‘Hukuk maskeli, iktidar savaşı’ aslında ülkeye büyük fırsat sunuyor. Hükümetin önünde iki yol var. Ya yaşanan krizi fırsata dönüştürüp topyekûn devletin yeniden yapılandırılmasına gidebilir. Ya da sorunu kavramasına rağmen demokratik kararlılık gösteremeyip, devletçi bir refleksle krizi derinleştirebilir.AK Parti’nin siyasal kodlarında iki seçenek de var. Örneğin 367 krizi, kapatma davası, Kürt meselesi gibi konularda çözümü siyasette aradı ve başarılı oldu. Ancak Gezi krizinde ise tam tersi yaşandı. Cemaatle hükümet arasındaki problem sistem krizinin sonucudur. Radikal bir bakış geliştirilemezse bugün ‘cemaat-hükümet’ sorunu çözülse dahi yarın yeni krizler çıkacaktır.Hafta sonu Star/Açık Görüş’teki yazısında Doç. Dr. Tuncay Önder krizden çıkış yolunun siyasette olduğuna dikkat çekiyordu: “Krizden çıkışın tek yolu siyasettir. Siyaset kendisine yönelen tehdide ancak siyasetle karşılık verebilir. 12 Eylül referandumunun ‘vesayetin sonu olmadığı’ anlaşılmıştır.“Yaşanan son kriz bağlamında hükümet ne yapmalı sorusuna dönersek şunları kaydedebiliriz...1. Demokratikleşme mi, otoriterleşme mi: Hükümet, paralel devlet sorununu çözmek isterken otoriterleşme tuzağına düşmemeli ve sorunu daha fazla demokratikleşmeyle çözmelidir. Sorunu çözerken hukukun dışına çıkmak hem hükümete hem ülkeye kaybettirecektir.2. Samimi özeleştiri yapılmalıdır: B. Arınç ve B. Bozdağ’ın bu yönde samimi özeleştirileri olsa da bunun daha yüksek sesle yapılması gerekmektedir. On bir yıllık iktidar boyunca yer yer ortaya çıkan ‘hukuk dışına çıkma’ tavrı terk edilmeli ve özellikle Balyoz, Ergenekon, KCK, casusluk davaları başta olmak üzere bu döneme mal olmuş davalarda toplumun vicdanını rahatlatacak bir hal tarzı belirlenmelidir.3. Arınma/temizlenme: Hükümet özellikle yerel yönetimlerde yaşandığı belirtilen ‘yolsuzluk-rüşvet’ iddialarının üzerine gitmeli ve toplumu ikna edecek cevaplar vermelidir.4. Reformları kurumsallaştırmak: Gelinen noktada yaşanan sorunun temelinde reformların kurumsallaşamaması yatmaktadır. Reformda izlence ve model eksikliği normalleşmeyi zora sokmaktadır. Devletçi dil terk edilmelidir.5. Türkiye’nin takvimi, Erdoğan’ın takvimi: Toplumun demokratikleşme takvimi ile Tayyip Bey’in kafasındaki sıralamada moment farkı olduğu görülmektedir. Bu bağlamda iki takvimin uzlaştırılması ve demokratikleşme adımlarının hızlandırılması lazımdır.6. Yeni bir demokrasi koalisyonu kurulmalı: Hükümet krizi aşmak için kendi döneminde bir toplumsal odak hâline dönüşen kentli orta sınıfla yeni bir koalisyon kurmalı ve sorunu herkes için daha fazla demokrasi vaadiyle aşmalıdır. Problemi aşmanın bir yolu da ortak değiştirip yeni toplumsal ittifaklarla yola devam etmektir.7. Çözüm süreci hızlandırılmalıdır: Çözüm sürecinde yaşanabilecek geri dönüş hükümete hesap etmediği yeni riskler doğuracaktır. Bu bağlamda zamanı iyi kullanmak gerekmektedir.8. Tek yol yeni anayasa: Yaşanan kavgadan çıkış yolu yeni anayasa gündemine hızla geri dönmektir. On bir yılın sonunda hâlâ 12 Eylül rejiminin siyasi partiler ve seçim yasasının yürürlükte olmasının hiçbir izahı bulunmamaktadır.Erdoğan, sahibi olmadığı eski devleti savunmak yerine yeni bir düzen vaat etmelidir.DÜZELTME: Önceki yazının son paragrafında önemli bir tashih oluşmuş. Doğrusu şöyle olacaktı.“Bu bağlamda GYV’nin kamuoyuna açıklamalar yapmak kadar arka kapı diplomasisi yürütüp, sulhu dile getirmesi gerekiyor. Şerif Mardin, Nilüfer Göle, Kemal Karpat, Ahmet Yaşar Ocak, Hayrettin Karaman, Mehmet Kırkıncı, Şükrü Hanioğlu gibi entelektüel zekâsına ve vicdanına güvendiği aydınları daha fazla dinlemeliler.”
