Klozette tatlı videosu çok tartışılmıştı… Yemek sunumları nereye gidiyor?

21 Ağustos 2023

Türkiye, en geniş mutfağa sahip ülkelerin başında geliyor. Yedi bölgenin yedisinde de birbirinden leziz ve özel yemekler bulunuyor. Üstelik bu yemeklerin neredeyse hepsi uzaktan bakınca bile iştah açan cinsten...Buna rağmen son yıllarda alışılmadık sunumlar baş göstermeye başladı. Önce Nusret’in tuz serpme hareketi meşhur oldu. Sonra çiğ köfteyi elle yedirmeler, şırdanın yanında müşterinin üstünü başını da limon ve baharata bulamalar başladı. Hamburgerler çedar peynirinde yüzdürüldü, bazı mekânlar çatal bıçak vermeyi bıraktı. Salata malzemelerini bütün halde masaya getirip, “Alın size özel konsept; domatesi, salatalığı, marulu kendiniz doğrayın yiyin” diyenler bile oldu.Baklavalar masada müşterinin önünde açıldı, içine dondurma kondu, fıstık serpildi. Kesmedi tatlılar çikolata şelalesine döndü, bir süre hemen her tatlıya sunum amaçlı bolca çikolata sos, renkli şekerlemeler, fındık fıstık döküldü. Sade tatlı Yemek hayal oldu...Bu furya sadece ülkemizde değil dünya genelinde de oldukça yaygın ve her gün yeni bir örneğine uyanıyoruz. Yemek ve tatlı sunumları öyle bir boyuta geldi ki işletmeler farklılık ararken saçmalık bulmaya başladı.Son olarak geçtiğimiz günlerde sosyal medyada viral olan bir video izleyenleri hayrete düşürdü. İsrail'de bir mekânda klozet içinde sunulan tatlı ve bu tatlıyı kaşık kaşık yiyenler, sunum konusunda önemli bir tartışmanın fitilini ateşledi. Avrupa’nın birçok yerinde popüler olduğu iddia edilen Klozette Tatlı Sunumu, bize de “Artık bu konuyu masaya yatırmalıyız” dedirtti.Konunun uzmanlarının kapısını çaldık, 'Nereye gidiyor bu sunumlar?' diye sorduk.‘ŞAŞIRTMA VE İRKİLTME ŞEFLERİN SIK BAŞVURDUĞU BİR YÖNTEM’Yemek kültürü yazarı Aylin Öney Tan, bu tür sunumlarda iki ekol olduğunun altını çizerek, “Birinci grupta Nusret gibi ilgi çekenler, diğer grupta ise aşırı abartıyı tercih edenler bulunuyor” dedi. Tan, şöyle devam etti:“İlk gruptakiler sosyal medyada ciddi şekilde popüler oluyor. Sevsek de sevmesek de Nusret’in tuz hareketinin çok başarılı olduğunu kabul etmek lazım. Danslara bile konu oldu… Diğer gruptakiler ise sınırları zorluyor. Örneğin altın varaklı yemekler gibi… Hatta artık baklava sunumlarının bile ayarı kaçtı” dedi.Klasik mutfakta da masa yanında alevde flambe krep süzet yapmak gibi servislerim bir nevi şov kapsamına girdiğini hatırlatan Tan, “Bizdeki duruma müşteriye özel ve özenli servisin değişmiş hali diyebiliriz. Bizim Maraş dondurmacılarının külah akrobasisi de böyle bir ilgi çekme çabası aslında. Fakat bu tür klozet gibi servisler artık başka seviye…” diye konuştu. Sunumda şaşırtma ve irkiltme tekniğinin tanınmış şeflerin de sık sık başvurduğu bir yöntem olduğunu vurgulayan Aylin Öney Tan, “Danimarka’da Noma Restoran'ın şefi konuklara canlı karides ve karınca yedirdi, ördek kafası içinde beyin servisi yaptı. Bangkok’ta Gaggan Restoran, sadece 14 kişilik tiyatro gibi bir yemek tadımı düzenliyor. Herkes aynı anda şefin komutlarına göre yiyor, tadıyor, hatta elleriyle masaya vurup tempo tutuyor" dedi.“Özetle gastronomi artık bir deneyim” diyen Tan, “Kimi Instagram’a yönelik şov niteliğinde, kimisi de düşündürmeye yönelik ya da farklılık yaratmak amaçlı. Ama son noktada her şey şu veya bu şekilde ilgi çekmek amaçlı. Herkesin şovu da kendi izleyici ya da müşteri kitlesine göre” ifadelerini kullandı.'MUTFAK KÜLTÜRÜ MİLLETİ MİLLET YAPAN UNSURLARDAN BİRİDİR' Akdeniz Üniversitesi Manavgat Turizm Fakültesi, Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü’nden Öğr. Gör. Doç. Dr. Esra Şahin de son 5-6 yıldır sunumlarla yemekleri daha ilgi çekici hale getirmenin amaçlandığını ama olayın farklı yerlere gitmeye başladığını söyledi.Şahin, “Bir yemeğin görsel olarak daha çekici hale getirilmesi son derece önemli ama bunun abartı olmasını kesinlikle doğru bulmuyorum. Bir milleti millet yapan iki unsur vardır; bunlardan biri dil, diğeri mutfak kültürüdür. Bu kültürün yozlaşması zaman içerisinde toplumun tüm alanlarına sirayet eder” dedi ve ekledi:“Sunumların abartı olmasının arkasında yatan nedenlerden bir tanesi ülkemize gelen turist profilinin değişmesi. Turistleri etkilemek için işi şova çeviren birçok işletme olduğunu görüyoruz. Bunun size bugün para kazandırır ama kültürel anlamda nasıl hasarlar bıraktığını maalesef uzun vadede anlayacağız."YEMEKTEN ANLAYAN İNSANLAR İÇİN BU TÜR ŞOVLARIN HİÇBİR DEĞERİ YOKYemekten anlayan insanlar için şova dönüşen sunumların hiçbir değerinin olmadığının altını çizen Doç. Dr. Esra Şahin, sebebini şöyle anlattı: “Gerçek lezzetlerle tanışmamış çok insan var. Yani gerçekten doğal bir domatesi yememiş, hormonlu domatesle büyümüş, sıklıkla fast food tüketmiş ve herhangi bir damak zevki oluşmamış insan sayısı sandığımızdan çok daha fazla. Bu kişiler için 'Ben de oradaydım, ben de bu etkinlikte yer aldım, ben de şu restorana gittim' demek lezzet arayışından çok daha önemli hale geliyor. Bu amaçla hareket eden insanlar için bu tür abartılı şovlar paha biçilmez. Ama gerçekten yemekten anlayan insanlar için bu tür şovların hiçbir önemi yok.”‘SUNUM YEMEĞİ, YİYENİ VE KÜLTÜRÜ YÜCELTMELİ, AŞAĞILAMAMALI’“Sunumun yemeğin önüne geçmemesi gerekir” diyen Şahin şu bilgileri de verdi:-- Bir sunum; yemeği, onu yiyeni, yemeğin ait olduğu kültürü yüceltmeli. İnsanı ve yiyeceği aşağılamamalı, yemeğin kalitesini ve özünü bozmamalı. Sunumda amaç, tabağa bir şeyler koyup enteresanlık yapmak değildir. Yapılan sunumun yemeğe bir katkısı olmalıdır.-- Öte yandan bu tarz sunumlar gastronomi turizmine yarar sağlayabilir. Şöyle ki; yolculuk yapan kişi sadece destinasyon değil, bir restoran, bir etkinlik ya da sadece bir şefin tabağını tatmak için de yola çıkabilir. Bunların hepsi gastronomi turizmi kapsamına girer. Burada dikkat edilmesi gereken şey işletmenin insanların kafasında nasıl konumlanacağı olmalıdır. -- Başlangıçta enteresan gelen şeyler zaman geçtikçe rahatsız edici hale gelebilir. Dolayısıyla negatif bir algı yarattığı için o işletmeye de o bölgeye de zarar verebilir. Tıpkı klozette yapılan tatlı sunumu gibi… ‘BU KADAR ABARTIYI ‘SUNUM TERÖRÜ’ OLARAK GÖRÜYORUM’Seyahat ve yemek kültürü yazarı Sıla Uçan ise bu yaşananları ‘sunum terörü’ olarak adlandıranlardan.“Karşımıza önce kocaman peynir tekerleri içinde masanın kenarında karıştırılan makarnalar çıktı, ardından dev fincanlardaki kahvelere batırılan kocaman kruvasanlar derken şimdi de ‘garip’ sunumlu tatlılarla karşı karşıyayız. Sosyal medyayı yaşamlarının odak noktası yapanların sayısı arttıkça yeme-içme dünyası da giderek bir şov dünyasına dönüşüyor” diyen Uçan, “Elbette dışarıda yediğimiz bir yemeğin sunumunun da güzel olması önemli. Ancak sunumların bu denli abartılmasını sunum terörü olarak görenlerin tarafındayım” ifadelerini kullandı.‘LEZZETLİ BİR YEMEK BÖYLE SUNUMLARA İHTİYAÇ DUYMAZ’Uçan, yaşananları sunum terörü olarak adlandırmasının sebebini şöyle açıkladı:“Lezzetli bir yemek böyle abartılı sunumlara ihtiyaç duymaz, duymamalı. Bana kalırsa bu sunumlar tamamen tüketim çılgınlığının ürünü. İnsanlar sırf sosyal medyada paylaşım yapmak ve beğeni almak için ciddi paralar harcayabiliyor. Bu gösteriş merakı da kısa vadede gastronomi turizmine ekonomik açıdan olumlu bir katkı sağlayabilir. Ancak uzun soluklu düşünüldüğünde gastronomi turizmi açısından eksi bir değer olacağını düşünüyorum. Çünkü sosyal medyada yapılan paylaşımların ömrü kısa oluyor ve bir kere paylaşımını yapan bir daha o mekânları tercih etmiyor. Oysa sunumdan çok lezzete önem veren ve bu tarz furyalara kapılmayan mekânların müdavimlerini kaybetmeyeceğini düşünüyorum.”  

Devamını Oku

Parayla mutluluk olur mu?

