledi:“Zaten çalışmayı yürüten araştırmacıların temel gayesi deniz suyundan içme suyu elde etme teknolojilerine katkı sağlayacak proje üretmekti. Arada mikroplastikler de arıtılınca haliyle böyle bir yönü de ortaya çıktı. Dolayısıyla tek başına anlamlı gibi görünen bu tür mikroplastik temizleme mucizeleri kaynak kesilmeden pek de anlamlı olmuyor. Ancak olur da biz denizlere gönderilen 20 milyon tona yakın plastik çöpü göndermez ve plastik üretimini de yüzde 50 azaltırsak o zaman bu tür mucizevi buluşlar anlamlı hale gelebilir.”‘YUMURTA AKININ 900 DERECEYE KADAR ISITILMASI GÖZÜMDE KOCA BİR ENERJİ HARCAMA CANAVARINI CANLANDIRIYOR’Çalışmada altı çizilen en önemli nokta geliştirilen yeni metodun, mikroplastikleri yüzde 98 ila 99 oranında temizlemesi… Bu oldukça ciddi bir oran. Neredeyse yüzde 100… Peki bu gerçekten de mümkün mü? Bu soruma Doç. Dr. Gündoğdu “Pilot ölçekte mümkün” dedi ve şu bilgileri paylaştı:-- Birçok başka yöntem daha var su arıtmasında bu oranı yakalayan. Ancak bunun doğal ekosistemlerde uygulanmasına gelince işin rengi değişiyor. Örneğin gıda krizinin tahmin edildiği bir dünyada gıda kaynaklarının bu tür amaçlar için kullanılması sakıncalı. Öncelikle bunu bilmekte fayda var. Buradaki temel bir diğer mesele ise oksijensiz bir ortamda kurutulmuş yumurta akının 900 santigrat dereceye kadar ısıtılması. Gözümde koca bir enerji harcama canavarı canlanıyor.-- Bu laboratuvar ölçekli ve oldukça pilot olan buluşun nasıl geliştirileceğine bakmak lazım. Bu şeye benziyor; 100 milyon ışık yılı uzakta yaşanabilir bir gezegen keşfetmek gibi… Keşfettik evet, çok önemli bir keşif ama gidebiliyor muyuz? Hayır. Bir de kendi gezegenimiz varken ve bunu koruyup kollamak gerekirken neden başka bir gezegene gidelim ki? Aynı şekilde mikroplastiğin kaynağını kurutmak varken neden temizlemeye enerjiyi harcamak için öncelik verelim? ‘ELLE TUTULUR BİR YÖNTEM HENÜZ YOK, TEKNİK OLARAK DA ÇOK ZOR’Doç. Dr. Sedat Gündoğdu’ya şu ana kadar yürütülen diğer filtrasyon çalışmalarının ne boyutta olduğunu da sordum. Gündoğdu, “Mikroplastiğin deniz ya da toprak, göl veya nehir ortamından uzaklaştırılmasına yarayan elle tutulur bir yöntem henüz yok. Olması da teknik olarak oldukça zor” dedi ve şöyle devam etti:-- Ancak çamaşır makinelerinin çıkış sularından, atık su arıtma tesislerinden ya da bacadan salınan mikroplastikleri önleyen yenilikçi birçok çalışma mevcut. Ayrıca yakın zamana kadar araç lastiklerinden yayılan mikroplastikleri de yakalamaya yarayan bazı girişimler var ama iş yine de gelip dolaşıp bu yaklaşımların geniş anlamda tüm herkesin erişebileceği ucuz teknolojiler haline gelip gelmediğine dayanıyor.-- Çamaşır makinesi filtresi işinde bu kısmen başarılmak üzere. Araç lastikleri için ise henüz çok erken. Atık su arıtma tesislerinde ise yüzde 99 arıtan teknolojiler var ama pahalı. Bir de bunları arıttık diyelim, arıttığımız mikroplastiği ne yapacağız kısmı da önemli bir tartışma konusu…