Cemaat ile hükümet arasındaki ‘hukuk maskeli iktidar savaşı’ derinleşerek devam ediyor. Mücadele yükseldikçe rasyonel düşünme ve tartışma imkanı da ortadan kalkıyor. Topyekün bir akıl tutulması yaşanıyor.Hizmet hareketi, medyada yer alan bazı yazarlar ile yargı ve emniyette yer alan kimi isimlerin kendisiyle ilgisi olmadığını deklare etse tartışma başka bir noktaya evrilecek. Başbakan hasta yatağında yaşam savaşı verirken müsteşarına operasyon düzenleyen emniyet/yargı mensuplarının cemaatten olmadıklarını iki yıldır ikna edici biçimde söylenmiyor.Hangi cemaat ya da başbakan kim oluyor?Aynı biçimde 17 Aralık operasyonunda ‘Hadi bakalım efendileriniz gelsin sizi kurtarsın. Başbakan da buraya gelecek, O kim oluyor?’ şeklindeki ifadelerin cemaatle ne ilgisi olabilir? Ancak bu konuda da net bir cevap yok. Bütün bunlar üst üste geldiğinde hizmet hareketinin imajı, güvenlik/yargı bürokrasisinin iktidar karşıtı söylemiyle gölgeleniyor.Bu noktada gözden kaçan bir durum var. Bürokraside örgütlenen yapılar o koltuklarda oturdukları sürece değerliler. Koltuklardan kalktıklarında sıradan vatandaşa dönüşecekler. Geçmişte Yekta Güngör Özden, Nuh Mete Yüksel, Vural Savaş, Sabih Kanadoğlu, Abdurrahman Yalçınkaya yaşandı. Bu isimlerin görevleri son bulduğunda tüm yaptırımları da da bitti.Bugün ismi geçen şahıslarların da akibeti aynı olacaktır. Camianın bürokrasideki etkinliği bittiğinde ve devletteki bilgi akışı sona erdiğinde bu isimlerin gücü de sona erecektir. Peki cemaat ne yapmalı?1. Özeleştiri vermeli: Hizmet hareketi iktidarla olan on bir yıllık ilişkisi başta olmak üzere Balyoz, Ergenekon, KCK, Hanefi Avcı, Nedim Şener vs gibi olaylarda yapıldığı iddia edilen haksızlıklar konusunda samimi bir özeleştiri vermeli.2. Paralel yapı konusuna açıklık getirmeli: Camianın mevzisine girip Hocaefendi’nin sırtından ateş eden transa halindeki isimler tasfiye edilmeli. Bunun yanında ‘Erdoğan karşıtlığı’ üzerinde hareket eden yapılarla arasına mesafe koyup, eleştirilerini ilkeler üzerinden yapmalı.3. Siyaset dışılığını sürdürmeli: Camia ile hükümet her konuda aynı düşünmeyebilir. Ancak eleştirilerin kişiselleşmemesi ve topyekün bir imha psikolojisine dönüşmemesi gerekiyor. Son tartışmalarla birlikte cemaatle ilgili bir siyasi aktör algısı oluştu.4. Güvenlikçi paradigmadan vazgeçilmeli: Camianın bugün yaşadığı en büyük sorun hareketin ‘istihbarat notları’ üzerinden yönetilmek istenmesi. Uzun süredir hareketi rehin alan güvnelikçi kanat, sivil kanadın meşruluğunu zedeliyor.5. İkili dil terk edilmeli: Gelinen noktada camianın yapması gereken ilk iş önce gerçekle yüzleşip yeni bir yol haritası belirlemektir. Bir yandan iktidarla sorunumuz yok deyip diğer yandan hizmet üzerinden operasyon yapılıyor algısı var oldukça gölge boksu devam edecektir.Bu bağlamda GYV’nin kamuoyuna açıklamalar yapmak kadar arka kapı diplomasisi yürütüp, sulhü dile getirmesi gerekiyor. Şerif Mardin, Nilüfer Göle, Kemal Karpat, Ahmet Yaşar Ocak, Hayrettin Karaman, Mehmet Kırkıncı, Şükrü Hanioğlu gibi entellektüel zekasına ve vicdanına güvendikleri aydınları daha fazla dinlemeliler.Bir sonraki yazıda hükümet ne yapmalı sorusuna cevap arayacağız...