15 Ağustos 2023

Parasız mutluluk olmaz mı yoksa paranın asla mutluluğu satın alamaz mı?Aralarında Nobelli psikolog Daniel Kahneman ve ekonomist Angus Deaton’ın da bulunduğu bir grup bilim insanı geçtiğimiz günlerde bu konuda dikkat çekici bir araştırmanın sonuçlarını kamuoyuyla paylaştı. Proceedings of the National Academy of Sciences adlı dergide yayımlanan makalede, “500 bin dolara kadar paranın mutluluğa etkisi var. 500 bin dolardan sonrası için ise yeterli verimiz yok” ifadeleri kullanıldı.Harvard Üniversitesi’nde mutluluğun sebepleri üzerine çalışmalar yürüten bilim insanı Matthew Killingsworth ise araştırmayı, “Para yoksul insanların mutlu olmasına çok yardımcı oluyor. Fakat eğer iyi bir geliriniz varsa ve halen mutsuzsanız, mutsuzluğunuzun kaynağı muhtemelen paranın düzeltemeyeceği bir şey” sözleriyle değerlendirdi.Sözün kısası araştırmadan paranın en azından bir noktaya kadar mutluluk getirdiği sonucu çıkıyor. Peki bu sonuç kişisel tecrübelerle ne derece örtüşüyor? Bir Sorudan Fazlası'nda önce yaşları 25-45 arasında değişen insanlara paranın mutluluk getirip getirmediğini sorduk, ardından da konuyu Uzman Klinik Psikologlar Dilara Sayar ve Berk Karaoğlu ile mercek altına aldık...‘PARAMIZ OLSA ÇOK DAHA MUTLU OLURUZ SANIYORDUM’Betül T. (41)Bundan 20 yıl önce evlendiğimde düğünü zorluklarla yapmış, eşyalarımızı kıt kanaat almıştık. Sevdiğim biriyle evlenmenin mutluluğunu tabii ki yaşıyordum ama sabah kalkıp soba yakmaya çalışırken o mutluluk son buluyordu. Bir şekilde ufak şeylerle mutlu olmaya çalışıp kendimi avuturken, eşim işinde yükseldi ve zamanla kendi şirketini kurdu. 20 yıl önce soba yakarken, şimdi yemeğimizi bile evimizdeki görevli yapıyor.O zamanlar bunları hayal bile edemez, biraz daha paramız olsa çok daha mutlu oluruz sanırdım. İki çocuğum da büyüdükten sonra bunun bir anlamı olmadığını anladım. Çünkü bizden tek talepleri gezmek, alışveriş yapmak, kuaföre gitmek için para istemekti. Ne anne ne de baba olarak bir değerimiz var, onlar için sadece birer ATM görevi görüyoruz. Ne iyi bir eğitim için çabalıyorlar ne de hayatta başka bir amaçları var.Bu kadar imkân arasında çok daha iyi yerlerde olup, çok daha iyi işler yapabileceklerini düşünürdük. Eşimle sürekli çocuklarımızın geleceği için çok daha fazla paramız olsun, onlara iyi bir eğitim aldırıp güçlü karakterler olarak topluma karışmalarını sağlayalım istiyorduk. Oysa şimdi sadece bol bol alışveriş yapmalarını, arkadaşlarıyla imkanlarını yarıştırmalarını izliyoruz. Belki para onların mutlu olmasını sağladı ama eşimi ve beni tahmin ettiğimiz kadar da mutlu etmedi. ‘PARANIN MUTLULUK GETİRECEĞİNİ DÜŞÜNÜP KENDİMDEN VAZGEÇTİM’Selin Ç. (38)Erkek arkadaşlarımın çoğu zengin değildi hatta bazı günleri bir simitle sabahtan akşama parkta oturarak geçirdiğim günleri biliyorum. Çok muyluydum ama aklımın hep bir köşesinde ‘Böyle mi devam edecek?’ sorusu vardı. İnsan olarak bazı şeyler istiyoruz. Hem manevi hem de maddi olarak. Bu nedenle ömrü bir simitle geçiremeyeceğim hissine kapılıp salt mutluluğumdan vazgeçtim.Düzgün biri çıktı karşıma, çok sevdim ve kendim olmayı bir kenara bıraktım. Maddi olarak çok rahatladım. Her istediğimi alabiliyor olmak ve geçim derdimin olmaması inanılmaz bir şeydi. Fakat bir süre sonra kendimi alışverişe verdiğimi ve bir türlü tatmin olmadığımı fark ettim. Aldığım her şey eskiyordu ve ben bir türlü mutlu olamıyordum. En acısı da artık sevildiğimi hissetmiyordum.O simitten aldığım tat, artık en lüks restoranlarda bile yoktu. Pek çok kişiye göre bu hayat şartlarında mutlu olmak için makul bir neden maddi özgürlüğün olması… Fakat "İç huzurunun mutluluğu var mı?" diye sorarsanız, gram yok…Çok para, öyle sanıldığı gibi mutluluk getirmiyor. Onca yıl ve yaşanmışlıklardan sonra kendime çıkarımım, ‘Ne yaparsan yap, kendi iç huzurun ve mutluluğun için çalış. Mutluluğu birine ya da paraya bağlama’ oldu. Bunu başarabildiğimizde yaşamı mutlu kılmış olacağız. Aksi halde herkes mutsuz, herkes samimiyetsiz ve maalesef birbirine zarar vermek için uğraşıyor olacak… “Nasıl yapacağız?” derseniz biraz profesyonel destek almaktan kaçınmamalı… Hayat sevince değil, kendini sevince ve sevmekten vazgeçmeyince güzel…‘DEDEMDEN KALAN MİRAS ANNEMİ BABAMI ÇOK DEĞİŞTİRDİ, ADETA PARAYA TAPIYORLAR’Can D. (35)Dedem hayatının büyük bir bölümünü gemi kaptanlığı yaparak geçirmiş biri… 1960’larda başlıyor çalışmaya 1980’li yılların ortalarına kadar devam ediyor. Haliyle o yıllarda bu meslek iyi bir kazanç kapısı. Zaten bırakın kaptanlığı o yıllarda gemilerde temizlik işi yapan insanlar bile İstanbul gibi büyük bir şehirde bir ya da iki ev alacak kadar para biriktirebiliyordu. Dedem de işini çok sevdiği için kazandığı paraları kendince çok iyi değerlendirmiş. Evler, arsalar, iş hanları hatta minibüs hattı bile almış.Bir gün kendisine sordum “Dede, paranı hiç özgürce harcamadın mı? Felekten bir gece bile mi çalmadın, ömrün boyunca bunları almak için mi çalıştın?” diye. Hafif bir gülümsemeyle “Para çarçur edilmez, kazandığını iyi bir yere yatırman lazım. Yoksa uçar gider. Para mutluluk getirir, paranın hepsi bankada bile tutulmaz. Bir miktarını mutlaka değerlendirmen gerek” cevabını vermişti. Nasıl olur da para çarçur edilmez? İnsan kazandığını gönlünce biraz harcamayacaksa neden kazanıyor ki parayı? Sonuçta mezara götüremiyorsun, her şeyin bir sonu var. Tabii bunları söyleyemedim kendisine, hiç gerek yoktu tartışmaya…2000’lerin başlarında babam ve amcalarımla birlikte bir iş kurdular. Ticaret yapmaya başladılar. Kurdukları şirket, iyi para kazanmaya başladı. Daha sonra bu şirket iyice büyüdü. Ben ve kuzenlerimin eğitim masraflarını ortak şekilde karşıladılar. 18’imize bastığımızda hepimize arabalarımızı ve evlerimizi aldılar. Fakat zamanla herkesin derdi daha fazlasını almak için çabalamak oldu. Bunun oluşmasında annem de dahil olmak üzere gelinlerin de payı büyük. Para yüzünden tartışmalar çoğaldı. Her hafta sonu dedemin evinde akşam yemekleri olurdu ve konu hep paraydı… Hatta dedemin rahatsızlıkları artınca mal mülk paylaşım tartışmaları iyice kızıştı.Dedemin yanında sesler çok yükselmese de o konuşulanları duyuyor, sinirleniyor ve içten içe söyleniyordu.  Bu tartışmalar böyle uzun bir süre devam etti. Geçtiğimiz yıl dedemi kaybettik. Yalandan gözyaşları akıtıldı, ağıtlar yakıldı ve sahte bir acı yaşandı. O kadar kötüydü ki, hastanede başlayan miras tartışmaları dedemi toprağa koyarken bile devam etti. Ne için bunlar? Para!Annemi ve babamı bile artık tanıyamıyorum. Zaten artık anlaşamıyoruz, sürekli tartışıyoruz. Paraya tapar olmuşlar. Evimizde huzur yok. Konu sadece para ve mal mülk… Ah be dedem, keşke bağışlasaydın bir yerlere ya da sonuna kadar çarçur etseydin. Şunu çok açık bir şekilde tecrübe ettim; para insanı değiştiriyor, yok ediyor. Karnın doyacak kadar cebinde olsun yeter. Fazla para huzursuzluktan başka bir şey getirmiyor.‘BEN KÜÇÜKKEN PARAMIZ YOKTU AMA ÇOK MUTLU BİR ÇOCUKLUK GEÇİRDİM’Selin G. (25)Parayla saadet olmayacağını düşünüyorum. Ancak kişiler yaşadıkları hayattan ya da birlikte yaşadıkları diğer insanlardan mutsuzlarsa parayla mutlu olabileceklerini düşünebiliyorlar. Bence bu yanılgı tamamen mutsuz olan insanların kendilerini ya da çevrelerini değiştirmeleri gerektiğini reddetmek için sığındıkları bir savunma.Ben küçükken çok paramız yoktu. Bazı zamanlar geçinmekte zorlandığımızı, büyük sorunlar yaşadığımızı biliyorum. Ancak çocukluğumu düşündüğüm zaman tamamen mutlu olduğumu hatırlıyorum. Bugün o zamanları düşündüğümde aklıma alamadığımız oyuncaklar veya kıyafetler değil de ailemle oynadığım oyunlar ve gülüp eğlendiğimiz zamanlar geliyor.Bazen dünyaya bir çocuk gözüyle bakmak gerek ve herhangi bir çocuk büyüdüğünde alamadığı oyuncaklar için üzülmeyecek, ailesiyle yaşayamadığı güzel anlar için üzülecek. Yalnız "Hiç para olmadan da mutlu yaşayabiliriz" de diyemem. İhtiyaçlarımız için yeterli miktarda paramız olduğunda insanın mutluluğu için daha fazla paraya ihtiyacı olmadığını düşünüyorum.‘SADRİ ALIŞIK’IN FİLMİNDEKİ GİBİ BİR ‘ŞALVAR BANKAM’ BİLE OLSA MUTLU OLACAĞIMI İNANMIYORUM’Özlem S. (32)Herkes mutlu olmak ister. Fakat mutluluğu kendinize hedef olarak koyarsanız ve sürekli beklenti içinde olursanız bu sefer mutsuzluğunuza mutsuzluk katarsınız. Neyin ne zaman ve ne kadar mutluluk getireceğini bilmemiz çok zor. Aslında mutluluğun sırrı da burada… Yıllardır bilim insanları mutluluğu bir ‘maddeyle’ bağdaştırmaya çalışıyor. Hep de parayı düşünüyorlar. Para mutluluk getirir mi? Hiç sanmıyorum. Parayla gelen mutluluk ne kadar sürer ve en önemlisi ‘gerçek’ bir mutluluk olur mu? Pek çok insan küçük bir ev yerine villa ya da yalıda oturmanın, lüks bir araca sahip olmanın ya da dilediği her şeyi yapabilmenin sonsuz bir mutluluk getirdiğine inanır. Ben buna inanmıyorum. Para sadece hayat standartlarınızı değiştirir o kadar. 10 çift ayakkabınız olacağına bir çift olsun yeter. Çokta değil, azdadır hep mutluluk. Başrolünde Sadri Alışık'ın oynadığı ‘Şalvar Bank’ filmindeki gibi bir şalvarı bile verseler bana istemem… Filmi izleyenler bilir, Reşit karakteri elini şalvarın cebine ne zaman atsa para çıkar. Böyle bir sonsuz paraya sahip olmayı istemiyorum ben. Mutluluğun aşkla ve sevgiyle yakalanacağına inanıyorum, kâğıt parçasıyla değil. ‘SEVMEK VE SEVİLMEK ÇOK ÖNEMLİ AMA PARASIZ HİÇBİR ŞEY YAPILMAZ OLDU’Esranur G. (37)Para ve mutluluk ilişkisine hem olumlu hem de olumsuz bakıyorum. Hem kendim hem de annemin hayatına değinerek bu konuyu anlatmak istiyorum. Annemin yaşadığı evliliğe baktığımda paranın sadece bir araç olması dikkatimi çekiyor. Sadece mutlu olmaya çalıştığını, eşini, kendini ve çocuklarını önemsediğini onlar için sürekli emek harcamaya çalıştığını görüyorum. Özetle annem ve babam severek yaşıyorlar, emek veriyorlar ve parayı sadece araç olarak kullanıyorlar. Benden daha mutlular.Kendi hayatıma bakınca ise her şey tam tersi… Şu zamanda sevmek ve sevilmek yine çok önemli ama parasız hiçbir şey yapılmaz oldu. Dünya sadece para etrafında dönmeye başladı. Yapmak istediğimiz her şeyin ucu paraya dokunuyor. Yemek için para, gezmek için para, çocuklarımızın ihtiyacı için para...Ne yazık ki zaman ilerledikçe her şeyin daha da çok paraya bağlanacağını düşünüyorum. Para artık aklınıza gelebilecek pek çok şeyinde önünde ve bu çok üzücü... Dünyanın yeni düzeninde bize dayatılan bu! Bir anne olarak çalışmak zorunda olmak yerine keyif aldığım ve kendimi geliştirmek için çalışmak isterdim. Ama para kazanmak için çalışıyorum. Özetle parasız maalesef saadet olmuyor.PEKİ UZMANLAR NE DİYOR?Paranın yaşamı sürdürebilmek ve ihtiyaçları karşılayabilmek için gerekli bir araç olduğunu vurgulayan Psikolog Dilara Sayar, “Paranın sağladığı birçok şey, mutluluk getiriyor. En büyük konfor ise günlük hayatın stres kaynaklarını kontrol edebilmek. Örneğin; ani gelişen bir hastalığın tedavi sürecini rahatça karşılayabilmek, zorlu bir anda düşünmeksizin taksiye binebilmek gibi deneyimler paranın sağladığı konfor deneyimleri. Ancak bu mutluluk bir ömür sürüyor mu? Cevabı birçok araştırma ile de desteklenir şekilde, hayır” ifadelerini kullandı.Psikolog Berk Karaoğlu ise yeme, içme gibi fizyolojik ihtiyaçlar dışında iş, aile, sağlık gibi güvenlik ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik önemli kademelerin geçiş aşamasında paranın önemi daha fazlayken; sevgi, aidiyet ve saygınlık gibi daha sosyal, ruhsal, kültürel noktalarda paranın yerini manevi değerlere bıraktığını ve insanın parayla mutluluk korelasyonunun azaldığını söyledi.‘SEVGİ VE SAYGI GİBİ DUYGULARI PARAYLA ALABİLMEK İMKANSIZ’Çok fazla paraya sahip olup istediğine hızla ulaşan, kaygısız ve çok çabalamadan yaşamını sürdüren kişilerin bir noktadan sonra mutlu olamadıklarının altını çizen Dilara Sayar, “Yaşamları kolaylaştıkça, mutlu olmaları zorlaşıyor. Çünkü mutlu olmanın onlar için eş değeri olan yaşantılar oldukça sıradanlaşıyor. Tam tersi olarak; istediğine belli bir çaba sonucu ulaşan kişiler için de mutluluğun değeri oldukça fazlalaşıyor" dedi ve ekledi:"Çünkü insanın bir amacının olması ve bu amaç için çabalıyor olması, yaşamını anlamlı kılan en önemli sebeplerden biri. İnsan olmanın gerçek kimliğiyle eşleşen aile, dostluk, arkadaşlık, dürüstlük, yardımlaşma, sevgi, saygı ve adalet gibi değerlerin mutlulukla ilişkisi çok daha güçlü ve bu değerlerin parayla satın alınması imkânsız. Satın alabileceğine inanarak, odağına parayı koyan kişiler için kaçınılmaz son; bu değerleri unutmak, yok saymak ve sonunda da artık tam anlamıyla hissedilemeyen ‘mutluluk açlığı’ oluyor.”‘İNSANLAR UĞRUNA ÇABA GÖSTERDİKLERİ İÇİN PARAYLA MUTLU OLUYOR’İnsanların amacı uğruna uğraştıkları ve didindikleri şeyin kendilerini mutlu edeceklerini düşünmek durumunda olduklarını ifade eden Berk Karaoğlu, “Yoksa o amaç uğruna motive olamaz. Bu mutluluğu paraya bağlamanın yanı sıra, mutluluğu sadece kariyere, evlenmeye, çocuk yapmaya, güçlü olmaya bağlayanlarda da dinamik benzerlik gösterir. Özellikle de para ile başarıyı, sevilmeyi, beğenilmeyi, kontrol edebilmeyi bağdaştırabildiğimiz için paranın önemli bir mutluluk aracı olduğu düşünülüyor” açıklamalarında bulundu.