Tuz; vücudumuzda suyun tutulması, kas ve sinirlerin çalışması için çok önemli ve gerekli bir gıda. Besinlerin bileşiminde bulunduğu gibi göllerden, denizlerden ve kayalardan da saf olarak elde ediliyor. Elde edilen bu tuz, besinleri işleyerek saklamak ve yemeklerin lezzetini arttırmak için sofralarımızda yer alıyor. Fakat biraz fazlasını tüketmek, çok ciddi hastalıklara yol açıyor.Tuzun zararlarıyla ilgili uzun süredir ABD’nin Louisiana eyaletindeki Tulane Üniversitesi'nde araştırmalar yapılıyordu ve geçtiğimiz günlerde çalışma verileri açıklandı. Araştırmada yiyeceklere sıklıkla tuz eklenmesinin kardiyovasküler hastalık, felç ve kanser gibi nedenlerden erken ölümle ilişkili olduğu sonucuna varıldı.500 BİNDEN FAZLA İNSANIN VERİLERİ 9 YIL BOYUNCA İNCELENDİÇalışmada ‘Erken ölümü’ 75 yaşından önce ölüm olarak tanımlayan bilim insanları, Birleşik Krallık'tan 500 binden fazla orta yaşlı insanın verilerini inceledi. Ekip, katılımcılardan gelen anket yanıtlarını analiz ederken, kişilerin tuz kullanımını “hiç kullanmıyorum, ara sıra, genellikle, her zaman” olarak sınıflandırdı. Çalışmadaki katılımcılar dokuz yıl boyunca incelenirken, spor yapmaları, alkol veya sigara tüketimleri de göz önüne alındı.TUZ NEDENİYLE 18 BİN 474 ERKEN ÖLÜM GERÇEKLEŞTİTuz alımını doğru bir şekilde takip etmek genelde zor. Çünkü birçok işlenmiş gıda yüksek düzeyde tuz içeriyor. Batı toplumlarında ise sodyum alınımının yaklaşık yüzde 70'i işlenmiş ve hazırlanmış gıdalardan gelirken, yüzde 8-20'si sofraya eklenen tuzdan kaynaklanıyor. Araştırmayı yürüten bilim insanları bu verileri de dikkate alarak çalışmalarına ekledi.Çıkan sonuca göre yemeklerini her zaman tuzlayanlar, hiç tuz kullanmayanlar ya da nadiren tuz kullananlara göre erken ölme riski yüzde 28 daha fazla çıktı. 50 yaşında, her zaman tuz ekleyen erkeklerin ve kadınların Yaşam beklentisi de erkelerde 2,3 yıl kadınlarda ise 1,5 yıl daha kısa olarak görüldü. Araştırmanın sonucunda ise sık tuz kullanmanın 18 bin 474 belgelenmiş erken ölüme neden olduğu vurgulandı.Tulane Üniversitesi Halk Sağlığı Profesörü Lu Qi, insanların yiyeceklerine ne sıklıkla tuz eklediklerini ölçmek için bu çalışmanın oldukça önemli olduğunu söyledi. Prof. Lu Qi, "Çalışmamız gıdalara tuz eklenmesi ile erken ölüm arasındaki ilişkiyi değerlendiren ilk çalışma" derken “Sodyum alımında sofradaki yiyeceklere daha az tuz ekleyerek ya da hiç tuz eklemeyerek mütevazı bir azalma bile genel popülasyonda sağlandığında önemli sağlık yararlarıyla sonuçlanabilir” şeklinde konuştu. Peki Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre Türkiye’nin tuz tüketiminde oldukça yüksek bir orana sahip olduğunu düşünürsek bu araştırmayı nasıl yorumlamak gerekiyor? ‘FAZLASI KALP YETERSİZLİĞİ GELİŞİMİNİ TETİKLİYOR’Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğum Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Karabulut, yapılan çalışmanın çok önemli veriler sunduğunun altını çizdi ve şöyle devam etti:“Kimyasal formülü ‘NaCl’ olan sofra tuzu, kan akışkanlığını düzenleyen temel unsur. Tuz içerisinde bulunan sodyum seviyesine bağlı olarak vücutta farklı hastalıklar oluşabilir. Sodyumun az olması ödeme yol açarken, aşırı düşük ya da yüksek sodyum miktarı beyni komaya sokabilir. İster okyanus, ister kaya, ister Himalaya tuzu olsun hepsinin kimyasal formülü aynıdır. Fazla miktarda tuz tüketimi kan basıncını arttıran en önemli tetikleyici mekanizmadır. Fazla tuzun direkt damar çeperi üzerinde de zararlı etkisi vardır. Ayrıca fazla tuz, kalp üzerindeki yükü artırır ve kalp yetersizliği gelişimini de tetikler.” HANGİ HASTALIKLARA NEDEN OLUYOR?İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Meltem Batmacı sinir sisteminin de yüksek tuz miktarından etkilendiğini vurguladı ve şu bilgileri paylaştı:-- Fazla tuz; nöbetler, demansda ilerleme, denge bozuklukları, kas krampları ve baş dönmesine neden olur. Karın bölgesinde yağlanma ve insülin direnci de gelişebilir. Bağışıklık sistemi zayıflar, bakteriyel ve viral enfeksiyonlara yanıt azalır. Otoimmün yanıtı etkiler ve örneğin MS hastalığının aktivasyonunu kolaylaştırır. Hatta depresif bozukluk da görülebilir.-- Ayrıca tuz oranı yüksek diyetle mide kanseri riskinin arttığı da pek çok araştırılmada ortaya çıktı. Henüz kanıtlanmamış olsa da, aşırı tuz tüketiminin riskli gebelik ve düşük riskini artırdığı, katarakt oluşumunu kolaylaştırdığı yönünde kuvvetli şüpheler de mevcut. ‘TÜRKİYE’DEKİ GÜNLÜK ALINAN TUZ MİKTARI NORMALİN 2 KAT ÜZERİNDE’Bu noktada akla gelen soru şu; ‘Tuzun fazlasının zararları bu kadar büyükken günlük tuz tüketim miktarı ne kadar olmalı?’İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Meltem Batmacı, “Günlük tuz tüketimini, 5 gram ile sınırlamak gerekiyor. Bu da günlük yaklaşık bir tepeleme çay kaşığı ya da bir silme tatlı kaşığı tuz anlamına geliyor” dedi ve ekledi:-- Bu miktar bir günde besinlerin içindeki tuz dâhil günlük alabileceğimiz, vücudumuzun tolere edebileceği maksimum tuz miktarı. Ancak unutulmamalı ki aşırı kusma, ishal, aşırı sıcak iklim ve terleme gibi durumlarda tuz ihtiyacı artar.-- 2008’de Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan ülkemizdeki tuz tüketimi incelemesinde, günlük 18 gram tuz tükettiğimiz saptandı. Sonrasında 2011’de yurt genelinde tüketilen tuz miktarını azaltmak için çalışmalar ve bilgilendirmeler yapıldı.-- 2012’de gelebildiğimiz nokta günlük 15 gram tuz tüketimi. Zaman ilerledikçe ve beslenme üzerine bilgi düzeyi arttıkça bu oran 10.2 gram düzeyine kadar geriledi. Oysa bu değer hâlâ günlük almamız gereken maksimum tuz miktarının 2 kat üstünde. Kesinlikle daha da azaltılması ve normal limitlere çekilmesi gerekiyor.
Ozonosfer ya da ozon tabakası, atmosferin katmanlarından biri… Uzaydan gelen zararlı ışınlara karşı dünyayı koruma görevini üstleniyor.1980'lerde araştırmacılar; kloroflorokarbonlar olarak adlandırılan parfüm, deodorant, klima ve araba egzozları gibi ürünlerden çıkan kimyasalların ozon tabakasında incelmeye neden olduğunu keşfetti.İşte bu keşif sonrası ozon tabakası, 1990’lardan 2000’lerin başına kadar adeta bir fenomen haline geldi. Peki bu kloroflorokarbonlardan çıkan kimyasallar ozon tabakasında neyi değiştirdi?KLOROFLOKARBONLAR MUCİZE BULUŞ OLARAK ADLANDIRILIYORDUKonuyla ilgili görüşlerine başvurduğum İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi, Toprak İlmi ve Ekoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay, “Kloroflorokarbon gazları 1920’li yıllarda keşfedildi. Keşfedildiği yıllarda mucize bir buluş olarak bakılıyordu. Ama öyle olmadığı çok geç anlaşıldı” dedi ve şu şekilde detaylandırdı: “Doğrudan insan sağlığına zararı olmayan ve yanıcı olmayan bu gazlar önce buzdolaplarında sonra klimalarda kullanılmaya başlandı. Daha