Bu aşamada süreci yeniden tanımlamak gerekiyor. Hafta başından bu yana yaşananlar salt ‘mücadele’ kelimesiyle açıklanamayacak boyuta geldi. Artık tam bir savaş yaşanıyor. Taraflar keskinleşiyor, mücadele yükseliyor. Mücadele sertleştikçe yolsuzluk/hukuk/rüşvet meselesi tali bir sorun hâline geliyor.Mücadelenin sonucunu belirleyecek iki soru var: Birincisi, devlete rağmen bir yapı iktidarı ele geçirebilir mi? İkincisi ise devlet kim?İkinci sorudan başlayalım: Bir tarafta ‘devlet-hükümet ikilemini’ sonlandıran bir iktidar var. 27 Mayıs darbesiyle resmileşen ‘devlet-hükümet’ ayrımı Erdoğan’la son buldu. Geçen on yılda ‘siyasal merkezle-toplumsal merkez’ arasındaki makas neredeyse kapandı. Geldiğimiz noktada artık devleti ve hükümeti Erdoğan temsil ediyor.Kim hangi cephede?Asimetrik mücadele!Devlet-hükümet ayrımının son bulması doğal olarak devlette aktörlük sorununu çözdü. Bu bağlamda ‘hizmet’le Erdoğan arasındaki mücadele ‘hizmet’le devlet arasındaki mücadeleye dönüşmüş durumda. Diğer yanda ise küresel ölçekte ağa sahip bir sivil toplum örgütü var. Dolayısıyla iki güç arasında asimetrik bir savaş var. Siyaset bilimi, sosyoloji, tarih diye bilimler varsa ‘devlet/hükümet ile STK’ arasındaki bu mücadelenin sonucu bellidir.Bir önceki yazımda diplomatik dille yazmıştım, hatırlatmakta fayda var. Mücadelenin icmali çıkarıldığında şöyle bir tablo oluşuyor. Erdoğan cephesinde, Cumhurbaşkanı, TSK, MİT yani dolayısıyla devlet ile, diğer cemaatler, Anadolu sermayesi ve halkın önemli bir kısmı var.Hizmet cephesindeyse, ona gönül veren insanlar, Kemal Kılıçdaroğu ile yapılan taktik işbirliği, emniyet ve yargıdaki bir kısım kadrolar ile kısmen Avrupa ve ABD var.Rodeo devlet ya da tarih bize ne söylüyor?İkinci soruya gelindiğinde: Türkiye’de devlet algısına bakıldığında aşkınlaştırılan ve dolayısıyla efsunlaştırılan bir mit var. Solcusundan sağcısına herkesle flört eden ancak hiçbirine yar olmayan fettan bir devlet bulunuyor. Bu coğrafyanın görüp görebileceği en kudretli ve en ‘kesin inançlı’ kadro hareketi olan İttihatçılar bile bu devlete sahip olamadı.Kurmay zekâya sahip İttihatçılar kendilerine en güvendikleri anda ‘erken iktidar hastalığına’ tutuldular. Sina Akşin’in kavramsallaştırmasıyla ‘denetleme iktidarından, tam iktidara’ evrilip, devleti ele geçirdiklerini düşündüklerinde tarih onları tasfiye etti.Birinci mecliste ikinci grubu oluşturan muhafazakâr grup, devleti temsil eden Mustafa Kemal karşısında muharebeyi kaybetti. 12 Eylül öncesi ülkeyi kurtarılmış bölgelere ayıran, milyonlarca üyesi olan Dev-Sol ve ÜGD dahi devleti teslim alamadı.Zaman Erdoğan’ın lehine...Tarih ve aktörler değişse de sonuç hep aynı oldu. Tarihin imbiğinden geçerek oluşan Türk devlet pratiği tabiri caizse rodeoya benziyor. Herkes ona sahip olmak istiyor ancak o kimseye yâr olmuyor. İttihatçılar, Kemalistler, Solcular, İslamcılar sırayla şanslarını denediler...Tabii ki verilen örneklerle hizmet hareketinin mahiyeti farklı diyeceksiniz. Ancak isimlerin üzeri kapatılıp, sonuçları üzerinden bir okuma yapıldığında konu daha iyi anlaşılacaktır.Mücadelenin saflarına, aktörlerine ve güçlerine bakıldığında Erdoğan’ın kazanacağı görülüyor. Belki tahribata uğrayacak, bedel ödeyecek ama kaybetmeyecek...
