Bu aşamada süreci yeniden tanımlamak gerekiyor. Hafta başından bu yana yaşananlar salt ‘mücadele’ kelimesiyle açıklanamayacak boyuta geldi. Artık tam bir savaş yaşanıyor. Taraflar keskinleşiyor, mücadele yükseliyor. Mücadele sertleştikçe yolsuzluk/hukuk/rüşvet meselesi tali bir sorun hâline geliyor.
Mücadelenin sonucunu belirleyecek iki soru var: Birincisi, devlete rağmen bir yapı iktidarı ele geçirebilir mi? İkincisi ise devlet kim?
İkinci sorudan başlayalım: Bir tarafta ‘devlet-hükümet ikilemini’ sonlandıran bir iktidar var. 27 Mayıs darbesiyle resmileşen ‘devlet-hükümet’ ayrımı Erdoğan’la son buldu. Geçen on yılda ‘siyasal merkezle-toplumsal merkez’ arasındaki makas neredeyse kapandı. Geldiğimiz noktada artık devleti ve hükümeti Erdoğan temsil ediyor.
Asimetrik mücadele!
Devlet-hükümet ayrımının son bulması doğal olarak devlette aktörlük sorununu çözdü. Bu bağlamda ‘hizmet’le Erdoğan arasındaki mücadele ‘hizmet’le devlet arasındaki mücadeleye dönüşmüş durumda. Diğer yanda ise küresel ölçekte ağa sahip bir sivil toplum örgütü var. Dolayısıyla iki güç arasında asimetrik bir savaş var. Siyaset bilimi, sosyoloji, tarih diye bilimler varsa ‘devlet/hükümet ile STK’ arasındaki bu mücadelenin sonucu bellidir.
Bir önceki yazımda diplomatik dille yazmıştım, hatırlatmakta fayda var. Mücadelenin icmali çıkarıldığında şöyle bir tablo oluşuyor. Erdoğan cephesinde, Cumhurbaşkanı, TSK, MİT yani dolayısıyla devlet ile, diğer cemaatler, Anadolu sermayesi ve halkın önemli bir kısmı var.
Hizmet cephesindeyse, ona gönül veren insanlar, Kemal Kılıçdaroğu ile yapılan taktik işbirliği, emniyet ve yargıdaki bir kısım kadrolar ile kısmen Avrupa ve ABD var.
Rodeo devlet ya da tarih bize ne söylüyor?
İkinci soruya gelindiğinde: Türkiye’de devlet algısına bakıldığında aşkınlaştırılan ve dolayısıyla efsunlaştırılan bir mit var. Solcusundan sağcısına herkesle flört eden ancak hiçbirine yar olmayan fettan bir devlet bulunuyor. Bu coğrafyanın görüp görebileceği en kudretli ve en ‘kesin inançlı’ kadro hareketi olan İttihatçılar bile bu devlete sahip olamadı.
Kurmay zekâya sahip İttihatçılar kendilerine en güvendikleri anda ‘erken iktidar hastalığına’ tutuldular. Sina Akşin’in kavramsallaştırmasıyla ‘denetleme iktidarından, tam iktidara’ evrilip, devleti ele geçirdiklerini düşündüklerinde tarih onları tasfiye etti.
Birinci mecliste ikinci grubu oluşturan muhafazakâr grup, devleti temsil eden Mustafa Kemal karşısında muharebeyi kaybetti. 12 Eylül öncesi ülkeyi kurtarılmış bölgelere ayıran, milyonlarca üyesi olan Dev-Sol ve ÜGD dahi devleti teslim alamadı.
Zaman Erdoğan’ın lehine...
Tarih ve aktörler değişse de sonuç hep aynı oldu. Tarihin imbiğinden geçerek oluşan Türk devlet pratiği tabiri caizse rodeoya benziyor. Herkes ona sahip olmak istiyor ancak o kimseye yâr olmuyor. İttihatçılar, Kemalistler, Solcular, İslamcılar sırayla şanslarını denediler...
Tabii ki verilen örneklerle hizmet hareketinin mahiyeti farklı diyeceksiniz. Ancak isimlerin üzeri kapatılıp, sonuçları üzerinden bir okuma yapıldığında konu daha iyi anlaşılacaktır.
Mücadelenin saflarına, aktörlerine ve güçlerine bakıldığında Erdoğan’ın kazanacağı görülüyor. Belki tahribata uğrayacak, bedel ödeyecek ama kaybetmeyecek...