1950’li yıllarda, Almanya ile Fransa arasında, tamamen iktisadi gereksinimler sonucu kurulan ‘Avrupa Demir-Çelik Topluluğu’ ; zamanla genişleyerek önce AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) ve daha sonra da bütün Avrupa’yı kapsayacak şekilde; sosyal, siyasal ve ticari birlikteliğe dönüştü (AB).
Türkiye ise; 1963 Ankara anlaşması ile giriş başvurusunu yapmış ve 1978 yılında Yunanistan ile birlikte o günkü AET’ye davet edilmiş; Yunanistan’ın kabul ettiği daveti Türkiye elinin tersiyle itmiştir.
Bu aymazlığı yapan hükümetin başında Bülent Ecevit bulunsa da; o günün siyasi liderlerinin hemen hepsi; ‘onlar ortak, biz Pazar!’ anlayışıyla ‘istemezük’çü idiler.
Turgut Özal’la birlikte anlayışımız değişti lakin, bu sefer de AB işi yokuşa sürmeye başladı. O gün bugündür, mahut yokuşu çıkmaya çalışıyor; ama görünen o ki, çıktığımızdan fazla geriye düşürülüyoruz!
Doğu Avrupa’nın aç-biilaç olan Demirperde ülkelerini Birliğe aldılar; yetmedi; Birlik anayasalarına aykırı olmasına rağmen, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni içlerine alıp Türkiye’yi sürekli dışladılar. Bunca istiskal karşısında Türkiye; Kopenhag Kriterleri yerine Ankara Kriterlerini belirleyip; yola, tek başına yürüyebileceği ikazında bulundu.
AB, en büyük sınavını Bosna savaşında vermiş ve sınıfta kaldığını dünyaya ilan etmişti.
İlk çatırtı; başından beri ulusal parasında ısrar eden İngiltere’den geldi; halkoylamasında çoğunluk, Birlikten çıkma yönünde oy kullandı.
AB’nin son yıllarda vermekte olduğu sınav ise, savaş bölgelerinden kaçan mültecilere uyguladığı yöntemdir ki; bu durum, Birliğin söylemleri (kriter) ile eylemleri arasındaki zıtlığı ortaya koymaktadır.
Ayrıca epeyce zamandır; Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde bir çalkalanma ve aşırı sağa kayış gözlenmektedir. Fransa’da Ulusal Cephe Partisi’nin lideri Marine Le Pen’in: ‘ AB, Fransa’nın milli menfaatlerine aykırıdır!’ söylemine destek gittikçe artmaktadır.
Le Pen ayrıca, Fransa’da Ulusal Cephe’nin Cumhurbaşkanı adayıdır; onun kazanmasıyla, AB’nin dağılacağı öngörülmektedir. Bu da, saklanmıyor ve hemen her platformda dile getirilmektedir.
Artık Avrupa’nın yükselen değerleri (doğrusu, değersizlikleri) arasında yabancı düşmanlığı ve İslamofobi bulunmaktadır. Bu tip gayr-i insanı olguların, sosyo-politik bir zemin bulduğu Avrupa, evvel emirde şimdiye kadar dillendirdiği kendi öz değerlerinden soyutlanmış demektir.
Avrupa’yı ayakta ve bir arada tutan bu değerler manzumesi idi; onları yitirince, çöküş ve dağılma mukadderdir.
En son olarak; Türkiye’ye karşı sergilenen başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerindeki; Türk siyaset adamlarına getirilen miting ve konuşma yasağı, hepsinin üzerine tüy dikmiştir.
Bu durum, Avrupa’nın yöneldiği gerçek yüzünün, bütün çıplaklığı ile gözler önüne serilişidir.
Türkiye düşmanlarına (bölücüsünden FETÖ’cüsüne kadar) kucak açan Avrupalı birçok devlet ve siyaset adamı ve hatta Almanya gibi bir ülkenin yerel ve Anayasa Mahkemesi, sayın Erdoğan’ın tele-konferansla oradaki insanımıza hitap etmesine mani olmuşlardı.
Aynı aymazlıklarına bugün de devam ediyorlar ve Türkiye’nin iç işlerine karışarak; referandumda ‘hayır’ çıkması için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Türk bakanların salon toplantıları sudan sebeplerle iptal ediyor, uçuş güvenliğini ileri sürerek bakana uçuş izni verilmiyor, diğer bir bakanın ise, kendi toprağı olan büyükelçiliğine gidişine izin verilmiyor, diplomatik pasaport sahipleri sınır kapılarında saatlerce bekletiliyor; bütün bu utanç tabloları sergilenirken AB’den ve hatta Avrupa ülkelerinin medyasından tek ses çıkmıyor.
Rus dışişleri bakanı Lavrov’un işaret ettiği gibi; ‘ Batı sonrası bir döneme mi geçiyoruz?’ Değerlerini yitiren Avrupa’nın 3. Dünya Savaşı’nın fitilini ateşleyebileceği neden görülmüyor?
Avrupalının bu faşistçe tavırları; Türkiye’de ‘evet’çilerin ekmeğine yağ sürüyor ve Türk insanını kendilerine karşı biliyor.