Cemaatle-hükümet arasındaki sorunun bir iktidar savaşı olduğu artık net olarak anlaşılıyor. En azından olayın asıl nedeninin dershaneler olmadığı görüldü. Tanım netleşti. Aynı sosyolojiden gelen iki yapı tarihte görülmemiş biçimde ölümüne mücadele veriyor.Tarafların yanında duran ana ve ara güçler var. Büyük bir güç mücadelesi ve politik satranç yaşanıyor. Yerel seçim sonuçlarına göre taraflar yeni bir strateji tayin edecekler. Peki bu mücadelede kim hangi tarafta yer alıyor...Hükümet nerede hata yapıyor?Cumhurbaşkanı Abdullah Gül: Devleti temsil ediyor ve dolayısıyla bu meselede taraf. Politik karakteri ve meselenin hassasiyeti gereği diplomatik üslupla konuşuyor. Ancak açıklamalarının satır aralarına bakıldığında mesele aydınlanıyor. Cumhurbaşkanı ‘devlet içinde devlet’ olmaz diyor. Erdoğan’la aynı gelenekten gelen Gül’ün hükümetle ortaklaşma içinde olduğu anlaşılıyor.CHP: Kemal Kılıçdaroğlu ve ‘yeni CHP’ cemaatle ‘konjonktürel/faydacı/araçsal’ bir ittifak yaptı. Normalde bu iki yapının bir araya gelmesi ontolojik olarak imkânsız. Ancak ‘Erdoğan karşıtlığı’ geçici bir işbirliği sağlıyor. Kılıçdaroğlu’nun kısa erimli hedefi 30 Mart. Yerel seçimlerden başarıyla çıkılırsa cemaatle kurulan taktik ittifak, stratejik bir koalisyona dönecek.MHP: Devlet Bahçeli şimdilik ‘bekle gör’ yaklaşımıyla hareket ediyor. Devlet Bey meydanlarda yolsuzluk meselesini öne çıkarıp resmi görüşlerini söylese de kapalı devre toplantılarda ‘hükümeti düşürmek için cemaatle işbirliği yapmayız’ dediği ileri sürülüyor.‘Yeni devlet’e dair kafası karışık olsa da son tahlilde MHP, ‘devletle’ hareket edecektir.BDP: BDP süreci dışarıdan izleyip olaya ihtiyatla yaklaşıyor. Yolsuzluk ve hükümete karşı operasyon konularını ayrı ayrı değerlendiriyor. Kürtlerin ve Öcalan’ın tavrı BDP’ye nazaran daha rafine. BDP’nin ‘cemaat karşıtlığı’ ‘yeni Türkiye’nin inşasında ilginç bir koalisyon yaratıyor.TSK: TSK, Cumhurbaşkanı gibi bu meselede devletten yana taraf. Gelinen noktayı ‘yıllardır biz söylüyorduk ama anlatamadık’ şeklinde haklı çıkmanın özgüveniyle hareket ediyor. TSK bu meseleyi varoluşsal bir sorun olarak görüyor.MİT (Mücadelenin ana hedefi mi?): Bu mücadelede tavrı en net kurumlardan biri de MİT. Bütün olay teşkilatın müsteşarına operasyonla başladı. Cemaat-hükümet kavgası yanında güvenlik bürokrasisinin ‘yıkıcı rekabeti’ var. MİT’in Türkiye okumasıyla, ‘eski Emniyet’in okuması arasında stratejik farklar var. Sorun tam da buradan kaynaklanıyor.Emniyet (Kimi destekleyecek): Aslında bu soruya başka bir soruyla cevap vermek lazım. Hangi emniyet? ‘Eski Emniyet’in son operasyonlarla hükümetin yanında olmadığı görüldü. Emniyet’in içindeki geniş bir blok cemaatin yanında duruyor.Diğer cemaatler (Ne yapacaklar?): İçselleştirilmiş ve aşkın bir devlet algısına sahip dindarlar ve diğer cemaatler ‘emre itaat’ prensibi gereği ‘yolsuzluk’ konusunu ayırıp, hükümetin yanında yer alıyorlar. Kriz derinleşirse bu gruplar doğrudan sahaya inebilirler. Cemaatlerin bu mücadelede sembolik önemi var.Ulusalcılar (asli kuvvet mi?): Ulusalcılar bu mücadelenin ikincil merkezini oluşturuyor. Mücadelenin sonucunu tayin edemeseler de seyrini etkileyecekler. ‘Anti Erdoğan’ cephesiyle hareket edelim diyenler yanında; cemaatin yedek kuvveti olmayalım diyenlerin örtük mücadelesi devam ediyor.Sermaye: TÜSİAD sermayesinin önemli bir kısmı ‘anti Erdoğan’ cephesiyle stratejik bir işbirliği yapmış durumda. Şimdilik Erdoğan’ın karşısında yer alıyorlar. Ancak mücadelenin seyrine göre pozisyon değiştirebilirler. Asıl tartışma Anadolu sermayesi üzerinde yapılıyor.Medya: Eski Türkiye’nin medyası refleksleri gereği ‘Erdoğan karşıtı’ cephede yer alıyor. Operasyonel üstünlük eski medya ve yeni paydaşlarında olsa da psikolojik üstünlük hükümet medyasında.ABD/Avrupa/İsrail: Dış dünyanın tavrı bir kesimden yana olmaktan ziyade mücadelenin seyrine göre tutum alacaktır. Dış güçler çıkarları gereği faydacı bir yaklaşımla pozisyon alıyor. Bununla birlikte ‘Erdoğan memnuniyetsizliği ve pazarlık arayışı’ gözlerden kaçmıyor.Mücadelenin ilk sonucunu Cumhurbaşkanı Gül ve Bahçeli; kalıcı sonucunu ise 30 Mart’ta HALK tayin edecek. Bir sonraki yazıda bu mücadeleyi kim kazanacak sorusuna cevap bulmaya çalışacağız...