Devamını Oku

Meme silikonları tarihe mi karışıyor? ‘Bu umut verici bir gelişme’

15 Ağustos 2023

Dünya genelinde her yıl 2 milyon kadına meme kanseri teşhisi koyuluyor ve bu zorlu tedavi sonucunda her iki kadından birinin en az bir bazen de iki memesi birden alınıyor. Kadınların meme kaybı sonrası yaşantılarını tekrar normalleştirebilmeleri için uygulanan meme onarımında sıklıkla kullanılan yöntemlerden biri olan silikon protezlerin ise omuzlarda ve boyunda ağrılara yol açtığı, soğuk havalarda rahatsızlık yarattığı biliniyor.Bu nedenle, bir avuç girişimci yeni meme dokusu oluşturan 3D baskılı implantlarla soruna kalıcı bir çözüm geliştirmek için çalışıyor. Bu şirketlerden Lattice Medical'ın üst yöneticisi Julien Payen yaptığı açıklamada, vücut tarafından emilebilen 3D implantlarla, vücutta yeni meme dokusu oluşturmaya başladıklarını söyledi.MEME ONARIMI İÇİN YENİLİKÇİ BİR YÖNTEMUzun süren ve sancılı göğüs ameliyatlarını tarihe karıştıracak yeni teknolojinin geçtiğimiz günlerde ilk deneyi gerçekleştirildi. Fakat Lattice Medical tarafından geliştirilen ve 'Mattisse' adını taşıyan yeni 3D meme implantı, bu alandaki tek çalışma değil. Healshape şirketinin üst yöneticisi Sophie Brac de la Perrière de iki yıl içerisinde geliştirdikleri 3D implantların klinik deneylerine başlayacaklarını söylüyor.Kanada’da bulunan Victoria Üniversitesi’nde biyomedikal mühendisliği bölümü öğretim üyelerinden Prof. Stephanie Willerth, “Bu gelişmeler gerçekten heyecan verici. Mühendisler, 5 yıldan fazladır 3D baskı üzerinde denemeler yapıyordu ancak doktorların hastaları için bu uygulamanın yararlı olup olmadığını anlaması için testlerin yapılması uzun bir zaman aldı” ifadelerini kullandı. 3D İMPLANTLAR 6 İLA 9 AY İÇERİSİNDE DOĞAL MEME OLUŞUMUNU SAĞLIYORHealshape şirketi, kişinin kendi yağ hücresinden çoğaltılacak yumuşak bir 3D meme implantı ortaya çıkardı. Yağ dokusunu içinde barındıran hidrojelden üretilen yeni teknoloji implantlar 6 ila 9 ay içerisinde vücut tarafından emilerek kayboluyor. Geriye sadece meme kalıyor.CollPlant şirketi ise meme dokusu üretmek için genetik olarak değiştirilmiş tütün yapraklarının özünden elde edilen özel bir kolajen biyo-mürekkep kullanılarak geliştirdiği yöntemi uygulamaya sokmaya hazırlanıyor. Şirketin üst yöneticisi Yehiel Tal, “Yeni geliştirilen teknolojinin birçok insanın fikrini değiştireceğini düşünüyorum” ifadesini kullandı.Bu şirketlerin çalışmalarına paralel bu alanda çalışmalarına hız veren Lattice Medical şirketi de implant teknolojisinde özgün bir yaklaşım geliştirmeye çalışıyor. Şirket tarafından geliştirilen implant, meme bölgesine içinde yağ dokusunun bulunduğu biyopolimerden yapılmış 3D baskılı bir kafesi koyarak doğal meme dokusu oluşturmayı amaçlıyor. Kafes kısa bir süre sonra vücut tarafından parçalanıyor ve doğal bir meme oluşumu elde ediliyor. ‘UMUT VERİCİ BİR GELİŞME’Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz Meme ve Endokrin Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Bülent Çitgez, 3D teknolojisinin umut verici bir gelişme olduğunun altını çizdi ve detaylandırdı:-- Meme Kanseri, kadınlarda en sık teşhis edilen kanser türlerinden biri. Meme onarımına yönelik artan taleplerle birlikte bu işlemlerin psikolojik ve estetik faydalarına önem de arttı. MEME ONARIMI ve meme büyütme talepleri arttıkça biyomalzemeler geliştiriliyor ve ilgili endüstri dünya çapında hızla büyüyor.-- Meme büyütme için kullanılan çeşitli biyomalzemeler arasında meme implantları 1960'lardan bu yana dikkate değer bir evrim geçirdi. Yeni yöntemle gerçekleştirilecek böyle bir implantın ilk insan denemesi için çalışmalara başlanması heyecan verici. Aynı zamanda iki yıl içinde de implantın klinik çalışmalarının başlamasının planlandığı açıklandı. SİLİKON PROTEZLER CİDDİ RİSKLERİ BERABERİNDE GETİRİYORSilikon protezler hâlâ en yaygın olarak başvurulan çarelerden. Bunun en büyük sebeplerinden birisi ise kolay ve basit şekilde istenen sonucu vermesi. Ancak Bristol Üniversitesi’ne bağlı Göğüs Bakım Merkezi'nde onkoplastik meme cerrahı olarak görev yapan Dr. Shelley Potter, The Observer'a yaptığı açıklamada kanser tedavisi sonrası uygulanan silikon protezleri “Mükemmel olmaktan çok uzakta” diye yorumladı ve “Silikon protezler yüksek riskler barındırıyor” uyarısında bulundu.Ayrıca silikon protezlerin her 10 yılda bir değiştirilmesi gerekiyor. Bununla birlikte geçmişte bazı silikon protezlerinde kullanılan üretiminde kullanılan materyallerin zararlı kimyasallar içerdiğiyle ilgili büyük tartışmalar da yaşanmıştı.Örneğin, 2010 yılında insanlarda kullanımına izin verilmeyen sanayi tipi ucuz silikonları maliyeti düşürmek için meme protezlerinde kullanan bir Fransız şirketinin ürettiği zararlı protezlerin 2001-2010 arasında dünya çapında 400 binden fazla kadına takıldığı ortaya çıkmıştı.Prof. Dr. Bülent Çitgez de “Her yeni buluş veya teknoloji mucize olarak sunulmasına rağmen bazı sorunlar veya değişimler olabiliyor” dedi ve ekledi:“Örnek vermek gerekirse daha önce yaygın kullanılan bir silikon markasının nadir görülen bir lenfomaya sebep olduğu anlaşıldıktan sonra bu silikonların üretimi durdurulmuştu. Tabii ki amaç, en mükemmel ve en güzel yeni meme yapım malzemesini bulmak. 3D teknolojisi şu an umut vermekle beraber, halen uzun vadeli çalışmalara ihtiyaç olduğunu da unutmamak gerek.” 3D İMPLANTLAR GÖĞÜSTE BULUNAN SİNİRLERİ NASIL ETKİLEYECEK?Yapılan çalışmalarda en büyük bilinmez, yenileme çalışmaları sonrasında meme dokusunda his olup olmayacağı. Çünkü kanser nedeniyle memeleri alınan kadınlarda belli oranda his kaybı yaşandığı görülüyor.Yeni implantların sinirlerin yeniden canlanmasına yardımcı olup olmayacağı netlik kazanmış değil. Ama uzmanlar, doğal yoldan yenileme çalışmalarının sinirlere zarar vermeyeceği konusunda hemfikir.Biyomühendisler yeni nesil implantlarda, kişinin kök hücreleriyle güçlendirilmiş dokularını kullanmayı hedefliyor. Fakat bu implantların uzun süre dayanıp dayanmayacağı veya kaç işlemin ardından istenen sonucun alınacağı da hâlâ belirsizliğini koruyor.Mevcut uygulamalardan çok daha iyi sonuç gözleneceğinden emin olduğunu söyleyen Dr. Potter, sonuçları görmeden ve uygulamaya geçmeden erken konuşmamak gerektiği uyarısını yapmaktan da geri durmadı ve şunları ekledi:“Her zaman harika sonuçlarla karşılaşacağımızı düşünüyoruz. Ancak, deri ağlarında sarkmalar görmek de istemiyoruz. Bunun için 10 yıl gibi uzun bir sürede, neyin yanlış olacağını ve sonuçlarını test ediyoruz; bunu sürdürmemiz de gerekiyor.”Hollanda'daki Maastricht Üniversitesi Tıp Merkezi'nde plastik cerrah olan Stefania Tuinder ise yenileme işlemi sonucunda bu sorunun aşılacağını savunuyor:“Elde ettiğimiz verilere göre, mevcut protezlerin sinirler üzerinde olumsuz etkileri bulunuyor. Bu nedenle memeler hissizleşiyor. Buna karşılık, yeni doku oluşumunu tetikleyen onarımdan birkaç yıl sonra bölgedeki sinirlerin yeniden canlanabileceğini tahmin ediyoruz”Prof. Dr. Bülent Çitgez'in görüşleri de bu doğrultuda… Çitgez, 3D implantlarda hissin daha iyi olacağına dair umutlar olduğunun altını çizdi ve sinirlere olan zararlarla ilgili de şu bilgileri ekledi:-- Meme ve meme başının duyusunu sağlayan sinirler onkolojik eksizyon veya yapılan onarım tekniklerine bağlı olarak hasar görebilir. Özellikle memenin tamamının alınması genellikle bir takım his kaybı sorunlarına yol açar ve onarım yöntemi de bu durumda etkili. Duyu kusurları bir miktar geri dönebilse de kalıcı kusurların tedavisi pek yok.-- Yalnızca mastektomi (meme dokusunun çıkarılması) yapılmasına kıyasla implantla rekonstrüksiyon uygulanan hastalarda duyu kusurları üzerinde olumsuz etki daha fazla. İmplanta bağlı duyu kusurları hem implantlar yerleştirilirken olan sinir hasarından hem de bloke olan sinirlerin tekrar büyüyememesinden kaynaklanabilir. Bunun yeni implantlar için de geçerli olup olmayacağı henüz belli değil ancak sonuçta sinirleri bloke edecek hiçbir şey olmayacağından, duyu hissinin daha iyi olacağına dair umutlar var.  