sonra sanayide kullanımı giderek yaygınlaştı. Yapılan araştırmalarla ozon tabakasındaki incelmeye neden olduğu belirlendi. Bu gazlar atmosfere karıştığında parçalanmayıp stratosfer tabakasında birikiyor. Tabakaya yoğun olarak gelen ultraviyole ışınların da etkisiyle ozonu parçalıyor.”OZONDAKİ İNCELME İNSAN HAYATINA NE GİBİ OLUMSUZLUKLAR KATIYOR?Bazı araştırmaların ortaya koyduğu bulgulara göre, artan cilt kanserlerinin ozon tabakasının incelmesi kaynaklı olduğunu söyleyen Prof. Dr. Tolunay, "Dünya Sağlık Örgütü'nün tahminine göre ozon seviyelerinde yüzde 10'luk bir incelmenin, dünya çapında mevcut sayıya ek 300 bin cilt kanseri vakasına neden olabileceği vurgulanıyor" dedi ve 1990'lardan 2010'a kadar ozon tabakasındaki incelmenin gündelik yaşantımıza olan etkisine dair şu hatırlatmaları yaptı:"O dönemler saat 11.00-16.00 arasında güneşin altında durmayın, 30-50 faktörlü güneş kremleri kullanın, güneş gözlüklerinizi takmadan dışarı çıkmayın gibi öneriler sıklıkla yapılıyordu. Aslında bunun da yapılması gerekiyordu çünkü ozonda ciddi bir aşınma vardı. Hatta deodorantlar üzerinden ozondaki incelmeye çok fazla dikkat çekildi. İnsanlar da ozon konusundahassas ve duyarlı davrandı. Montreal Protokolü ile ülkelerin de konuyu ne kadar ciddiye aldığı belgelendi. Böylelikle ozon tabakasını incelten maddelerin kullanımı ve üretiminin kontrol altına alınmasına karar verildi. Bu sayede ozon tabakasında uzun bir süredir aşırı olumlu gelişmeler yaşanıyor.” ‘İYİLEŞME’ SÜRECİ HIZLA DEVAM EDİYORBirleşmiş Milletler tarafından hazırlanan raporlara göre, ozon tabakasının iyileşmesi 2000 yılından bu yana hızla devam ediyor. Hatta atmosferde bulunan kloroflorokarbonların zaman içinde tamamen yok olmasıyla, ozon tabakasındaki sorunların düzeleceği üzerinde duruluyor.Birleşmiş Milletler ve NASA'nın öngörülerine göre, Kuzey yarımküre ve orta enlemdeki ozon tabakasının 2030 yılına kadar, Güney yarımküredeki ozon tabakasının 2050 yılına kadar ve kutuplardaki ozon tabakasının da 2060 yılına kadar tamamen iyileşmesi bekleniyor. Peki bu öngörüleri nasıl yorumlamak gerekiyor?Prof. Dr. Doğanay Tolunay, “Ozon tabakasındaki incelmenin durması ve eski haline gelmesi, ‘istenirse başarılabilir’ olarak adlandırılabilecek bir başarı hikâyesi örneği” dedi ve şu bilgileri paylaştı:- Kloroflorokarbon gazlarının tüm dünyada kullanılmasının ardından 2000’li yıllarda ozon tabakasında ozon molekülünün oluştuğu ve kalınlığının artmaya başladığı tespit edildi. Bu çok olumlu bir gelişme… Yapılan çalışmalar da 2060 yılına kadar ozon tabakasında iyileşmelerin tamamen gerçekleşeceğini gösteriyor.- Ozon tabakasının eski haline dönmesiyle de ultraviyole ışınların neden olduğu cilt kanseri vakalarında ciddi bir azalma meydana gelmesi muhtemel. Özellikle ülkemizde güneşlenmenin fazla olduğu Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde cilt kanserlerinde azalma yaşanacaktır.Hem ozon tabakasında yaşanan olumlu gelişmeler hem de Prof. Dr. Doğanay Tolunay’ın anlattıklarına bakarsak her şey güzel ve yolunda gözüküyor. Fakat yapılan yeni bir araştırmaya göre her şey yeniden başa sarabilir! YANGIN DUMANI, OZON TABAKASINDAKİ İYİLEŞMEYİ DURDURABİLİRAraştırmacılar, 2019'un sonlarında ve 2020'nin