Seferberlik halinin yaşandığı zamanlarda nerede hata yapılıyor sorusu dahi rahatsızlık yaratabiliyor. Çünkü taraflar bırakın özeleştiriyi ‘hata yaptıklarını’ dahi kabul etmiyorlar. Daha düne kadar ‘vali, kaymakam, hakim, emniyet müdürü, müsteşar, daire başkanı’ olmak için cemaat referansı isteyen hükümet bugün bambaşka bir noktada duruyor.Gözlemim o ki tabandaki ‘duygusal kopuş’ öngörülenin çok ötesinde. Duygusal kopuştan sonra politik kopuşun geleceği anlaşılıyor. Önceki yazıda cemaatin nerede hata yaptığını analiz etmeye çalışmıştık. Bugün hükümet cephesine bakmaya çalışacağız.1. Yeni Türkiye krizi: 2010 referandumuyla vesayet tartışmalarını sonlandıran hükümetin önünde yeni bir dönem açıldı. İlk iki dönem bir anlamda restorasyon dönemiydi. Artık yeni bir dönemin başlaması gerekiyordu. Hükümet, ‘yeni Türkiye’yi, eski alet çantasıyla kurmaya çalışınca sorun çıktı. Hüseyin Yayman - Cemaat nerede hata yapıyor?2. Araçsal ittifak sorunu: Hükümet on bir yıl boyunca hemen her alanda cemaatle koalisyon kurup rakiplerini geriletti. Başta güvenlik bürokrasisi olmak üzere en kritik yerleri cemaate teslim etti. Taraflar arasında ilkesel duruş yerine, araçsal bir faydacılık hakim oldu.3. Dindarlık zaafı: Hükümetin bürokratik tercihlerinde temel referans ‘dinadarlık/muhafazakarlık’tı. Bu noktada liyakat/kariyer ilkesi yerine ‘cemaatten olma kriteri’ tercih nedeni oldu. Bülent Arınç yaşananları ‘çok safmışız’ şeklinde en yalın biçimiyle ifade etti.4. Erdoğan gerçekle yüzleşmedi: Mavi Marmara olayı bir yana, 7 Şubat krizi aslında çatışmanın derinliğini görmek bakımından önemliydi. Ancak hükümette ‘dindarlardan zarar gelmez’ psikolojisi hakimdi. Hükümette pekçok insan hala gerçekle yüzleşmek istemiyor. Gelinen noktada ‘cemaatle hükümetin aynı dağın yeli olmadığı’ anlaşıldı.5. Devlet formu krizi: Yeni Türkiye tarışmalarıyla bağlantılı olarak hükümet, sistemi değiştirmek yerine, personeli değiştirmekle sorunu çözeceğini ve sistemi değiştireceğini düşündü. YÖK, MGK, Anayasa Mahkemesi, HSYK’ya kendi atama yaptığında ‘düzen sorununun’ çözüleceğini düşündü ve tabiki yanıldı.6. Erken iktidar sorunu: 2009 yerel seçimleriyle ortaya çıkan ‘özgüven zehirlenmesi’ problemi zaman içinde terapi edilmek yerine daha da derinleşti. Her krizde parti biraz daha içe kapandı. Karar alma süreçlerinde kurmay kadronun kolektif aklı ihmal edildi. Hükümet ‘ötekisini kaybetti’ ve devletin diliyle konuşmaya başladı.8. AB Hedefi geriye itildi: AK Partinin ilk iktidar döneminde kendisine varoluşsal bir alan açan AB hedefi zaman içinde ikincil bir mesele haline geldi. ‘Kopenhag kriterleri, Ankara kriterleri haline gelecek’ denilmesine rağmen AB normlarının ihmal edilmesi, devlet krizini derinleştirdi. Bugün HSYK tartışmalarında yaşanan sorun tam da budur.9. Liberallerle sorun yaşandı: Hükümet yakın zamana kadar liberal isimlerle ittifak yaparken referandumdan sonra bu kesimlerle sorun yaşamaya başladı. Gezi’den sonra bu ittifak tamamen parçalandı. Halbuki hükümetin krizi daha fazla demokrasi prensibiyle aşması gerekiyordu.10. Dershane tartışması: Dershanaler eğitim sisteminde yaşanan krizin nedeniydi. Toplum eğitim reformu yapıldıktan sonra dershanalerin kapanmasını istiyordu. Ancak hükümet zamanını kendisinin tayin etmediği bir tartışmanın tuzağına düştü.Hükümetin bu sorunlara vereceği cevap aynı zamanda sistem krizinin aşılmasına da imkan sağlayacak. Bir sonraki yazıda Cumhurbaşkanı, CHP, MHP, TSK, polis, sermaya ve halkın hangi cephede yer aldığını tartışacağız...
Cemaat-hükümet mücadelesi ara vermeden devam ediyor. Önceki tespitimizi bir kez daha tekrarlamakta fayda var: İki testi çarpıştığında biri kırılırsa, diğeri de çatlar. Buradan PİRUS ZAFERİ, yani kazananı olmayan bir sonuç çıkar. Başbakan’ın mitinglerdeki söyleminin aksine özde bu mücadeleyi yürekten istemediğini biliyoruz. Diğer taraftan Hocaefendi’nin mektubundaki üslup, mücadeleyi değil, müzakereyi önceliyor.Gülen Hareketi, bir ‘Türk rönesansı’ olacaksa bunu gerçekleştirmeye aday hareketlerden biri. Ayrıca İslami hareketin modernleşmesi ve demokratik sistem içinde tutulması bağlamında tarihsel bir role sahip. Son yaşananlara bakıldığında