Masallar, anneler, çocuklar...

Haberin Devamı

Nursel Calap bu köşeyi takip edenlerin artık yakından tanıdığı bir arkadaşım... Yayınevimin çalışkan, becerikli ve son çıkan masal kitaplarımızın ardındaki “tatlı cadı”sı...

Kendisi aynı zamanda biaile.com yazarı.

Bir yazı yazmış kitaplarımızla ilgili..

Hangi anne katılmaz bu satırlara?

***


Annemin arkadaşı

Çocuk olsam öğrenmem ve sandığım şekilde olmadığını anlamam gereken şeylerin arasında en çok, anne babamın ben doğmadan önce de bir hayatlarının olmasına şaşırırdım. Benim çocuklarım da aynı şeye şaşırıyorlar, bugün öğrendim.

Uzun yıllardır tanırız İclâl Aydın’la birbirimizi... En yakın arkadaşlarımdan biridir. Tanıştığımız sırada ikimiz de anne değildik. Ben anne olabileceğimi düşünmüyordum bile. Ama bu gece uyurken çocuklarıma onun kızı Zeynep Lâl için hazırladığı kitapları okudum!

Birlikte birçok kitap yaptık İclâl’le... Yazdığı sırada okuduğum cümlelerin herkesin okuduğu satırlara dönüştüğü tüm kitaplarından daha özeldi bu iki kitap. “Zeynep Lal Büyürken” kitaplarından bahsediyorum. Bu kitaplar İclal’le benim “anne” olduğumuzu daha buruk anlattı bana. Kızlarımızın annesi olarak yaptıklarımızın benzerliği arkadaşlığımızı biraz daha pekiştirdi!

Ama ilk kitabı “Hayat Güzeldir” için gecelerce çalışırken aklımızın köşesinde olmayan çocuklarımız, şimdi onlardan önce yaşamadığımızı düşünüyor.

Masalları okuduktan sonra Ayşegül’e “Biliyor musun bu kitaptaki masalları İclâl teyzen kendi kızına anlatıyormuş” dedim.

“Senin arkadaşın olan iclâl mi?” dedi.

“Evet” dedim... “O İclâl teyzenin kızına anlattığı masalları biz kitap yaptık, Zeynep Lâl büyürken dinlediği masalları senin gibi tüm küçük çocukların da bilmesini istediği için.”

“Siz arkadaş olurken biz nerdeydik?” diye sordu kızım, konudan tamamen uzaklaşarak.

“Ne sen, ne abin ne de Zeynep Lâl vardı biz arkadaş olurken” diye cevap verdim.

“Babaannemde miydik?” diye sordu bu kez. Uykusu gelmişken fikirlerinin berraklığına bayılıyorum çocukların. İnsana basit ve doğrudan bir bakış açısının ne kadar çabuk kaybedildiğini hatırlatıyorlar. Kendileri doğmadan önce de yaşandığını bilmek zorunda değiller ki! Değil mi ama?

“Hayır” dedim, “hiç doğmamıştınız.”

Kardeşi kendisinden sonra doğduğu için onsuz bir hayatın varlığıyla ilgili aşağı yukarı bir fikri olan oğlum atıldı. “Babam var mıydı peki?”

Onlar olmadan yaşadığımız günleri hatırlamak bizi tatlı anılara sürüklerken çocuklarımızda binlerce soru işareti yaratıyor. Bu gece anladım! Hayatımızın onlarla başladığına inanmak istiyorlar, onlarsız yaşayamayacağımızı düşünürken. Çocuk olarak en büyük haklarından biri de bu. Hayatımızın merkezinde olduklarını anlamak için buna ihtiyaçları var.

“Evet,” dedim onlara. “Baban vardı, Lal’in babası da vardı ve İclâl teyzenle biz onlarla evlenip çok güzel çocuklarımızın olmasını hayal ediyorduk. Yani siz aslında hep vardınız, doğmadan önce de bizim hayallerimizde, ama hep vardınız...”

İkisi de rahat bi uykuya geçmeden önce kızım son ve gülümsemeden cevaplanamayacak olan sorusunu sordu!

“Ben senin hayallerindeyken ne giyiyodum anne?”

Cevap vermeden önce “Zeynep Lâl Büyürken Kanatlar” kitabında en çok sevdiği belli olan ve orasından kıvırıp komodinine bıraktığı sayfaya baktım.

“Hayalimdeyken Zeynep Lâl’in giydiği beyaz, pembe simli şahane dans elbisesi gibi bi elbise giyiyordun kızım, kanatların da vardı...” dedim.