Devamını Oku

Güzel bir cilt için ‘Skin Food’ formülü... ‘Buzdolabınızdaki gıdalar banyonuzdaki ürünler kadar etkili’

9 Ağustos 2023

Güzel bir cilde sahip olmak için genlerin yanı sıra cilt bakımına özen göstermek oldukça önemli. Bunun için nemlendiriciler, besleyiciler, matlaştırıcılar ve kırışıklık karşıtı kremler gibi sayısız ürün bulunuyor.İngiltere'de dermatolog ve beslenme uzmanı olan Dr. Thivi Maruthappu ise bunların hiçbirine ihtiyaç olmadığını, buzdolabınızda olan besinlerin en az banyonuzdaki ürünler kadar etkili olduğunu söylüyor.,Cilt sağlığı için ‘Skin Food’ yaklaşımını geliştiren Dr. Maruthappu, Daily Mail’de kaleme aldığı yazısında “Gerçek şu ki, hazır nemlendiriciler ve serumlardaki bileşenlerin çoğu cilt bariyerini geçebilecek kadar küçük değil. O nedenle pahalı kremlere ihtiyacınız yok. Sadece doğru beslenmeye ihtiyacınız var” ifadelerini kullandı.‘DOĞRU BESLENME CİLT SAĞLIĞI İÇİN ÇOK ÖNEMLİ’Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğum Dermatoloji Uzmanı Doç. Dr. Asude Kara Polat, “Beslenme cilt sağlığı ile yakından ilişkilidir. Doğru beslenme ve yeme alışkanlıkları ile hasarlı cildin sağlığına kavuşması, onarılması mümkün olabileceği gibi, tam tersine yanlış beslenme ile cildimizde bir takım dermatolojik hastalıklar ortaya çıkabilir veya tetiklenebilir. Cilt sağlığı ile beslenme alışkanlığı arasındaki ilişkiye dair birçok klinik araştırma bulunuyor. Dolayısıyla cilt sağlığını korumak için doğru beslenmenin önemli olduğunu söyleyebilirim” dedi.Uzman Diyetisyen Aslıhan Altuntaş da bu konuyla ilgili yapılan araştırmalara dikkat çekerek, “Besinler cilt sağlığımızı içeriden besleyerek destekler. Birçok araştırma besinlerin; güneş ışınlarından koruduğunu ve kırışıklık, elastikiyet, sıkılık, yaşlılık kuruluğu, nemlendirme üzerinde etkili olduğunu gösterdi” dedi.Altuntaş, besinlerin cilt üzerindeki etkisini mikrobiyom yönüyle de incelemek gerektiğini vurgulayarak, “Cilt mikrobiyomu, insan cildinin üzerinde bulunan bakteri, mantar, virüs ve diğer mikroorganizmalardan oluşan ekolojik topluluğa verdiğimiz isim. Cilt mikrobiyomunun hastalıklar üzerindeki etkisi hâlâ gelişmekte olan bir araştırma alanı olmasına rağmen, bağırsak mikrobiyomunun hastalıkların önlenmesi, teşhisi ve tedavisinde kullanım potansiyeli bulunuyor” ifadelerini kullandı'YÜZLERCE MAKALEDEN SONRA ‘SKIN FOOD’ YAKLAŞIMI DEDİĞİM ŞEYİ BULDUM’Tüm bunların farkında olan Dr. Maruthappu da yıllarca her tür diyeti deneyen hastalarla tanıştığına ama ciltleri için istedikleri sonuçları alamadıklarına dikkat çekerek, “Glütensiz, süt içermeyen, keto, paleo gibi diyetleri uygulayan danışanlarım oldu. Fakat ciltleri için istedikleri sonuçları alamadılar. Onları dinledikten sonra cilt sağlığını hedefleyen, sürdürülebilir bir şey bulmak benim vazifem oldu” dedi.Dr. Maruthappu, şöyle devam etti:-- Bilim insanı şapkamı taktım ve hangi besinlerin sadece cilt sağlığına iyi geldiği üzerine çalışmaya koyuldum. Bu besinlerin genel sağlığımızı da nasıl destekleyeceğini öğrenmek için bilimsel makaleleri okuyarak uzun saatler harcadım. Yüzlerce makaleden sonra ‘Skin Food’ yaklaşımı dediğim şeyi buldum. Birçok yönden Akdeniz diyetine benziyor. Ancak Doğu kültürlerinde yüzyıllardır cilt sağlığına fayda sağlamak için kullanılan bağırsak dostu yiyecekler ve iltihap önleyici baharatlar gibi önemli detayları da barındırıyor.-- Cilde faydaları açısından ilk 10'um avokado, fasulye ve mercimek, çilek, koyu yeşil yapraklı sebzeler, kefir gibi fermente gıdalar, somon, soya peyniri, domates, zerdeçal, ceviz ve kaju… Bu besinler bağırsak sağlığı üzerindeki etkilerinin bir sonucu olarak cilt sağlığını da destekliyor.NEDEN BU BESİNLER CİLDE İYİ GELİYOR?Bu noktada akla şu sorular geliyor: Bu besinler cilde neden ve nasıl fayda sağlıyor? Pırıl pırıl bir cilt için başka hangi besinleri tüketmek gerekiyor?Bu soruları Uzman Diyetisyen Aslıhan Altuntaş’a sorduğumda, “Havuç, tatlı patates, kabak, balkabağı, ıspanak, marul, kırmızı biber, domates, mango, portakal ve papaya zengin A vitamini içeriği barındırıyor. Avokado, mango, böğürtlen, çilek, somon, sardalya gibi yağlı balıklar, ıspanak, brokoli, pazı, badem, fındık, ceviz, kaju ve zeytinyağı ise zengin E vitamini içeriğiyle dolu…. Koyu yeşil yapraklı sebzeler ise C vitamini başta olmak üzere pek çok vitamin ve mineral içeriği ile cildi içten beslemeye ve canlandırmaya yardımcı oluyor. Bu nedenle bu besinler çok önemli ve faydalı” cevabını verdi.Altuntaş, cilde iyi gelen vitaminlerle ilgili ise şu detayların altını çizdi:-- A vitamini cilt sağlığı için birçok yararlı etkiye sahip olan önemli bir vitamin. Retinol, retinal, retinoik asit ve retinil esterler gibi çeşitli kimyasal formları bulunan bu vitamin, cildin nem dengesini düzenler, sağlıklı bir deri bariyeri oluşturarak cildin nem kaybını önler ve kuru cilt sorunlarını hafifletir. Aynı zamanda cildin yenilenme sürecini destekler. Hücre büyümesini ve yenilenmesini teşvik eder, böylece ciltteki hasarların iyileşmesine yardımcı olur.-- C vitamini ise cilt yaşlanmasını önlemeye yardımcı olur. Hücre büyümesi ve farklılaşmasıyla ilişkili olan sinyal yolaklarında rol oynar. Aynı zamanda antioksidan özelliklere sahip olan C vitamini, cildi ultraviyole radyasyon ve diğer çevresel faktörlerin oluşturduğu oksidanlara karşı korur. Cilt lekeleri gibi pigmentasyon bozukluklarının tedavisine de yardımcı olabilir.-- Güçlü bir yağda çözünen antioksidan olan E vitamini de cilt yaşlanmasını yavaşlatmaya yardımcı olur. Ayrıca ciltteki sorunları giderir. E vitamininin sıkılaştırıcı, nemlendirici ve yaşlanmayı geciktirici özelliklere sahip olduğu da gözlenmiştir. UVB ışınlarına karşı koruma sağlayarak kızarıklık ve şişmeyi azaltabilir.BU BESİNLERİ NE SIKLIKTA TÜKETMEK GEREKİYOR?“Tüm mineral ve vitaminlere sağlıklı çalışan bir cilt için doğrudan veya dolaylı ihtiyaç var. Bu da tüm besin gruplarından yeterli ve dengeli beslenmeyi gerektirir” diyen Aslıhan Altuntaş, “Mevsimine göre günde en az 7 farklı renkte sebze ve meyveyi en az 8 yumruk kadar tüketmek cildi doğru beslenmede atılacak ilk adım olabilir. Mor, kırmızı, turuncu, sarı, açık yeşil, koyu yeşil, beyaz her gün tüketilmesi gereken renkler. Beslenme düzenleri ve reçeteleri kişiye özgü değişiyor olsa bile cildinizi beslemek ve canlandırmak için bu besinlerden mevsimine göre gönül rahatlığıyla faydalanabilirsiniz” ifadelerini kullandı.  