cemaatin kendi ‘özgül ağırlığını ve misyonunu anlama’ konusunda hatalı bir okuma yaptığı görülüyor.2010’dan itibaren görünmez bir iradenin ‘hükümetle-cemaati çatıştırmaya yönelik dessas bir siyaset’ izlediğine şahitlik ediyoruz. Bu tespitin tanıkları var, onlar belki bir gün konuşurlar. Planı kuranlar hükümetten ve cemaatten kurtulmak için kusursuz bir strateji hazırlamış durumdalar.1. Dünyada müzakere, Türkiye’de mücadele mi? Öncelikle kendi ülkesinde yönetimle kavga görüntüsü veren bir hareketin dünyaya vereceği mesaj perdelenmiş olacaktır. Farklı coğrafyalarda, farklı rejimler altında ‘diyalog/tolerans’ vokabüleriyle hizmet veren bir hareketin doğduğu topraklarda hükümetle kavga görüntüsü vermesi tutarlılığını zedelemektedir.2. Hukuk mücadelesi mi, iktidar oyunu mu: Aynı biçimde on bir yıldır iktidarla birlikte hareket eden cemaatin ani bir dönüşle bugün sert bir mücadeleye girmesi akıllarda soru işaretleri doğuruyor. Mücadelenin ‘yöntemi/içeriği/aktörleri/zamanlaması’ yaşananların bir ‘hukuk/demokrasi/hürriyet mücadelesi mi, yoksa iktidar mücadelesi mi olduğu’ yönünde şüphelere yol açıyor.3. Politik aktör olma sorunu: Cemaatin kendisini ‘siyaset dışı’ konumlaması ve verdiği mesajlar hareketin millet nezdinde bir ‘inanç ve iyilik hareketi’ olarak görülmesine neden olmuştu. Ancak son iki ayda yapılan açıklamalar bu algının yaralanması sonucunu doğurdu. Bir parti liderinin açıklamalarına verilen cevaplar, hareketin bir politik aktör gibi algılanmasına yol açtı. Cemaatin politik yönü, toplumsal tarafının önüne geçti.4. Hakemliği tartışmaya açıldı: Tartışma ‘teoloji/demokrasi/hukuk’ boyutunu aşıp hızla bir iktidar mücadelesine döndü. Dua/mülâane/beddua toplum için milat oldu. Hocaefendi’nin daha sonra vaazlarına ara vermesi (veya vaazlarının yayınına ara vermesi) bunun böyle okunduğuna işaret ediyor.5. Niyet sorgulanmaya başladı: Hocaefendi’nin düşünüş ve davranış dünyasının en başından beri ‘fen ve teknoloji bilimlerine sahip aynı zamanda inançlı altın nesil yetiştiren ve eski haşmetine kavuşmuş bir Türkiye’ hedefi ilk defa bu düzeyde sorgulanmaya başladı. Amaç dindar bireyler mi, yoksa daha fazlası mı sorusu sorulur oldu.6. Şeffaflaşma sorunu: Ali Bayramoğlu’nun Ruşen Çakır’a verdiği söyleşide en çok üzerinde durduğu konu ‘cemaatin şeffaflaşması’ sorunu olmuştu. Geldiğimiz noktada bu söyleşiyi yeniden okumakta fayda var.7. Güvenlikçi paradigma sorunu: Cemaatin mevzisine girip, istihbarat notları üzerinden analiz yapanların hizmet hareketine sürekli ‘saldırın’ mesajı verdiği görülüyor. Onların temel tezi hizmetin kaybedecek bir ‘bakanlığı/genel müdürlüğü/holdingi/iktidarı’ olmadığı yönünde. Bu eksik bir okuma. Çünkü ‘iliştirilmiş odaklar’ hizmet hareketinin milletin gönlündeki yerini kaybetmesine zemin hazırlıyorlar.8. Muhataplık sorunu: Son zamanlara kadar hükümetle cemaat arasında bazı gazeteciler üzerinden bir temas vardı. Bu diyalog, sorunları çözmek yerine krizin daha da derinleşmesine zemin hazırladı. Sonuçta muhatap kim sorusunun sorulmasına neden oldu? Muhatap, GYV mi, gazeteciler mi, bazı gazeteler mi yoksa doğrudan Fethullah Gülen mi? Bu noktada Hocaefendi’nin ülkenin/milletin selameti için doğrudan Başbakan’la ya da Başbakan’ın aracılar üzerinden değil, doğrudan Fethullah Gülen’le temas kurması gerekiyor.9. Güven bunalımı: Cemaat-hükümet tartışması, tarihselliği ve toplumsallığı bağlamında derin bir yarılmayı işaret etmektedir. Aileler, kurumlar, toplum bölünmüş durumda. Evde başlayan güven sorunu, en tepeden devletin kılcal damarlarına kadar yansıyor. Güven sorunu taraflar için ontolojik bir soruna dönüşmüş bulunuyor10. Sistem krizi: Cemaatin büyümesi/etkinliğinin artması özellikle kamudaki örgütlü yapısı, hareketin omurgasını oluşturan sivil tarafını gölgede bırakıyor. Bu yapı KCK, 7 Şubat ve 17 Aralık’ta hareketi manipüle ederek, ‘erken iktidar’ sendromu yaşamasına neden oldu. Son tahlilde hem cemaat içinde, hem devlette yaşanan derin bir sistem ve demokrasi krizi var.Bu sorulara verilecek cevaplar hem bu mücadelenin sonucunu hem de cemaatin geleceğini belirleyecek... Bir sonraki yazıda hükümetin nerede hata yaptığını tartışacağız...
