Yağcılarda inecek var...

Fransa’nın Atlas Okyanusu kıyısındaki bir kasabada bu yaz sezonu için iki yağcı aranıyormuş

Haberin Devamı

Aslında bunlara kremci demek daha doğru olur. Her neyse, yağcılar ya da kremcilerin görevi Temmuz ve Ağustos ayları arasında plajdaki tatilcilerin sırtlarına güneş yağı ya da güneş kremi sürmek. Adayların genç, çekici ve ilk yardım bilgisine sahip olmaları tercih nedeniymiş. Üstelik birçok Türk delikanlısının üste para vererek yapacakları bu iş için 5 bin Euro maaş vereceklermiş. Bizim güney sahillerimizde turist hanımların sırtına bedavadan yağ sürmek için kuyrukta bekleyen ve bu arada bir de ücretsiz röntgen hizmeti sağlayanlara iyi bir ders olsun. Artık bu dünyada bedava hiçbir şey yok. Alıyos, içiyos, yiyos, gidiyos ama sonunda peşin ya da taksitli mutlaka ödüyos!

Fransızların jantiliğine bakar mısınız? Plajda güneşlenenlerin sırtına kadar düşünüyorlar. Dua etsinler de o kasabanın plajına bu yaz kazayla bizden bir çift gitmesin. Genç, yakışıklı bir Fransız gencinin elinde yağ kutusuyla bir Türk erkeğine ya da yanındaki kadına “Sırtınızı yağlayabilir miyim?” sorusuyla yaklaştığını düşünmek bile beni ürkütüyor. Biz Avrupa Birliği’ne girmeden o yağ kutusu başka yerlere girer gibime geliyor. Bakın adaylarda aradıkları ilk yardım bilgisi belki o zaman işine yarayabilir. Yoksa bunlardan cankurtaranlık filan yapmalarını bekleyen yok. Elinde güneş kremiyle boğulan birinin yardımına koşmaları komik olur. Ayrıca, bu işin sanıldığı kadar kolay ve zevkli bir iş olacağından şüpheliyim. Sırtına güneş yağı sürülecek müşterilerin hepsi farklı farklı tipler olacak. Aralarında güzeli, çirkini, kısası, uzunu, incesi, obezi olan bir dolu farklı tip... Ya şansınıza Recep İvedik gibi birini yağlamak zorunda kalırsanız? Dünyanın parasını verseler değer mi? Hep birlikte koro halinde lütfen “Değer mi, değer mi, değer mi hiç...” Bu yağlı işin riskleri var. Biz yine bildiğimizden şaşmayalım, ellerimizle değil sözlerimizle yağcılık yapmaya devam edelim. Lafla yağcılık yapmaktan kime ne zarar gelmiş ki?

KÜSSE NE YAZAR?

Galatasaraylı milli futbolcu Arda Turan’ın güzel oyuncu sevgilisi Sinem Kobal, tribünlere küstüğü için artık Galatasaray maçlarına gitmeyecekmiş. İster gider, ister gitmez. Kendi bileceği iş. Koskoca Beşiktaş kulübünün başkanı tribünlere küskünlüğünden kendi stadında oynanan maçlara gitmiyor. Yerine eşini yolluyor. Sinem, tribünlere küsse ne yazar? Önce başkanlarla bir barış sağlansın sonra sıra sevgililere gelir!

Kedi değil fare...

