Tasarım dünyasının fenomeni Alexander McQueen’in tüm kariyerini kapsayan retrospektif sergisini Londra Victoria & Albert Müzesi’nde görme şansını elde ettim.
Aşk gözle değil ruhla görülür…
Ani ölümüyle moda dünyasını yasa boğan ünlü tasarımcı Alexander McQueen’in tüm kariyerini kapsayan retrospektif sergisini geçen hafta Londra Victoria & Albert Müzesi’nde görme şansını elde ettim. Vahşi güzellik isimli bu sergi daha önce gördüğüm moda şovlarına hiç benzemiyordu. İskoçya milliyetçi ruhunu yansıtan ekose kumaşla kaplanmış ahşap paneller de, kuru kafalar ve kemiklerle bezenmiş ilkel Afrika kabile esintilerini taşıyan duvarlar da, yüzleri fetiş deri maskelerle kaplı mankenlerin bulunduğu gotik odalarda dolaşırken adeta bir büyünün etkisine kapılmış, neredeyse kendimden geçmiş haldeydim.
Temalı odalarda yer alan birbirinden değerli ve eşsiz güzellikteki parçalar ustaca ışıklandırılmış ve konumlandırılmışlar. Ama işlerin künyelerini içeren etiketlerin güçlükle okunması izleyenlere zaman zaman zor anlar yaşattı. Girişte McQueen’in portesinin yanında biyografisine yer verilmemesi de sergide gözlemlediğim en büyük eksiklerden bir tanesiydi.
Heykel gibi tasarlanmış ceketler, kalıp şeklinde deri korseler, ayağı felç edici armadillo ayakkabılar, modacının yaratıcı dünyasının sonsuz sınırlarının en güzel örnekleri. Onun tasarımları moda tutkusunun da ötesinde ele aldığı farklı konuları ile adeta sanat tarihine birer referans niteliğinde.
İlham aldığı kadın tiplemesi, alışagelmiş klasik bir güzellikten ziyade Marie Antoinette, Joan of Arc, Büyük Catherine gibi dünya tarihine damga vurmuş kadınları kapsıyor. Tasarımcının tüm çalışmalarının ardında gizemli bir hikaye, güzellik ve bu güzelliğin insan belleğinde bıraktığı etkileri konu alan felsefi ve şiirsel bir yönelim gözlemlemek mümkün. Aslında tüm bu özellikler onu diğer meslektaşlarından keskin bir şekilde ayırmaya yetiyor. Koleksiyonlarındaki farklılık ve çeşitlilik, muhteşem el işçiliği, detaycı anlayışı, tekniği ve tasarımlarına yüklediği zenginlik ve şöhret olgusu inanılmaz.
Hangi tasarımcı cesaret edebilir ki deniz midyesinden bir elbise, kontraplak malzemeden bir etek ya da şahin tüyünden bir tuvalet yaratmaya... Ama o sıra dışı olan tüm bu güzellikleri ile moda dünyasına adını altın harflerle kazımış bir isim. Bu sergi bir moda ürününün sanat eserine dönüşebileceğinin adeta bir kanıtı.
Sergi ilk bakışta her ne kadar vahşi gözükse de, tasarımcı ölümünden öncesine kadar kendisini çoğunlukla romantik olarak tanımlardı. Sağ kolunda barındırdığı Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası“ndan alınmış bu dizeleri de “Love looks not with the eyes but with the mind.” (Aşk gözle değil ruhla görülür.) onun ne kadar romantik bir yaklaşımı olduğunu açıklamaya yetiyor bence. Sergide dikkatimi çeken bölümlerden biri de modacının “Melekler ve Şeytanlar” adlı koleksiyonundan elbiseler oldu. Bu seri kelimenin tam anlamıyla metaforik olarak her kadını uçurtabilecek nitelikteydi. Diğer önemli bir yerleştirme ise “Meraklar Dolabı” isimli oda. Philip Tracey’nin McQeen için tasarladığı şapkalar, 2008 yılındaki ünlü Le Dame Bleue şovundan “Kelebek saç süsü”, muhteşem el işçiliği ve boncuklar ile süslenmiş matador ceketi aklımda kalanlar.
Güzelliği melankolide arayan, kuralları yıkmayı seven, geleneksel değerlere bağlı olan bu İskoçyalı marjinal modacının sergisini Londra’ya yolunuz düşerse mutlaka görün.