başlarında Avustralya'da yaşanan ve ‘Kara Yaz’ olarak adlandırılan orman yangınlarının çok büyük bir duman bulutu yarattığını, atmosfere yükseldiğini, güney yarım küreyi çevrelediğini ve ozonu yok eden bir kimyasal reaksiyon zincirini tetiklediğini keşfetti.Konuyla ilgili Insider'a konuşan Waterloo Üniversitesi'nde atmosfer bilimi üzerine çalışmalar yapan Peter Bernath, “Yangın dumanının bunu yapmaması gerekiyordu. Dumandan kaynaklı atmosferik değişiklik beklenmedik bir şey. Yani bu yeni ve tehlikeli bir süreç anlamına geliyor” ifadelerini kullandı. Prof. Dr. Doğanay Tolunay ise “Orman yangınları sırasında oluşan ve kül gibi katı maddeleri içeren hava kütleleri, çoğunlukla atmosferin alt tabakasındaki troposferde kalırlar. Ancak Avustralya yangınları sırasında kül gibi katı parçaların stratosfer tabakasına çıktığı belirlendi. Bu çok önemli bir gelişme” dedi ve ekledi:“Bu durum ilk defa kayıt altına alındı. Araştırmayı yapan bilim insanları da yangından çıkan ve stratosfere karışan katı parçacıkların ozon tabakasına tam olarak nasıl etkilediğini ortaya koyamadıklarını söylüyorlar ama böyle bir şeyin gündemde olması bile endişe yaratmak için yeterli. Oldukça yeni olan bu bulgunun gelecekte daha da sık olması beklenen mega orman yangınları nedeniyle ozon tabakasındaki iyileşmeyi durdurması yaşanabilir.”MART 2020'DE YANGIN DUMANI OZONDA YÜZDE 1'LİK BİR DÜŞÜŞLE İLİŞKİLENDİRİLDİ “Yüzde 1 küçük gibi gözükebilir ama oldukça önemli”Ayrıca Prof. Dr. Tolunay, Ulusal Bilimler Akademisi Bildiriler Kitabı'nda yayınlanan çalışmalardan birindeki hesaplamaya dikkat çekerek, “Yangın dumanı, Mart 2020'de güney orta enlemlerde ozonda yüzde 1'lik bir düşüşle ilişkilendirildi. Yüzde 1 küçük gibi gözükebilir ama ozon tabakasının her 10 yılda bir kendini yaklaşık yüzde 1-3 oranında yeniden oluşturduğu düşünülürse bu oran da oldukça önemli” ifadelerini kullandı. Çalışmada üzerinde durulan konulardan biri de yangınlar sonrası ortaya çıkan Pyrocumulonimbus bulutları… Bu bulutlar genellikle atmosfer üzerinde etkileri olan ve yangınlardan sonra ortaya çıkıyorlar. Korkunç olan ise o dönem, Avustralya’daki yangının yaklaşık 50 milyon dönüm araziyi tüketmesi ve 38 ‘Pyrocumulonimbus bulutu’ oluşturması…Prof. Dr. Doğanay Tolunay da pyrocumulonimbus bulutlarını ve yaşanan süreci şu önemli bilgilerle detaylandırdı:- Pyrocumulonimbus bulutu, volkan patlamaları ve orman yangınları sırasında yangınlar nedeniyle oluşan bir bulut tipi. Bulutun ismindeki ‘pyro’ Latince ‘ateş’ anlamına geliyor. Genellikle çok büyük orman yangınları sırasında ve uygun atmosferik koşullar altında Pyrocumulonimbus bulut oluşumu görülür. Pyrocumulonimbus bulutları neredeyse stratosfer tabakasına kadar uzanırlar ve yangının büyüklüğüne göre gündüzü geceye çevirebilirler. - Pyrocumulonimbus bulutları yangınlardan beslenirler ve oluşturdukları yıldırımlarla yangınların daha da büyümesine neden olabilirler. İklim değişikliğine bağlı olarak gelecekte mega yangınlar olarak adlandırılan çok büyük yangınların daha sık oluşacağı tahmin edildiği için Pyrocumulonimbus bulut oluşumuna da daha sık rastlanabilir. Bilim insanları şimdi bu bulutların oluşumunun ozonun iyileşmesine zarar verip vermediği konusunda tartışıyorlar.