Gazete Vatan Logo

Güldürmek uğruna çirkinliği kullandı!

Hasan Pulur, Tokarlar'ın yalısındaki konuklara Berin ve Nadir Nadi'nin yaşadığı, herkesin başına gelebilecek çirkin olayı kahkahalarla anlattı. Pulur'la o günden sonra ilişkimi kestim. Eğer zahmet edip ortak arkadaşımız Orhan Tokatlı'yı aramak lütfunda bulunursa gerçeği öğrenir...

Milliyet Gazetesi, 1955'te Cağaloğlu'nun arka sokaklarında 4 veya 5 katlı ufak bir binada kurulmuştu. Bizim 4. kattaki ortak odamızda, hâlâ mesleğini benim gibi bırakmamakta direnen Sami Ko-hen daha ilk günümde; "Bak" demişti, "sana öğrenmen gereken 5 'W'ları sayıyorum." Where (nerede), What (ne), Who (kim), Why (niçin) When (ne zaman). Bu beş sorunun yanıtını almadan iyi bir röportaj yapamazsın.

Sami Kohen'in bu iyiliğinden yararlanarak ara sıra ona çocuk bakıcılığı da yaptırırdım. Geç saatlere kadar gazetede kalınca yanıma aldığım 2 yaşındaki oğlumu tuvalete götürme görevine de Sami kendi talip olurdu. Hâlâ yaşı 50'ye yaklaşan oğlumu nerede görse küçükken ona yaptığı hizmeti hatırlatır. Odamızdaki en renkli kişi kırmızı karanfilini her gün yakasından eksik etmeyen rahmetli Ümit Denizle, hiç soluk almadan konuşan sevgili Halit Kıvanç, günlük yazılarını birbirlerine yüksek sesle okurlardı. Dağılan kafalarımızı toplamaya çalışırken Halit Çapın da odaya girer, dokunaklı, nefis yazılarını okumaya başlayınca herkes susardı.

'Nûr-i aynım nasılsın'
Odamızın içindeki ahenk ve neşeyi koridora çıkınca kaybettiren iki ünlü yazarımız vardı: Refii Cevad Ulunay ve Peyami Safa... Gazetede kadın gazetecinin varlığına dayanamayan Ulunay yıllar boyunca yanımdan geçerken yüksek sesle: "Bu kadının burada ne işi var?" diye söylenirdi. Ancak ikinci bir kadın gazeteci bize katılınca bir gün koridorda beni durdurdu ve elini göğsüne koyup: "Nûr-i aynım, nasılsınız?" deyince; bir süre ne söyleyeceğimi bilememiştim.

Bu sevgi gösterisini her karşılaşmamızda tekrarlayan Ulunay, günlük yazılarında satmak istediği ineklerinden sık sık bahseder onları barındırdığı meşhur çiftliğine defalarca beni davet ederdi. Ama maalesef hiçbir zaman gidemedim. Dostluk kurabilseydim, yıllarca 150'liklerden biri olarak dış ülkelerdeki renkli yaşamını ona anlattırırdım.

Aynı kat ve sayfayı paylaşmamızdan dehşetli rahatsız olan Peyami Safa'nın tutumunu da bir türlü anlayamamışımdır. Tek bir gün değil konuşmak, kantindeki aynı masada karşılıklı yemek yerken bile selâm vermezdi. O kadar çirkin yemek yerdi ki, hep gözlerimi kaçırdığını için belki selâmını ıskalamış ve bu konuda yanılmışımdır. Ancak sevimsiz karakteri hakkında yanıldığımı söyleyemeyeceğim.

Safa bembeyaz oldu
Onca ünlü romanın yazarı olan Peyami Safa'nın hastalık derecesindeki kıskançlığını Ercüment Karacan onun mimiklerini taklit ederek anlatmıştı. Peyami Bey, Milliyet'in ikinci sayfasının sol köşesindeki "Cemiyet Haberleri" sütunumu Karacan'a hırsla gösterip kendisi gibi bir başyazara aynı sayfanın sağ köşesini nasıl lâyık gördüğünü ve hatâsını düzeltmezse Milliyet'ten ayrılacağını söylemiş.


Karacan kıkır kıkır gülerek anlatmıştı: "Zaten yazılarından hiç hoşlanmıyordum. Ona: 'Siz bilirsiniz' deyince Peyami Bey'in sarı benzi bembeyaz oldu."

Tabiî Peyami Safa uzun süre daha Milliyet'te yazmaya devam etti. Ama bana karşı tavrında da en ufak bir yumuşama olmadı.