Hatay-Kırıkhan’da durdurulan TIR gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. Bu konuda üç farklı bakış açısı ortaya çıktı. Birincisi konuya MİT kanunu üzerinden bakanlar. İkincisi Suriye politikası bağlamında yaklaşanlar üçüncüsü ise olayı yargı siyaset ilişkisi üzerinden okuyanlar. Hangi perspektiften bakılırsa bakılsın ortada dramatik bir olay ve varoluşsal sorular var. Şimdi olayın ayrıntılarını okuyun ve kararı siz verin...1. TIR ne taşıyordu?TIR’ın ne taşıdığını Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve İçişleri Bakanı Ala’nın beyanatları üzerinden biliyoruz. Üç isim de “TIR’da insanı yardım malzemesi olduğunu ve Suriye’deki Türkmenlere gittiğini” ifade ettiler. Ülkenin en yetkili yöneticilerinin açıklamalarına inanmak durumundayız.Ancak muhalefetin TIR’da silah olduğu yönündeki iddialarını da kayıt altına almak gerekiyor. Ankara’da yapılan bir değerlendirmede konu üzerinde MGK’da devlet siyaseti olarak bir ortaklaşma sağlanmış olabileceği de iddia ediliyor.2. TIR nereden gelip, nereye gidiyordu?En çok merak edilen sorulardan biri de TIR’ın nereden gelip nereye gittiği. Bu konuda çeşitli iddialar var. TIR’ın Mersin veya İskenderun limanından geldiği iddialarının yanında Konya’dan yola çıktığı tezi de ifade ediliyor.Nereye gittiği hususu ise biliniyor. Araç Suriye’ye gidiyor. Ancak Azez’e mi, Halep’e mi yoksa İdlib’e mi, Afrin’e mi gittiği sorusuna ise araçtaki yükün niteliğine göre farklı cevap veriliyor. Fakat esas soru aracın neden Reyhanlı kapısından değil de, Öncüpınar kapısından giriş yapacağı noktasında düğümleniyor. Bunun yanında Öncüpınar’a gidecek aracın önce parka alınıp sonra yeniden Reyhanlı istikametine neden gittiği ise bilinmiyor.3. İhbar nereye yapıldı? İhbarın jandarmaya geldiği biliniyor. Bu noktada dijital ses kaydı mevcut. TIR’ın ve dorsenin plakalarının ayrı ayrı bildirilmesi de sürecin ne kadar yakından takip edildiğini gösteriyor. Ancak ihbarın neden daha önce değil de 16.00 sularında yapıldığı ise bilinmiyor. Muhtemelen araç Reyhanlı’daki Cilvegözü ve Atmaa kapılarından geri döndüğünde olayın farkına varan birileri olayı jandarmaya bildirdi. Çünkü TIR’ın Reyhanlı’dan çıkıp Kırıkhan’a gelmesi yaklaşık 45 dakika sürüyor ve TIR 16.50 sularında Kırıkhan’da Güzelce Jandarma Karakolu’nda durduruluyor.İhbarın gelmesiyle beraber Kırıkhan savcılığı harekete geçiyor ve Adana Savcılığı’na da haber veriyor. Adana savcısı ‘aracı bekletin ve benim gelmemi bekleyin’ şeklinde talimat veriyor.4. Eskortta kimler var?TIR’a eskortluk eden Linea modeli araçta MİT görevlilerinin olduğu iddia ediliyor. MİT görevlileri ile polisler arasında hem Güzelce hem Muratpaşa mevkiinde zaman zaman çatışmaya varacak sert tartışmaların yaşandığı iddia ediliyor.5. Araç neden durduruluyor?Jandarmaya TIR’da ‘yasa dışı silah ve mühimmat’ olduğu ihbarı yapılıyor. İhbar jandarmaya yapılmasına rağmen araç önce polis tarafından durduruluyor. İlk tartışma burada yaşanıyor. Görevliler ‘bulunulan mevkiin jandarma bölgesi olduğunu, polisin burada arama yapamayacağı’ itirazını dile getiriyor. Bunun üzerine jandarma geliyor. Ancak MİT görevlisi, jandarmanın da arama yapmasına müsaade etmiyor.6. TIR ikinci kez neden durduruldu?Asıl tuhaflıklar valiliğin yazılı tebligatı gelip, TIR’ın salıverilmesinden sonra yaşanıyor. İddialara göre savcılar TIR’ı kendi özel araçlarıyla takip ediyorlar. Muratpaşa Köyü’nde savcı ve polisler TIR’ı, önünü kesip ikinci defa durduruyorlar. Savcı, ‘Valinin talimatı bizi bağlamaz, bu araç aranacak’ diyor. Burada yeni bir tartışma yaşanıyor. Polisler ilçe merkezinden yedek kuvvet istiyorlar. Ancak ilçe mülki amirinin emri ile polisler aracın bulunduğu yere gitmiyor.İkinci durdurma ilk olaydan yaklaşık dört saat sonra yaşanıyor. Yani olayın Ankara’ya intikal etmesi, güvenlik bürokrasisinin alarma geçip, arama sorunu çözülmesine rağmen TIR yeniden aranmak isteniyor. Tam bu noktada böylesine ısrarlı bir arama isteğinin motivasyonu doğrusu merak uyandırıyor.7. Hangi kurum ne tutanak tuttu?Olaydaki ilginçlikler burada da bitmiyor. Sorun aşıldığında jandarma, Kırıkhan ve Adana savcılıkları tutanak düzenliyorlar. Adana Savcılığı, Hatay’daki yerel yöneticilerin ‘yasa dışı işlerle uğraştığı’ ithamıyla suç duyurusunda bulunuyor. Kırıkhan savcılığı, ‘kolluk suç işlemiştir, savcılık emri yerine getirilmemiştir’ diyor. Jandarma ise ‘Vali’nin yazılı talimatı bizim için yeterlidir’ deyip, bu minvalde bir tutanak tutuyor. Savcıların dile getirdiği iddialara bakıldığında olayın basit bir ‘hukuksal yetki’ tartışması olmadığı anlaşılıyor. Aklınızdaki şüpheyi son soru olarak soralım, acaba tüm bunları bir savcı niçin yapıyor?
