Telefonum çaldı; “Burak, yazın gelmedi.” Yılbaşı üzeri. Nefes alacak halim yok. Acayip bir koşturmaca içindeyim... Ben de, “Kolay yerden sorun öğretmenim” dercesine, biraz eskilere gidip, başımdan geçen şeyleri sizlerle paylaşmak istedim. Hayatımı yazsam roman olur havalarında, yani...
Zeki Müren hayatımı kurtardı
Berlin’de küçük bir kabere restoran açılmış. Yılını hatırlamıyorum. Gidip görmek lazım. Yurt dışında hiç yanımdan ayırmadığım minik fotoğraf makinem ve bir arkadaşım, attık kendimizi. Nasıl soğuk, donuyoruz. Kapıda yaşı hayli geçkin belki 60 yaşından da fazla bir ‘dragqueen’ (kadın kılığına giren şovcu) görevli karşıladı. Nereden geldiğimizi sorunca, ‘İstanbul’ dedim. Türklere, İstanbul’a hayran olduğunu söyleyen halkla ilişkiler uzmanı bize en güzel masayı verdi. Masaya geçtikten sonra yanımıza gelerek, “Zeki Müren hayranıyım. İstanbul’a geldiğimde plaklarını almıştım. Bir sonraki seyahatinizde gelirken albümlerinden getirirseniz çok sevinirim” dedi. Ben de, “Hay hay, tabii... Zaten Berlin’e çok sık geliyoruz. Getiririz” diye yanıt verdim.
Küçücük bu kaberede, toplasanız 80 kişi oturabiliyor. Şovlar başlayınca çaktırmadan makinemi ortaya çıkardım. Kazağımın altına doğru tutarak, şu şovları kameraya alıyım dedim. Ben makineyi çıkartıp elime almam ile başıma güvenlikler geldi. Hayli iri yarı beyler kollarıma girerek beni bir odaya almaya çalıştı. Çalıştı diyorum, çünkü kapıdaki o Zeki Müren hayranı tatlı kadın “Ne yapıyorsunuz!” diyerek müdahale etti. Elimden makineyi alıp masama götürdü. Titreyen kalbim, arkadaşım ve halkla ilişkilerdeki o ismini hatırlayamadığım kadın, beraber geçirdik masada geceyi. Makinede yer alan görüntüleri silmek koşuluyla, dışarıya bir süre sonra zor attık kendimizi. Sonra mı ne oldu? Kulübe tabii 5 tane Zeki Müren CD’si yolladım. Kimin aklına gelirdi ki bu ufacık yerde böylesine sert bir tepki alacağımız... Her gittiğiniz yerde sohbet ile dost edinmek böyle zamanlarda nasıl da işe yarıyor. Bir kelam bir selamın her daim faydası vardır.
“Bu yüzük size şans getirecek”
Birkaç yıl önce Paris’teyiz. Yolda koştura koştura yürüyoruz. Yine bir taksi krizi yaşanıyor. Otele uğrayıp, elimizdeki poşetlerden kurtulup giyinmemiz lazım. Rezervasyonumuzu kaçırırsak günler öncesinden ayırdığımız restorandaki yeri kaybedeceğiz korkusuyla adeta koşturuyoruz. Karşıdan karşıya geçerken, arkadaşım çığlığı bastı; “Aaa bak bir yüzük buldum yerde...” Israrla elindeki poşetlerin bir kısmını yere bırakıp zar zor yüzüğü aldı eline. Tenekeden ucuz bir düz yüzük. Tam o sırada yanımızda beliren, üstü başı pek de düzgün olmayan bir kadın, “O yüzük benim. Eğer senin ayağının dibine geldiyse, bizim Çingene geleneklerine göre uğur getirecek anlamına gelir. Gel sana bunu ufak bir para karşılığı satayım” dedi. Şaşkın arkadaşım şans, uğur laflarını duyunca, “Aşk kapını çalacak” sözü de arkasından gelince, elini cebine attı. “Dur” dememe kalmadan, euroları bastırıp alıverdi yüzüğü. Caddenin kenarında taksi beklemeye devam ettik. Ne görelim? Aynı kadın yine aynı noktada yüzüğünü bir çiftin önüne atıverdi. Ve aynı cümlelerin farklı vaad eden versiyonlarını saydırmaya başladı. Çift de yüzüğü satın aldı. Arkadaşımın yüzü bembeyaz. Sinirli de... “Gerimi versem, paramı mı alsam?” diye mırıldanırken, kadın başka bir hedefe doğru ilerliyordu.