Devamını Oku

Kavurucu yaz sıcaklarında doğru duş sıcaklığı nasıl olmalı? ‘Hipotermi ve vazodilatasyon yaşanabilir’

9 Ağustos 2023

Artan sıcaklar, bunaltıcı hale gelirken serinlemek ve ter atmak için akla çözüm olarak sık sık duş almak geliyor. Fakat bu sıklığın doğru ayarlanması dışında, suyun sıcaklığına da çok dikkat etmek gerekiyor.Özellikle sıcak havalarda pek çok kişi soğuk duşu tercih ediyor. Diğer yandan yaz-kış fark etmeksizin sürekli sıcak suyla duş alanların sayısı da oldukça fazla… Peki kavurucu yaz sıcaklarında doğru duş sıcaklığı nasıl olmalı?ÇOK SOĞUK SUDAN KAÇININ!Konuyla ilgili bilgilerine başvurduğum Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Bekir Sıtkı Cebeci, “Vücut sıcaklığınızı düzenlemeye yardımcı olmak ve sıcaktan kurtulmak için genellikle daha düşük sıcaklıklardaki suyla duş almak önerilir. Ilık ve çok soğuk olmayan su idealdir. Bu havalarda suyun sıcaklığında dikkatli olmak gerekiyor” dedi ve ekledi:“Su sıcaklığını mutlaka vücut sıcaklığınızdan daha düşük olan rahat bir seviyeye ayarlayın… Ilık su, rahatsızlığa neden olmadan ferahlatıcı bir his sağlayabilir. Çok soğuk duşlar başlangıçta serinletici bir etki sağlasa da kan damarlarınızın büzülmesine ve potansiyel olarak ısının vücudunuzda tutulmasına neden olabilir. Bu durum, vücudunuzun etkili bir şekilde soğumasını zorlaştırabilir. Özellikle vücudunuzun su sıcaklığına nasıl tepki verdiğine dikkat edin. Çok soğuk veya rahatsız hissediyorsanız, doğru dengeyi bulmak için su sıcaklığını buna göre ayarlayın.”‘SOĞUK DUŞ ALIRKEN MAKUL SICAKLIK 15-25 DERECE OLMALI’“Evrensel olarak makul bir soğuk duş sıcaklığını tanımlayan belirli bir sayısal değer olmasa da 15-25 derece aralığı genellikle uygun kabul edilir. Bununla birlikte, bireysel tercihler ve tolerans seviyeleri değişebilir” diyen Prof. Dr. Cebeci, şöyle devam etti:“Bazı bireyler biraz daha soğuk suyu tercih edebilirken, diğerleri daha sıcak suyu rahat bulabilir. Nihayetinde amaç, canlandırıcı hissettiren ve vücudu serinletmek, egzersiz sonrası kas ağrılarını azaltmak veya uyanıklığı artırmak gibi etkileri elde etmenize yardımcı olan bir soğuk duş sıcaklığı bulmaktır. Vücudunuzu dinlemeniz ve su sıcaklığını kişisel konfor seviyenize göre ayarlamanız önemlidir.”‘SOĞUK ŞOK TEPKİSİ, HİPOTERMİ VE SOĞUK KAYNAKLI VAZODİLATASYON YAŞANABİLİR’Bu noktada akla gelen en önemli soru şu; ‘Eğer 15-25 dereceden daha düşük sıcaklıktaki suda duş alırsak hangi sorunlar ortaya çıkabilir?’Bu soruma Prof. Dr. Cebeci, “Akla önce ani kalp krizi gelir. Çoğu sağlıklı bireyde genellikle böyle bir şey yaşanmaz. Ancak herkesin vücudunun farklı olduğunu ve soğuk suya bireysel tepkilerin değişebileceğini unutmamak gerekir. Bazı kişiler, soğuk su da dahil olmak üzere aşırı ısı değişikliğine karşı daha duyarlı olabilir ve bazı etkiler yaşayabilir” cevabını verdi.Prof. Dr. Cebeci, oluşabilecek etkilere dair şu bilgilerin altını çizdi:-- Soğuk suya maruz kalmak başlangıçta kalp atış hızında ani bir artış, hızlı nefes alma ve kan basıncında geçici bir artış dahil olmak üzere bir şok tepkisine neden olabilir. Bu tepki, vücudun ani sıcaklık değişimine verdiği doğal bir tepkidir. Çoğu sağlıklı birey için bu yanıt genellikle iyi tolere edilir ve kalp sorunlarına yol açmaz. Bununla birlikte, önceden kalp rahatsızlığı olan kişiler soğuk duş almadan önce dikkatli olmalıdır.-- Çok soğuk suya uzun süre maruz kalmak potansiyel olarak vücut sıcaklığında tehlikeli bir düşüş olan hipotermiye yol açabilir. Bununla birlikte, tipik bir duşun kısa süresinin sağlıklı bir bireyde hipotermiye neden olması pek olası değildir. Vücudunuzun tepkisine dikkat etmeniz önemlidir ve aşırı derecede üşümeye veya titremeye başlarsanız, yavaş yavaş ısınmak en iyisidir.-- Soğuk duşlar, cilde yakın kan damarlarının başlangıçta daralmasına daha sonra da genişlemesine neden olabilir. Soğuk kaynaklı vazodilatasyon olarak bilinen bu genişleme, vücut ısısını düzenlemeye yardımcı olan doğal bir tepkidir. Raynaud hastalığı gibi belirli kardiyovasküler rahatsızlıkları olan bireylerin bu genişleme nedeniyle rahatsızlık veya komplikasyonlar yaşayabileceğini belirtmekte fayda var. Bu kişiler kendilerini soğuğa maruz bırakmadan önce bir sağlık uzmanına danışmalı.HAVALARIN 35-40 DERECE OLDUĞU GÜNLERDE ÇOK SICAK SUYLA DUŞ ALMAK HANGİ SORUNLARA NEDEN OLABİLİR?Yaz aylarında genellikle soğuk duş tercih edilse de mevsim ne olursa olsun duşta sıcak sudan vazgeçemeyenler de var. Peki havaların 35-40 derece olduğu günlerde sıcak suyla duş almak ne gibi sorunları beraberinde getirebilir?Prof. Dr. Cebeci, bu durumun vücut üzerindeki etkilerini aşırı ısınma, dehidrasyon ve artan rahatsızlıklar olarak üç ana başlıkta topladı:-- Dış sıcaklık zaten yüksek olduğunda, sıcak bir duş vücut sıcaklığınızı daha da yükselterek potansiyel olarak aşırı ısınmaya neden olabilir. Bu durum baş dönmesine, yorgunluğa ve hatta ısı bitkinliği veya sıcak çarpması gibi ısıyla ilgili hastalıklara neden olabilir.-- Sıcak duşlar terlemeyi artırabilir ve bu da dehidrasyona katkıda bulunabilir. Vücut aşırı terlediğinde su ve elektrolit kaybeder. Sıcak havalarda, susuz kalmamak çok önemlidir ve sıcak bir duş, susuz kalma riskini artırabilir.-- Sıcak havalarda sıcak duşlar kendinizi daha da sıcak ve rahatsız hissetmenize neden olabilir. Rahatlama sağlamak yerine, vücudunuzun ısıyı tutmasına neden olarak yapışkanlık, rahatsızlık ve soğuma güçlüğüne yol açabilir.ÇOK SICAK VE SOĞUK DUŞ CİLDE DE ZARARLI!Sıcak ve soğuk duşun cilde zararlı olduğuna vurgu yapan Dermatoloji Uzmanı Dr. Belma Bayraktar, “Çok sıcak duş almak cildin florasını bozar, koruyucu yağ tabakasını yok eder, faydalı bakterileri ortadan kaldırır, ciltte kuruluk, kaşıntı, kızarıklık oluşturur. Cildin nem dengesi bozulur. Cilde gelen kan akımını artırır ve bu yüzden ciltte kızarıklık oluşur, gevşeme ve sarkma meydana gelir. Çok soğuk duş ise cilde gelen kan akımını azaltır, cilt beslenemez, kurur ve soyulur” ifadelerini kullandı.‘DUŞ SONRASI HAVALANDIRMASI İYİ OLAN SERİN BİR ODADA GİYİNİLMELİ’“Serin ya da ılık duş en faydalısı” diyen Dr. Bayraktar, “Bu sıcaklık terlemeye yardımcıdır. Duşun sonuna doğru kademeli olarak 10 saniye aralıklarla su hafif soğutulabilir. En önemlisi ise duş sonrası havalandırılması iyi olan serin bir odada giyinilmelidir. Banyo sık havalandırılmalı ve aşırı nemden de kaçınılmalıdır” bilgisini paylaştı.  