Şarkıcı Emre Aydın’ın “Kağıt Evler” albümünün “hit” şarkısını kedi yemiş. Emre Aydın, konuyla ilgili “Albümün hit şarkısını kağıt bulamadığım için peçeteye yazmıştım. Peçeteyi cebimden çıkarıp sehpanın üzerine koydum. Kedim peçeteyi yiyince şarkı da gitti. Şarkıyı bir daha hatırlayamadım” demiş. Kusura bakmayın ama bana bu hikâye biraz masalsı geldi. Bir kere, bir şarkının hit olup olmayacağını şarkının bestecisi değil, parçayı dinleyip beğenenler belirler. Sen istediğin kadar “hit” de piyasada beğenilmezse hit mit değildir. Doğumu olmayan bir şarkının hit denildiğine de ilk defa rastlıyorum. Sonra daha önemlisi kedi kağıt yemez. Olsa olsa o kedi değil, iri bir faredir. Köpek ne bulsa yer ama kediye istemediği bir şeyi asla yediremezsiniz. Emre Aydın’ın şarkısını yazdığı peçete cebinden değil denizden balığa sarılı çıksa kedi balığı yer, peçeteye dokunmaz. Gözümle görsem kedinin kağıt yediğine inanmam arkadaş! Bizim evdeki kedi sofradan artan yemekleri seçmeden yemiyor. Sen ne peçetesinden bahsediyorsun?

Abuk sabuk tazminat davaları

Tıpkı Amerika’daki gibi Türk mahkemeleri de son derece abuk sabuk tazminat davalarıyla uğraşmaya başladı. Önüne gelen bir şeyler uydurup tazminat davası açıyor. Hatta her şeyin “cucuğunu” çıkardığımız gibi tazminat davalarının da “cucuğunu” çıkarmış vaziyetteyiz. “Cucuk” tabii kibarcası...

Neyini çıkardığımızı siz çok iyi biliyorsunuz. Sırf tazminat davası açabilmek için tuttuğu avukat takımını sürekli koşuşturan “tazminat manyakları” var. Karşı taraftan bir şeyler kopartmak için mahkeme koridorlarını aşındırıyorlar. Onların yüzünden asıl görülmesi gereken davalara bakılamıyor. Palavradan değil gerçekten mağdur olanların davaları gecikiyor. Allah’tan bazı hakimler böyle saçma sapan davalara prim vermiyor. Örneğin, Müjde Ar’a “sübyancı” benzetmesi yaptığı için açılan dava düştü.

Aynı tür tazminat davaları için bu karar mutlaka bir “emsal” teşkil edecektir. Umarım eder. Yoksa bu abuk sabuk tazminat davalarının sonu gelmeyecek. Son olarak da güzel oyuncu Beren Saat’e de “Gecenin Kanatları” filminin galasına gitmedi ve kötü niyetli davranışlarıyla yapımcı şirketi zarara uğrattı gerekçesiyle 30 bin TL’lik tazminat davası açılmış.

Yani şimdi filmin yapımcıları Beren’den alacakları 30 bin TL ile zararlarını mı kapatacak? Beren Hanım galaya gitse, gişedeki sonuç değişik mi olacaktı? Hiç sanmam! İzleyici Beren’i seviyor, filmi sevmedi. O kadar... Bunda Beren’in ne suçu var? Daha önce de “Filmin yapımcılarının Beren Saat’e tazminat davası açacaklarına, galaya gelmedi diye teşekkür etmeleri gerekirdi” diye yazmıştım.

Galaya gitseydi, film bir gün konuşulacaktı. Gitmedi, hâlâ konuşuluyor! Abuk sabuk tazminat davaları hakkında yazacaklarım daha bitmedi. En ilginç olanını afişe etmenin zamanı geliyor. Bu memlekette “adalet” diye bir şey varsa canım Türkiyem’in de her şeyi öğrenmeye hakkı var.

CALL-CENTER REZALETİ

Sözde büyük bir bankanın “call-center” dedikleri telefon merkezini aradım. E-posta yoluyla yollamaları gereken ve geçen ay elime geçmeyen kredi kart borcumu öğrenmek için... 6 dakikadan fazla hatta beklettiler. Sonra otomatik santralleriyle hatalı yönlendirdiler ve yarım saat uğraştıktan sonra ödemem gereken miktarı öğrenebildim. Böyle bankacılık olur mu? Para çekmeyi değil, para yatırmayı eziyet haline getirmişler. Buna “call center” değil “işkence center” demek daha doğru. Reklamlarda bol keseden sallıyorlar ama bir telefona bakmasını bilmiyorlar.

DİĞER YENİ YAZILAR