Gelişmiş demokrasilerde; temsilde adalet ile yönetimde istikrar, at başı birlikte gider. Bizim gibi; demokrasisi sürekli kesintiye uğratılmış ve adeta kuşa çevrilmiş bir sistemle; gerçek demokrasiye kavuşmamız için daha kırk fırın ekmek yememiz lazım!
Bizdeki esas bozukluk; kendini ‘seçkin’ gören bir kısım zevatın zihniyetinden kaynaklanmaktadır. Onlara göre; bu halk ne ki; seçtikleri ne olsun?! Dolayısıyla bu zümrenin zihninde; seçilmişlere karşı müthiş bir güvensizlik vardır. Demokrasimizin gelişmesinin önündeki en büyük engel, işte bu zihniyetin ta kendisidir.
Vaktiyle ekranlarda devamlı arz-ı endam eden bir orgeneral emeklisi vardı; seçilmişlere ateş kusardı ve şöyle derdi: ‘ ..bakan ya da başbakanlar ülkeyi satarlarsa ne olacak?!’ Bu halin bir cibilliyet meselesi olduğunu bile anlayamıyor; seçilmişler bu haltı işleyebilirlerse, atanmışlar neden işleyemez? Hem, satmaya yeltenen kim olursa olsun; bu halkın veya kanun adamlarının elleri armut mu topluyor?
Mahut zümrenin seçilmişlere karşı olan bu güvensizliği, gerçekte milletin ta kendisinedir; bunu dillendiremedikleri için, onun seçtiklerini öne sürüyorlar.
En olgun manasıyla demokrasi, katılımcı ve yerinden yönetim şeklidir. Sittin seneyi aşkın bir süredir demokrasiyle idare edilmemize rağmen; sistemin darbelerle kesintiye uğratılması ve onların sonucu yapılan vesayet anayasaları yüzünden, bir türlü gerçek demokrasiye geçemedik.
Kısmi olarak yapılabilen anayasa değişikliklerine dikkat edin; mutlaka bir kaza veya sistemin tıkanıklığı sonucudur! Mesela; 367 garabeti olmasaydı; cumhurbaşkanını halka doğrudan seçtirebilmek mümkün olmayacaktı.
O gün, atanmışlar, seçilmişleri tehditle Meclis’e sokmadılar; amaçları, istemedikleri seçilmişlere cumhurbaşkanını seçtirmemekti. Böylesine bir hukuk cinayetini yüksek mahkemeye bile işlettiler. En sonunda düğümü, işin asıl sahibi yani milletin kendisi çözdü.
Daha önceye gidelim; 28 Şubat istikrarsızlığı döneminde 22 banka batıp, faizler bir gecede binlere, bin beş yüzlere fırlamadı mı? Ekonominin dibe vurduğu bir ülkede hangi adaletten ve temsilden dem vurulabilir?
Yerlisi ve yabancısıyla kim, böyle bir ülkede yatırım yapar da, istihdam ve kalkınmaya öncülük eder?
Demokrasiye bunca müdahalelerden sonra, hangi istikrardan bahsedebiliriz? Yönetiminde istikranın olmadığı bir ülkenin adaletinin (hukukunun) nasıl çalışabildiğini; en yüksek mahkemesi olarak yukarıda görmüştük!
Şu halde; gerçekte at başı birlikte gitmesi gereken; yönetimde istikrar ve temsilde adaletten birini öncelememiz gerekirse, bunun yönetimde istikrar olması lazım gelmez mi? Zira kaotik ortamda, temsilde adaletin temini imkansız gibidir.
Dünyanın bütün kalkınmış ülkeleri, yönetimlerinde istikrarı sağlayarak bu durumu gerçekleştirmiştir.
Bunca düşüp kalktıktan sonra, edindiğimiz deneyimlerin ışığında; yönetimde istikrarı sağlayabileceğimiz sistemi bulduk: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi.. Bununla ilgili gerekli anayasal değişiklikler yapılıp milletin önüne getirildi.
Evet demek de, hayır demek de halkın en doğal hakkı..
İşin gerçek sahibine soruluyor; bundan gocunulması neden?