Başbakan Erdoğan’ın gazeteci ve aydınlarla yaptığı toplantı yaklaşık dört saat sürdü. Dört saatin ilk yirmi dakikasında Başbakan konuştu, sonra soru cevap bölümüne geçildi. Sorulmadık soru, konuşulmadık konu kalmadı. Af konusu başta olmak üzere, iadei muhakeme, TIR olayı, cemaate operasyon, yargı meselesinde, yolsuzluklar, cemaatle uzlaşı, cumhurbaşkanlığı seçimi, çözüm süreci dahil tüm başlıklar gündeme geldi.Herşeyden öte Başbakan Erdoğan oldukça kararlı gördüm. Salona deklare etmese de yol haritasının net olduğunu fark ettim. Soruların türüne göre sözü zaman zaman yanında oturan kurmaylara verdi. Tüm değerlendirmeleri bizzat kendisi not aldı.‘Efendileriniz kurtarsın demişler!’Yeniden yargılama işareti! Başbakan Erdoğan Yalçın Akdoğan’ın yazısı üzerinden başlayan tartışmada Akdoğan’dan yana tavır aldı ve yeniden yargılama sinyali verdi. Adalet Bakanlığının konuyla ilgili bir çalışma yapmasını istediğini dile getiren Erdoğan, ilerleyen günlerde konunun netleşeceğini ifade etti.Erdoğan’ın konuşmasının satır araları ile yılın son MGK’sı birlikte değerlendirildiğinde Başbakan’ın bu konuya pozitif yaklaştığı algısı doğuyor. Bu konuda ilerleyen günlerde süpriz gelişmeler olabilir. Doğrusu Genel Kurmayın suç duyurusunun kendiliğinden olmadığı kanaatine vardım. Asker yeniden olması gereken noktaya geliyor. Asker siyaset ilişkisinde yeni bir dönemin açıldığı anlaşılıyor. Bu durum hükümetle-askerin anlaşıp, cemaatin üzerine gitmesi olarak yorumlamamak lazım. Bir anlamda sistemin dışına itilmiş ordu, olması gereken yere çekilmeye çalışıyor.Sorulan bir soru karşısında Erdoğan, CHP Lideri Baykal ve MHP’ye de ‘kasetler üzerinden operasyon yapıldığını’ bunların ‘paralel yapı’ tarafından gerçekleştirildiğini ima etti. Japonya-Singapur dönüşü Erdoğan, Baykal buluşması gerçekleşirse süpriz olamayacaktır.Cemaatle şartlı müzakere! Toplantının en flaş açıklaması Başbakanın ‘cemaatten gelen ıslak imzalı müzakere metni’ ifadesi oldu. Erdoğan bu konuda çok açık konuştu. Islak imzalı metnin yakında geldiğini belirtti. Cemaatin ‘dersaneler ve atamalar’ konusu başta olmak üzere bir ‘müzakere-diyalog’ talebi olduğunu buna hayır demediklerini dile getirdi. Ancak bunun olabilmesi için iki şartlarının olduğunu belirtti. Öncelikle ‘medya üzerinden yürütülen operasyonların sonlandırılmasını ikinci olarak ise ‘paralel yapıdan geri atmayacaklarını’ koşulunu söyledi.Cemaat tabanı ile parti tabanının örtüştüğünü ifade eden Erdoğan, ‘hukukun dışına çıkmayacaklarını, dersanelere veya evlere baskın yapılacağı şeklinde tezviratlar yapıldığını kendilerinin asla böyle bir yola sapmayacakalarının altını çizdi. Hukuk devletinden böyle şeylerin olmayacağını ifade etti.Bundan sonra ne olacak?Başbakan Erdoğan’ın cemaati yok etmek, sıfırlamak gibi bir niyetinin olmadığı anlaşılıyor. Bununla birlikte paralel yapının üzerine sonuna kadar gidileceğinin altını çizildi. Başbakan bunu ‘emniyet ve yargıdaki hiyerarşi dışına çıkan yapı’ olarak niteledi. Bu tanım 27 Mayıs darbesini çağrıştıran bir ifade.Hükümetin krizden çıkış yolu olarak milleti gördüğünü Dolmabahçe toplantısında birkez daha anlaşıldı. Yaşanan operasyonun arkasında Türkiye’nin ‘istikrarına-istikbaline-istiklaline’ yönelik bir amacın olduğunun altı çizildi. Dört saatlik konuşmalardan uzak doğu dönüşü yeni gelişmelerin ortaya çıkacağının izlenimi edindim. Bekleyip, görmek gerekecek...