Devamını Oku

Çoğumuz bu riskin farkında bile değiliz: Güneş gözünüzü yakabilir!

31 Temmuz 2023

ABD’nin New Jersey'de yaşayan Dana Galiano, bir gününü ailesiyle neşe içinde plajda geçirirken başına geleceklerden habersizdi.Galiano, plajda geçirdiği saatler boyunca hiç güneş gözlüğü takmadı. Eve geldiğinde gözlerinde sanki kum kaçmış gibi bir yanma hissi duydu. Yapılan incelemeler sonuncunda Galiano'nun iki gözünde de güneş yanığı yani ‘fotokeratit’ olduğu ortaya çıktı.Daily Mail'e konuşan Galiano, rahatsızlığın önce sağ gözünde başladığını belirterek, “Çok sık güneş gözlüğü takan biri değilim. Bugüne kadar hiç göz hastalığı da yaşamadım. Fakat ailece gittiğimiz deniz kıyısında gözümde şiddetli bir yanma hissettim. Bir anlık bir şey olduğunu düşündüm ama yanıldım” dedi. Galiano şöyle devam etti:“Yanma sonrası gözlerimi kapattım ve yüzüme bir havlu örttüm. Sahilden eve geldiğimde yüzümü suyla duruladım. Hatta anneme ‘Bir bakar mısın, gözümde kum var mı?’ dedim. Görünürde bir şey yoktu. Hatta gözüm kırmızı da değildi. Fakat çok şiddetli ağrıyordu. Birkaç saat sonra ağrının şiddeti azaldı. Daha sonra gözümde bir çizik fark ettim ve bu beni çok korkuttu…”‘GÜNEŞ GÖZLÜĞÜ TAKMAYARAK HAYATIMIN HATASINI YAPTIM’Bir hafta sonra sol gözünde de aynı ağrının olduğunu söyleyen Galiano, “Gittiği doktor, ‘Gözünüzde güneş yanığı var ve bu kalıcı’ dedi. Daha da kötüye gidebileceğini, gündelik hayatımı etkileyeceğini ve görme problemleri yaşama ihtimalim olduğunu söyledi. O an güneş gözlüğü takmayarak hayatımın hatasını yaptığımın farkına vardım. Acısını ömür boyu çekeceğim, bundan sonra sürekli göz yorgunluğu yaşayacağım” ifadelerini kullandı.New York’ta göz cerrahisi konusunda uzmanlaşmış bir göz doktoru olan Dr. Jeff Dello Russo'ya göre fotokeratite bağlı kalıcı görme hasarı, yaz aylarında normalinden daha çok gözlenen bir durum…Dr. Russo, "Bu durum yaz aylarında çok görülür. Gözlerinizin kırmızı ve tahriş olması dışında görünürde hiçbir belirti olmadan da fotokeratitiniz olabilir” dedi.‘GÜNEŞE DOĞRUDAN BAKMAK GÖZÜN TÜM TABAKALARINI ETKİLER’Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğum Göz Hastalıkları Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Sezer Hacıağaoğlu, “Güneşe doğrudan bakmak, gözün neredeyse tüm tabakalarını olumsuz etkileyen UVA ve UVB’ye maruziyeti artırır. Bu durum cildimizde nasıl yanıklara sebep oluyorsa, gözün ön saydam tabakası olan korneada da fotokeratit dediğimiz güneş ışığı yanıkları oluşturur. Ayrıca hava sıcaklığının ve dolayısıyla buharlaşmanın artması nedeniyle göz yaşımız çok daha hızlı buharlaşır. Bu nedenle gözyaşımızın kornea yüzeyindeki koruyucu kalkan etkisi ortadan kalkar ve görmeyi etkileyen bir tablo ortaya çıkar” dedi. ABD'yi alarma geçiren bakteri: Gözün içinde eriyor! 18 eyalette 81 kişide görüldü, 4 kişi hayatını kaybettiGöz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Muhsin Eraslan da “Güneş ışınlarının dünya üzerine daha dik geldiği mevsim olan yazın ultraviyole ışınların zararlı etkileri ne yazık ki vücudumuzu daha belirgin olarak tehdit eder” dedi ve ekledi:“Yaz ayları dışında kışın deniz seviyesinden yükseldikçe ultraviyole ışınlarının etkisi arttığı için kayak merkezlerinde zaman geçiren insanlarda da bu sorun ortaya çıkar. Gözlerimiz için tehdit unsuru olabilen bu direkt güneş ışığı maruziyeti sadece gözümüzün en dış tabakası olan kornea tabakası için değil, aynı zamanda en iç tabaka olan retina tabakası için de yanık riski oluşturur.”BU BELİRTİLERE DİKKAT!"Fotokeratit gelişen bir gözde; ani başlayan bulanık görme, kızarıklık, ağrı, batma ve sulanma gibi şikayetler görülür" diyen Dr. Öğr. Üyesi Sezer Hacıağaoğlu, “Bu nedenle, eğer uzun süre güneş ışığına maruz kaldıktan sonra bu belirtilerden biri gözüküyorsa ve geçmiyorsa bir göz hastalıkları uzmanına başvurulması gerekiyor” dedi.Güneş ışığına uzun süre maruz kaldıktan sonra gözde şikayetler meydana geldiyse, gözlerin bol su ile yıkanması gerektiğinin altını çizen Prof. Dr. Muhsin Eraslan, “Su burada çok önemli, göz güzelce yıkanmalı. Hatta göz kapalı tutulmalı ve göz kapaklarının üzerine soğuk kompres uygulanmalı. Ancak gözleri ovuşturmaktan kesinlikle uzak durulmalı” ifadelerini kullandı.Dr. Öğr. Üyesi Sezer Hacıağaoğlu, “Eğer elinizde kullandığınız suni göz yaşı damlaları varsa bu damlaları damlatmak da fayda gösterecektir. Ancak görme şikayetinin devam etmesi, görmenin etkilenmesi halinde mutlaka hekime başvurulması gerekiyor” bilgisini paylaştı.YAZ AYLARINDA GÜNEŞE ÇIKARKEN HANGİ SAAT ARALIĞINI DİKKATE ALMALIYIZ?Güneşin yer yüzüne en dik geldiği saatler olan 10.00 ile 15.00 arasında mümkünse dışarı çıkılmaması gerektiğine dair uyarıda bulunan Dr. Öğr. Üyesi Sezer Hacıağaoğlu, “Bu saatlerde dışarı çıkmak zorunda olanlar mutlaka koruyucu şapka ve güneş gözlüğü takmalı, dışarıda olduğu süreyi mümkün olduğunca kısa tutmalı” ifadelerini kullandı.EN ÇOK KİMLER RİSK ALTINDA?'En çok kimler risk altında?' diye sorduğum Prof. Dr. Muhsin Eraslan bu soruma “Geçirilmiş kornea hastalığı hikayesi olanlar ve göz kapağını hareket ettiremeyenler veya hareket kabiliyetinde azalma olanlar risk altında bulunuyor” cevabını verdi.Bu riskli grup dışında güneş ışınlarına normalden çok daha fazla maruz kalanları bekleyen daha farklı tehlikelerin olduğunu da söyleyen Dr. Öğr. Üyesi Sezer Hacıağaoğlu, “UVA ve UVB yalnızca kornea yüzeyini değil gözün tüm tabakalarını olumsuz etkiler. Gözün beyaz bölümünü ve göz kapaklarının içini kapsayan tabakada halk arasında ‘kuş kanadı’ denilen pterjiyum hastalığına neden olabilir. Katarakt gelişimini hızlandırır ve gözün ağ tabakası olan retinada sarı nokta hastalığı gibi kalıcı değişikliklere neden olarak görme kaybına yol açabilir” ifadelerini kullandı.Prof. Dr. Muhsin Eraslan ise bu tip sorunlarda güneş ışınlarının haricinde yüksek güçteki lazer ışınları ve ameliyat mikroskop ışınlarının da etkili olabileceğini söyledi. Hatta Prof. Dr. Eraslan “Uzun süren operasyonlarda bu durumu akılda tutup önlemleri almak çok önemli” uyarısında bulundu.

Devamını Oku

Böbrek taşı vakalarında korkutan artış! ‘Sağlıklı insanlarda ve çocuklarda da görmeye başladık, bu endişe verici’