Hasan Pulur vakası
Gazetede nüktedanlığı ve neşeli fıkralarıyla bize çoğu zaman hoş dakikalar geçirten Hasan Pulur, eşiyle birlikte sık olmasa da görüştüğümüz bir arkadaştı. Hattâ eşine sevgi ve saygısını davranışlarıyla gösterdiği için özel bir yakınlık duyduğum Hasan, bir gün Abdi'ye herkesin duyacağı bir tonda: "Sizin eşinizi karşılamak için idare havaalanına araba yolluyor; benim eşim için isteyince göndermiyorlar" demişti.

Abdi'nin donup kaldığı anlarda doğru odasına gittiğini bildiğim için hemen arkasına takıldım. Sinirden tir tir titreyerek idareyi aradı ve Hasan Pulur'a istediği zaman araba verilmesini söyledi.

İşte o gün...
Mehtaplı bir yaz gecesinde Feyyaz Tokarlar'ın Hisar'daki yalısında Kasanlar ve Abdi'ler ile yemek yiyorduk. Bir ara içeri girdim. Rıhtımdan hepsi birden bağırıyorlardı: "Leylâ koş, koş, bak Hasan senin sevgili Berin Hanım'ın ve Nadir Bey'in için neler anlatıyor..."

Yanlarına gidince Hasan, benim şimdi ayrıntılarına girmeye utanacağım ama Jandarma Komutanı olan kayınpederinden naklen yüzde yüz doğru olduğunu dinlediği çirkin bir olayı anlattı.

Nadir Beyle eşi Belgrad Ormanı'nda yürüyüş yaparken iki er yollarını kesmiş; Nadir Beyi ağaca bağlayıp, Berin Hanım'a tecavüz etmiş.

Herkesin başına gelebilecek böyle iğrenç bir olayı, doğru dahi olsa -ki başka hiç kimseden duymadım- anlattığı için Hasan'a kızdığım kadar gülenlere de kızdım. Çünkü hepsinin Nadir Beylerle karşılaşınca saygılarını eksik etmediklerini biliyordum.

Eve dönerken üzüntüden ağzımı bıçak açmıyor, bir gece sonra birlikte yemek yiyeceğimiz Berin'i düşünüyordum. Yeniköy'deki evlerinde masadan kalktıktan sonra Refik'le Berin içeriye girdi. Biz terasta Nadir Beyle sohbet ediyorduk. Bir ara camdan her zamanki gibi Refik'in hararetli hararetli konuştuğunu görüyordum. Berin iki eliye başını tutup sallıyordu. Hemen içeri girip ne olduğunu sordum; şiddetli bir baş ağrısı geçirdiğini söyledi. Refik'e 'hemen gidelim' işareti yaptım. Arabaya binince; "Sana bütün ricalarıma rağmen Berin'e dün gece Hasan'ın söylediklerini inşallah anlatmadın..." dedim. Refik'in, "Merakımı yenemedim; böyle bir olayın başından geçip geçmediğini sordum" yanıtını duyunca beynimden kaynar suların döküldüğünü hissettim.

Ertesi sabah Yazıişleri'ne girince Hasan Pulur herkesin içinde üstüme yürüyerek bağırdı:

"5 dakika önce Berin Nadi telefonda: Pulur, siz geceleri anlatacak daha eğlenceli konular bulamaz mıydınız?" diye beni haşladı: "Utanmıyor musun, söylediklerimi ona anlatmaya?"

Soğukkanlılığımı korumaya çalışarak; "Asıl sen anlatmaya, onlar da gülmeye utanmadı mı? Şimdi Refik arabayı park edip geliyor. O sana kimin Berin Nadi'ye söylediğinin yanıtı verir" derken Refik arkamdan yetişti: "Hasan, Leylâ değil, ben anlattım." Hasan da hemen benden özür diledi.

O günden sonra aramızın eskisi gibi sıcak olmamasının tek nedeni o çirkin hikâyeyi bir mizah olayı gibi herkese anlatmasını unutamayışımdı. Ama yine de gazetede görüşüyorduk.

Üzerime yürüdü
Bir süre sonra Hasan yine alı al, moru mor bir suratla üzerime yürüyerek: "Yalancı" diye bağırdı, "Meğer Berin Nadi'ye sen anlatmışsın. Refik seni korumak için kabahati üstlenmiş" dedi.

O günden sonra ne Refik'le ne de Hasanla bu konuya hiç girmedim. Ve Hasan'ı, ne zaman, nerede çok uzaktan bile görsem yönümü değiştirmeye çalışırım.

Eğer o günlerde ortak arkadaşımız Milliyet'in o zamanki Ankara bürosu temsilcisi Orhan Tokatlı ile görüşseydi, benim asla böyle çirkin bir olayı değil, çok sevip saydığım birine, hiç kimseye anlatmayacağımı öğrenirdi. Belki zahmet edip şimdi Orhan'la konuşursa benden tekrar özür dilemeyi dener. Ne kadar kırgın olursam olayım, iyi günlerimizin hatırına belki onu affedebilirim.

Haberin Devamı