Böylece onlar mutlu uykularına daldıklarında benim için uykusuz bir gece daha başladı!

***


Figen Şakacı ve BİTİRGEN’i

“Bir uzun hikâye” demiş Figenimmmm... Yazdığını böyle isimlendirmiş. Kitap bittiğinde aradım, dedim ki “Bana bunları yapabildiğin için saygı duyuyorum!” Şaşırdı... “Ne yapmışım ki?” diye sordu o çok sevdiğim gevrek, soyadı gibi sesiyle...

“Kitabını okurken kalbimin bütün zarlarını soydun. Güldürdün. Ağlattın. Anımsattın. Seni bilgisayar başında gördüğüm o ilk güne götürdün.Yeni gelmiştim Türkiye’ye... Yanında oturur yazdıklarını okurdum. Tüm yazma serüvenimde senin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu fark ettim. Ben hep sana özenmişim biliyor musun... Ve seninle koptuğumuz birkaç yıl dışında seninle bütün anılarımın neşeli, kahkahalı, acıklı olduğunu gördüm. O sayfalarda ağlarken ve gülerken bana bu iki duyguyu birden gerçek hayatta da yaşatabilen arkadaşıma sevgimin yanında saygı duymam mı?”

O çok sevdiğim kahkahasını attı...

“Ve” dedim... “Bir kitaba bu kadar doğru bir isim verilemezmiş... Kitabı elime ilk aldığımda neden BİTİRGEN demiş ola ki diye sordum kendime. Okudukça, okudukça ve sonunda bittiğinde bir kitabın ancak bu kadar Bitirgen- olabileceğini anladım. Seni çok seviyorum.”

Şahane dili bir yana kitabın içinde ne var diye sorarsanız eğer...

Birhan Keskin kitabın arka kapağında “Bizim buraların büyüme hikâyesi bilinmeden, bu hikâyeler iyileşmeden bizim buralar da asla iyileşmeyecek çünkü...” diyor.

Ben de ekliyorum... Okumayan yazık eder kendi kalbine...

***


Erguvana çok var...

Güzel arkadaşımla Aralık ayının ortasında, Arnavutköy’de, yemek yemeyi çok sevdiğimiz İspanyol restoranındaydık... Hava o kadar güzeldi ki, üzerimizde ince birer ceketle kapının önüne oturmuş, kahvelerimizi içerken aralık ayında kışın hâlâ gelmemiş olmasına şaşırmıştık...

Dün yine aynı arkadaşımla güneşin gülümsemesine aldanıp “bahar geldi mi yoksa” diye bir sevinecek gibi olduk ama... I-ıııh... Kandırdı bizi güneş... Kış gelmek bilmemişti, şimdi gitmek bilmiyor..

Oysa benim acelem var...

Ne zaman saçlarımı kestirmek için kuaför koltuğuna otursam o saçlar bana bir güzel gelir, bir güzel gelir anlatamam... Ve ne zaman bir evden taşınmaya karar verip ev sahibine bildirsem o ev bana bir güzel gelir bir güzel gelir, yine anlatamam... Ki sıklıkla ev değiştirdiğim için deliye çıktı adım eş dost içinde... Şu anda çok şikâyetçi olduğum için taşınmaya karar verdiğim evin manzarası canımı acıtıyor! Çünkü bahar o kadar yavaş geliyor ki, karşımdaki korunun erguvan ağaçlarını, o güzelim efatunları göremeden gideceğim diye üzülüyorum...

Bu şikâyetime pek gülen bir arkadaşım “İstanbul’da tüm belediye otobüsleri bundan böyle erguvan rengi olacak, öyle avunursun” dedi... Sonra da ekledi “Hürrem Sultan’ın en sevdiği renk erguvan rengiymiş biliyor musun...”

Erguvan dedin mi bütün İstanbul için bir hikâye var elbette...

Erguvan, Bizans’ın ve Hristiyanlığın önemli simgelerinden sayılırmış. Erguvan moru Bizans hükümdarlarının kıyafetlerinde kullanılan bir renkmiş ve doğal yollarla üretilen en zor renk olduğu için, bir zenginlik ve güç belirtisiymiş... İmparator dışında hiç kimse mor pelerin takamazmış...

Demek bugün bile asaletin rengi sayılması Bizans’tan kalma...

O zaman şöyle bir cümleyle bu bölümü bitirebilirim: Hürrem Sultan’ın en sevdiği renk olan ve Bizans’ın asalet simgesi sayılan erguvan rengi artık İstanbul Belediyesi’nin otobüslerinde yaşayacak... Çok asil...

DİĞER YENİ YAZILAR