31 Temmuz 2023

Böbrekler, yaşamın devam edebilmesi için zararlı maddelerin vücuttan atılmasını sağlayan en önemli organlardan… Fakat bunu yaparken bazı mineral ve tuzlar böbrekte birikebiliyor. Bu da böbrek taşı oluşumuna neden oluyor.Genelde 30 yaş civarında ilk semptomların görüldüğü bilinse de son yıllarda böbrek taşı sorunu yaşayanların sayısında ciddi bir artış var. Amerikan Nefroloji Derneği tarafından yürütülen araştırmaya göre, yıl genelinde böbrek taşı vakalarının sayısı yüzde 16 arttı. En büyük artış da 15-19 yaş aralığındaki gençlerde oldu. Bununla birlikte yine bu yaş aralığındaki vakaların yüzde 52'sinin kadın olduğu, erkeklerin ise 25 yaşından sonra taşlara karşı daha duyarlı hale geldiği vurgulandı. En önemlisi de çocuklarda böbrek taşı vakalarının hızla artıyor olması…ABD Ulusal Böbrek Vakfı'na göre, ülkede yaşayanların yaklaşık yüzde 10'unda (5 yaşındaki çocuklar da dâhil olmak üzere) böbrek taşı olduğu biliniyor. Böbrek taşı geliştiren çocukların beş yıl içinde başka bir böbrek taşı geliştirme olasılığının ise yüzde 50 olduğu belirtiliyor.‘SAĞLIKLI İNSANLAR DA BÖBREK TAŞI ŞİKAYETLERİYLE GELMEYE BAŞLADI’Çalışmanın yazarlarından Philadelphia Çocuk Hastanesi'nde görevli Pediatrik Ürolog Dr. Gregory Tasian, NBC'ye yaptığı açıklamada “Çevremizde bu hızlı değişime neden olan bir şeyler yaşandığı çok açık. Sağlıklı kişiler de belirsiz nedenlerle böbrek taşı şikayetleriyle gelmeye başladı. Çocuklarda da vaka sayısı arttı. Bu durum endişe verici” ifadelerini kullandı.Oyuncu Ufuk Özkan ile gündeme geldi: 7 soruda karaciğer yağlanması... 'Salgın gibi önlenemez şekilde artıyor, yanlış beslenme çok etkili'‘TÜRKİYE BU HASTALIĞIN EN SIK GÖRÜLDÜĞÜ YERLERDEN BİRİ’ABD'deki bu tablodan hareketle ülkemizdeki durumu Üroloji Uzmanı Doç. Dr. Serkan Doğan’a danıştım. Doç. Dr. Doğan, ülkemizde de böbrek taşı görülme sıklığının arttığını ve Türkiye’nin hastalığın en yaygın görüldüğü ülkelerden biri olduğunu söyledi. Doç. Dr. Doğan, şu önemli bilgilerin altını çizdi:“Böbrek taşları dünya genelinde yaygın bir problem. Değişik çalışmalarda yüzde 5 ile yüzde 15 arasında görülme sıklığından bahsediliyor. Bu kişilerde tekrarlayan taş olasılığı ise beş yılda yüzde 50 civarındayken 10 yılda yüzde 80’e ulaşıyor. Maalesef son yıllarda tüm dünyada böbrek taşı görülme sıklığı artıyor. Ülkemizde de durum pek farksız değil, görülme sıklığı her geçen gün artıyor. Zaten dünyada bu hastalığın en fazla görüldüğü yerlerden biriyiz. 90’lı yılların başında yüzde 2-14 arası değişen oranlar bildirilirken günümüzde yüzde 20-25’e varan oranlar görülüyor.”BÖBREK TAŞI VAKALARINDAKİ ARTIŞIN 8 NEDENİTürkiye’de beslenme ve yaşam tarzı değişikliklerinin sorunun en temel nedeni olduğunu vurgulayan Doç. Dr. Doğan, “Ülkemizde Akdeniz diyetinin yerini hızla Batı tarzı hızlı tüketim ürünleri, işlenmiş gıdalar aldı ve taş sıklığı da artış gösterdi” dedi. Doç. Dr. Doğan, 8 maddeyle artıştaki nedenleri sıraladı:1- Kalsiyumdan fakir, hayvansal protein yönünden yoğun beslenme idrarla atılan metabolitleri etkileyerek yüksek risk oluşturuyor.2- Su tüketiminin azalması da taş riskini artırıyor. Gerçek bitki ve meyve çayları, ayran ve hoşaf gibi görece doğal sıvılar dışında paketli içeceklerin tercih edilmesi günlük 2,5 litre su tüketimi yerine geçmiyor.3- Obezite ülkemizde çok fazla görülüyor ve bu durum ürik asit ve oksalat metabolizmasını bozarak taş riskini artırıyor. Özellikle çocuklardaki artışın bununla ilişkili olduğunu söylemek mümkün.4- Dünya genelinde küresel ısınmaya bağlı olarak, kişilerin nefes ve ter yoluyla sıvı kaybı arttığından hem idrar yolu enfeksiyonu hem de böbrek taşı sıklığı artıyor.5- İşlenmiş paketli gıdalarda yer alan koruyucu ve katkı maddeleri, normal elektrolit metabolizmasını bozarak taş riskini oldukça artırıyor.6- Sofra tuzu başta olmak üzere monosodyum glutamat (Çin tuzu) gibi minerallerin tüketimindeki artış da kalsiyum metabolizmasını bozarak taş riskini artırıyor.7- Destek tedavisi adı altında alınan kontrolsüz maddeler, içerdikleri katkı maddeleri ve özellikle yüksek D ve C vitamini nedeniyle elektrolit metabolizmasını bozarak taş riskini artırıyor.8- Bazı ilaçlar ve uyuşturucu maddeler de böbrek tübüllerini olumsuz etkileyerek taş riskini artırıyor.TAŞLARIN YAPISI CİNSİNE GÖRE 5’E AYRILIYORTaşların yapısını oluşturan kristallerin cinsine göre 5 ana kategoriye ayrıldığını söyleyen Doç. Dr. Doğan, “Bunlar kalsiyum oksalat taşları (en sık), kalsiyum fosfat taşları, enfeksiyon (strüvit) taşları, ürik asit taşları ve sistin taşlarıdır. Kalsiyum bileşenli taşlar toplamın yüzde 80-85’ini oluşturuyor. Taşın yapısının bilinmesi, tedavi sonrası tekrar taş oluşumunun önlenmesi ve buna yönelik önlemler alınması açısından önemli. Ayrıca enfeksiyon taşları (magnezyum amonyum fosfat) dediğimiz ayrı bir çeşit vardır ki tedavisinde enfeksiyonu da tedavi etmek gerekir” ifadelerini kullandı.HASTALIĞIN BELİRTİLERİ NELER?Bu noktada cevap bekleyen en önemli soru, böbrek taşı hastalığının belirtilerinin ne olduğu...Doç. Dr. Doğan, “Erken dönemde belirti göstermeyen böbrek taşı, aniden başlayan sırt ve karın bölgesinde ağrı semptomları ile ortaya çıkar. Küçük taşlar fark edilmeden idrar yolundan geçebilirken büyük taşlar böbrekte ve mesaneyi birbirine bağlayan üreterde sıkışabilir. Böbrek taşı hastalarında en sık rastlanan belirti ağrıdır. Bazı durumlarda ağrı şikâyeti hafif iken bazı durumlarda daha şiddetli ağrılar yaşanabilir” dedi.Doç. Dr. Doğan, genel olarak belirtileri şu şekilde sıraladı: “İdrarda kan görülmesi, idrar yaparken ağrı oluşması, mide bulantısı, sık idrara çıkma, idrar yapmada zorluk, ateş ve titreme gibi şikayetler de hastalığın belirtileri arasında yer alır.”TAŞ OLUŞUMUNU ÖNLEMEK İÇİN NELER YAPILMALI?Doç. Dr. Doğan, böbrek taşı oluşumunu önlemek için nelere dikkat edilmesi gerektiğini de şöyle sıraladı:“Günlük 2,5 litre sıvı alımı, hayvansal protein alımının azaltılması, tuz tüketiminin azaltılması, lifli diyeti tercih etmek, işlenmiş gıda tüketmemek, düzenli egzersiz alışkanlığı edinmek, taşın kimyasal yapısına göre verilebilecek diyete uygun bir beslenme rejimi uygulamak.”Hangi sebze ve meyve hangi yöntemlerle yıkanmalı? Tarım ilacı kalıntılarından nasıl kurtulacağız? İşte en kirli sebze ve meyveler... 10 SORU 10 YANIT6 MİLİMETREDEN BÜYÜK TAŞLARA DİKKAT!“Böbrek taşı hastalığının tedavisi, taşın yerleşim yeri, boyutu, tipi ve hastaya ait birtakım faktörler göz önüne alınarak planlanmalı” diyen Doç. Dr. Doğan, “Taşın büyüklüğü doğal olarak taşın düşüp düşemeyeceği konusunda önemli bir faktördür. 4 milimetreden daha küçük olan taşların yüzde 80’i kendiliğinden geçer. 4-6 milimetrede olan taşların bir tür tedavi gerektirme olasılığı daha yüksektir. Ancak yaklaşık yüzde 60’ı doğal olarak kendiliğinden düşer. 6 milimetreden büyük taşlar genellikle tıbbi tedaviye ihtiyaç duyar. Sadece yüzde 10 civarındaki taş doğal olarak düşer” dedi.Doç. Dr. Doğan, şöyle devam etti:-- Böbreklerde oluşan taşların tedavisinde ağrı kesici ilaçlar ve narkotik etkili ilaçlar kullanılabilir. Hastadaki enfeksiyonun tedavisi için antibiyotikler kullanılır. İlaç tedavisinde doktor kontrolünden sonra taşın oluşum nedenine ve türüne göre ilaçlar tavsiye edilir. Ürik asit taşlarının tedavisinde allopurinol, kalsiyum taşlarında tiazid diüretikler, kalsiyum taşlarında fosfor çözeltileri uygulanır.-- Büyük taşları parçalamak için ses dalgaları da kullanılır. Parçalanan taşlar doğal yollarla daha kolay atılır. ESWL prosedürü olarak adlandırılan bu işlem, hastada bazı komplikasyonlara neden olabilir, sırt ile karında morarmalar ve böbrek çevresinde kanamalar gibi... Ayrıca büyük taşlarda kırılan parçaların üreteri tıkamaması için öncesinde böbrekle mesane arasındaki yol olan üretere kapalı yöntemle kateter takmak gerekebilir.

Devamını Oku

Dünyada kansere bağlı ölüm oranı azalıyor! Türkiye’de durum nasıl?

25 Temmuz 2023

Çağımızın en önde gelen sağlık sorunlarından biri kanser! Çaresizlik ve belirsizlik içeren, panik ve karışıklık yaratan, ciddi ve kronik bir hastalık olarak biliniyor. Fakat günümüzde kanserle ilgili tanı ve tedavideki ilerlemeler, hastaların hayatta kalma oranlarını artırmış durumda.Örneğin kanserden ölüm oranları; sigara alışkanlığındaki artış, beslenme tarzı değişikliği ve şehirleşmeyle oluşan yaşam tarzı değişikliklerinin olumsuz etkileri nedeniyle, 1900’lu yıllardan sonra ciddi bir artış göstermişti.Fakat bu artış, ABD’de 1991 yılından sonra azalmaya başladı. 1991 yılında her 100 bin kişiden 215’i kanser nedeniyle hayatını kaybederken, 2018-2019 yıllarında her 100 bin kişiden 149’unun kanser nedeniyle hayatının kaybetmesi şeklinde gerileme gösterdi.En son Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü’nün hazırladığı raporda, son 30 yılda kansere bağlı ölüm oranlarında, Amerika’da toplam yüzde 31 gerileme yaşandığı aktarıldı. Bu durum dünyada kanser tedavilerinde kat edilen mesafeyi göstermesi açısından oldukça sevindirici ve insanlık için de büyük bir umut.Amerikan Kanser Derneği CEO’su Karen E. Knudsen de bu durumu şu şekilde açıklıyor:“Kanser kaynaklı can kayıplarının azalmasında akciğer, kalın bağırsak, cilt, meme ve prostat kanserlerindeki uzun vadeli düşüşler, sigara içme oranlarının azaltılması ve hedefe yönelik doğru ilaç tedavileri önemli rol oynadı. Bu gelişme daha da olumlu sonuçları ortaya çıkaracaktır.” AMERİKA DIŞINDA AVRUPA’DA DA UMUT ARTIYORKonuyla ilgili görüşlerine başvurduğum Türk Radyasyon Onkolojisi Derneği Başkanı ve Hacettepe Üniversitesi Radyasyon Onkolojisi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Gökhan Özyiğit, “Güzel haberler sadece ABD tarafında değil. Dünya Sağlık Örgütü verilerine baktığımız zaman Avrupa’da da benzer olumlu gelişmeleri görmekteyiz” dedi ve ekledi:“Kansere bağlı ölüm olasılığı kıta Avrupa’sında 2000’li yılların başında yüzde 10.1 iken, 2015 yılında bu oranın yüzde 8.4 olduğunu görmekteyiz. 2030’lu yıllarda bu oranın yüzde 5’lere gerileyeceği tahmin ediliyor.”Onkoloji uzmanı Prof. Dr. Hakan Karagöl de “Avrupa’da genel anlamda değerlendirme yapıldığında kanserden ölüm oranlarında azalma olduğunu” söyledi. Ancak Prof. Dr. Karagöl, Avrupa’da ülkeler tek tek incelendiğinde, kansere bağlı ölüm oranlarında farklılıklar gözlendiğinin altını çizdi ve şu bilgileri paylaştı:-- Örneğin Polonya’da kanserden ölüm oranları son yıllarda azalma yerine artış gösterdi. Tüm Avrupa Birliği’ndeki genel kanserden ölüm oranı 2017 yılı için her 100 bin kişiden 257’si olarak bildirildi. Bu dönemde 1.9 milyon kişi kanserden hayatını kaybetti. Avrupa kıtası ile ABD arasında, ABD lehine görülen bu farklılaşma için iki neden söylenebilir. -- Birincisi Avrupa nüfusunun ABD’ye göre belirgin olarak daha yaşlı olması, ikincisi de Avrupa Birliği içindeki ülkeler arasında sağlık alt yapısı farklılıklarına bağlı sunulan sağlık hizmetindeki kalite farkı ve tarama testlerinin uygulanma oranındaki değişiklikler… Ama resme geniş bakarsak Avrupa’da da kansere bağlı ölüm oranlarında düşüş gözüküyor.”Peki kansere bağlı ölüm oranlarında ülkemizde durum nasıl? En çok hangi kanser türleri görülüyor? Kanser tedavilerinde atılan yeni adımlar var mı? Aklımdaki tüm soruları Prof. Dr. Hakan Karagöl ve Prof. Dr. Gökhan Özyiğit’e yönelttim. Oldukça detaylı ve önemli bilgiler verdiler. İLAÇ TEDAVİLERİNDE YAŞANAN OLUMLU GELİŞMELER ÇOK ETKİLİAmerikan Ulusal Kanser Enstitüsü’nün raporunda dikkat çeken nokta, kanser kaynaklı can kayıplarının azalmasında en yaygın görülen dört kanser türü olan akciğer, kalın bağırsak, meme ve prostat kanserinde uzun vadeli düşüşlerin olduğu. Son yıllarda dört hastalığın tedavisinde önemli gelişmeler mi yaşandı?Prof. Dr. Hakan Karagöl: İnsanda 50’den fazla kanser türü görülüyor. Görülme sıklığına göre ABD’de erkeklerde en fazla prostat kanseri (Tüm yeni görülen vakaların yüzde 26’sı), kadınlarda ise meme kanseri (Tüm vakaların yüzde 30’u) oluşturmakta.Yine, tüm kanser vakalarının yaklaşık yüzde 50’sini akciğer, meme, prostat ve kalın bağırsak kanserleri oluşturuyor. ABD’de son 30 yılda kanserden ölümde görülen azalma aslında bu dört kanser türünde görülen düzelmelerle ilgili.Gerçekten de son 20 yılda daha belirgin olmak üzere bu dört hastalık kolunda ilaç tedavilerinde adeta bir dönüşüm yaşanmaya başladı. Örneğin meme kanserinde bundan 30 yıl önce kullanılabilen hiçbir immünoterapi (Bağışıklık sistemini uyaran antikorlar ile tedavi) ilacı yokken günümüzde 7’den fazla immünoterapi ilacı meme kanseri tedavisinde kullanılıyor.Yine 30 yıl önce hormon terapisi ve akıllı hap ile tedavi dışında kullanılabilen ilaç yokken şimdi gerek erken evre hastalıkta gerek ileri evre hastalıkta 10’dan fazla akıllı hap ile tedavi meme kanserinde kullanıma girdi. Aynı durum akciğer kanserinde de görülüyor.20 yıl önce akciğer kanserinde kullanılan hiçbir immünoterapi ve akıllı hap tedavisi yokken, günümüzde 5’den fazla immünoterapi ilacı 10’dan fazla akıllı hap şeklinde ilaç erken ve ileri evrede kullanılır hale geldi. Benzer durum prostat ve kalın bağırsak kanserleri için de geçerli. Haliyle bu uygulamalar hastalığa karşı verilen savaşta başarı oranlarını inanılmaz derecede artırdı. Prof. Dr. Gökhan Özyiğit: Kanser ölümlerinin azalmasında diğer faktörler arasında tanıda ve tedavide çığır açan yenilikler de yer alıyor. Kanserde tanıya yönelik genetik, patoloji, radyoloji ve nükleer tıp alanlarında inanılmaz yenilikler yaşandı.Artık patolojik ve genetik analizlerle hedefimizi daha iyi tanıyoruz. Tanısal yeniliklerle kanserli bölgeleri çok daha erken ve çok daha küçükken yakalayabiliyoruz. Radyasyon onkolojisi alanında 2000’li yıllarda yaygınlaşan ve gelişen bilgisayar teknolojileriyle paralel devrim niteliğinde gelişmeler yaşandı. Artık radyoterapi ile tümöre istediğimiz dozu verirken, sağlıklı dokuları çok iyi koruyabiliyoruz. Kanser cerrahilerinde de büyük aşamalar kaydedildi.COVID-19 İÇİN ÇEKİLEN TOMOGRAFİLER AKCİĞER KANSERİNDE ERKEN TANILARI ARTIRMIŞ OLABİLİRRaporda akciğer kanseri ölümlerinde de olumlu yönde bir düşüş olduğu vurgulanıyor. Covid-19’un da en çok akciğeri etkilediği biliniyor. Bu bağlamda son yıllarda virüs için çekilen tomografiler akciğer kanserinde erken tanıları artırmış olabilir mi?Prof. Dr. Gökhan Özyiğit: Öncelikle şunu söylemek gerekiyor, Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü’nün verilerinde yer alan akciğer kanseri ölümlerinin azalmasında koronavirüsün bir rolü bulunmuyor. Ama dediğiniz gibi pandemi döneminde çok sayıda akciğer tomografisi çekildiği için, erken evre akciğer kanseri tanıları artmış olabilir. Ancak bu durumun akciğer kanseri ölümlerine olumlu etkisini görmek için henüz çok erken. ÖLÜM ORANLARINDA DÜŞÜŞ OLSA DA SİGARA KULLANIMI AKCİĞER KANSERİNİ ARTIRMAYA DEVAM EDİYORKansere bağlı ölüm oranlarında düşüşler olsa da akciğer kanseri ABD'de erkeklerde en sık teşhis edilen kanser türü olmaya da devam ediyor. Bu tür neden bu kadar yaygın?Prof. Dr. Hakan Karagöl: Akciğer kanserleri alışkanlıklar ve çevresel faktörlerden en çok etkilenen kanser türlerinden biri. Bu kanser türünde en fazla etkisi olan alışkanlık sigara kullanımı. Sigaranın henüz yaygın kullanılmadığı 1800’lü yıllarda akciğer kanseri çok nadiren görülürmüş. Ancak, 1900 yılların başından sonra ve özellikle de son 50 yılda akciğer kanseri erkeklerde birinci sıklıkta görülen kanser haline geldi.Kadınlarda da son 50 yılda sigara kullanımında görülen artışa bağlı akciğer kanserleri ikinci en sık görülen kanser oldu. Sigara dışında çevresel faktörlere örnek verecek olursak örneğin; dizel yakıttan kaynaklanan egzoz gazlarına bağlı büyük şehirlerde çalışan taksi şoförlerinde de akciğer kanseri riski artmış durumda…TÜRKİYE’DE DE OLUMLU BİR TABLO SÖZ KONUSUSon raporu Türkiye özelinde yorumlarsak neler söyleyebiliriz? Ülkemizde de kansere bağlı ölüm oranlarında düşüş var mı?Prof. Dr. Gökhan Özyiğit: Türkiye, kanser istatistikleri açısından Dünya Sağlık Örgütü tarafınca kaliteli veri sunan ülkeler sınıfında yer alıyor. Çünkü ülkemizde kanser yıllardan beri bildirimi zorunlu bir hastalık ve kanser veri tabanımız da ülkemizin kökleşmiş üniversiteleri sayesinde çok sağlam ve kaliteli bir alt yapıya sahip.Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre Türkiye’de kansere bağlı ölüm olasılığı 2000’li yıllarda yüzde 10.8 iken, 2015’te bu oran yüzde 8.98’e düştü ve tahminlere göre 2030’larda bu oranların yüzde 5.9’lara düşmesi bekleniyor. Bu açıdan verilerimiz Avrupa ile büyük benzerlik göstermekte. Yani ülkemiz için de çok olumlu bir tablo söz konusu. TÜRKİYE’DE BEŞ KANSER TÜRÜ BAŞI ÇEKİYORPeki Türkiye’de en çok görülen kanser türü hangisi?Prof. Dr. Gökhan Özyiğit: En sık akciğer, meme, bağırsak, prostat ve tiroid kanseri görülüyor. Genel olarak kanserlerin en sık nedenleri arasında tütün ürünleri başta olmak üzere alkol, obezite, kötü beslenme, Hepatit B-C ve Human Papilloma gibi virüsler, düzenli egzersiz yapmama, hava kirliği, güneş ışınlarına maruz kalma gibi çok farklı nedenler yer almakta. Meme kanseri ve prostat kanseri gibi bazı kanser türlerinde genetik de önemli bir etken. Ancak ailede kanser hikâyesi olması mutlak kanser olunacağı anlamı da taşımıyor. Sadece bu grup bireylerde risk arttığı için, özellikle tarama programlarına daha erken başlanılması öneriliyor.Kanser eğitimi ve kanser tedavi yöntemiyle ilgili ülkemizin dünyadaki konumu nedir? Bu noktada atılan adımlar, yeni gelişmeler var mı?Prof. Dr. Hakan Karagöl: Türkiye, bulunduğu coğrafi bölge göz önüne alındığında komşu ülkeler içinde kanser tedavisinde en son teknoloji ve tedavi yöntemlerini en iyi kullanan ülke durumunda yer alıyor. Bunun en güzel göstergesi son yıllarda oluşan yabancı hasta başvurularında görülen hızlı artış. Hem cerrahi tekniklerdeki hızlı gelişmeye olan uyum, hem yeni geliştirilen radyoterapi teknikleri ve cihazlarının teminiyle özel bir konuma sahibiz.Toplumun kanser eğitimi konusunda son yıllarda gerek resmi kurumların gerekse medya ve diğer kuruluşların üzerine düşeni yapmaya çalıştığını memnuniyetle görüyoruz. Bu konuda ek yapılması gereken daha mikro düzeyde kanser konusunda bilgiye ulaşılabilirliği kolaylaştırmak adına yeni ne tür uygulamaların yapılabileceği konusunda planlama yapılması gerekliliği.

Devamını Oku