Bombacının parçaları kebap salonuna düştü
Olay sonrası güç bela Levent Çarşı'ya dalıyoruz. Şirvan Kebap çalışanları anlatıyor: İçeriye ceset parçaları yağdı, polis bunların bombacıya ait olduğunu söyledi
Taksiden indiğimiz yer patlamanın olduğu caddeye çıkan bir yan sokak. Yanından geçtiğimiz çöplükte Renault Mais'ın kırılan camları duruyor. Görevli kova kova cam getirmeye devam ediyor. Bir kaç adım sonra gazetecilerin kümelendiği, canlı yayın araçlarının park ettiği caddedeyiz. Polisten bantları geçmeyi istiyoruz:
* Asla. Buradan içeri giremezsiniz.
Peki bari bir yol söyleyin.
* Yavaşça söylüyor:
Levent Çarşısı'nı dolanın.
Kadın çığlıkları
HSBC'nin tersi yönde yürümeye başlıyoruz. Yolumuzun üzerindeki Roche'da telaş var. Güvenlik görevlisi olaya ilk koşan kişilerden biri:
Kulağımda kadın çığlıkları var sadece. Bir de ambulanslara taşıdığım insanlar... Kolları, bacakları yoktu.
* Acıyla bağırmıyorlar mıydı?
Sadece bakıyorlardı. Korkuyla bakıyorlardı. Kollarının, bacaklarının koptuğunun farkında değil gibilerdi.
"Galiba öleceğim"
Çarşı'ya çıkacağımız ara sokağa giriyoruz. Şeyma Ertan Mimarlık Bürosu'nun önündeyiz. Patlamanın olduğu yere 80 metre uzaklıkta. Bahçesinde bir otomobilden fırlayan yanık bir parça duruyor. Büyük bir olasılıkla tampon. Büro görevlilerinden Sadık Bey bir yandan camları toplarken bir yandan anlatıyor:
"Patlama olduğu sırada camdan dışarı bakıyordum. Galiba bir basınç oldu ve beni yere düşürdü. Bir güç hızla beni itti. 37 yaşındayım. O anda kendi kendime "Galiba şimdi öleceğim" dedim."
"İstanbul'da cam bitti"
Bu sırada sokakta bir ses duyuyoruz:
* Hanımefendi camcı geldi mi?
Elinde defter, kalem ve bir metreyle dolaşan bir adam: Camcı İkram Bey!
* Sokak aralarında dolaşıp, bu soruyu mu soruyorsunuz?
Şu anda buradaki herkesin tek derdi camlarını taktırmak. Herkes yağmadan korkuyor. Patlamanın ardından kaç tane hırsızlık olayı yaşanmış. Hatta iki tanesi de şu çatıda yakalanmış. Kaç kişi bana "Ne olur camımı takın" diye yalvarıyor.
* Niye yalvarıyor?
Cam yok ki. Kadıköy'den geldim ve buraya cam yetiştiremiyoruz. İzmir, Ankara, Bursa'ya sipariş vermek zorunda kaldık. Çoğu hafta bekleyecek. Üstelik buradaki camlar çok pahalı. 8 milimlik, kumlu camlar. Metrekaresi 110 dolar.
* Kendinizi cenaze levazımatcısı gibi mi hissediyorsunuz?
Aynen öyle. Herkes can derdinde biz cam derdinde...
Polisler, gazeteciler, camcılar ve tabii bir de sigortacılar. Birine soruyoruz:
* Terör sigortası yaptırmışlar mı?
Çoğu yaptırmış. Aslında fotoğrafla tespit edip ondan sonra işlem yapmamız gerekir. Ama böyle bir olayda fotoğrafa bile gerek yok.
"Beyinler sarkıyordu"
Sonunda Çarşı'ya çıkan yere varıyoruz. Ama orası da güvenlik bandıyla kapalı. Hemen bir yan sokağa giriyoruz. Karşımıza Levent Cerrahi ve Tanı Merkezi çıkıyor. Patlama olur olmaz 60-70 kişinin bir anda kapısına yığıldığı ilk sağlık merkezi. Ama güvenlik görevlisi içeri girmemize izin vermiyor. Sonunda bir doktora sormasına ikna ediyoruz:
* İçeri girsinler mi?
Peki girsinler ama başkasını almayın. Doktor Serdar Dağ'ın yüzünde büyük bir mutsuzluk ifadesi var.
* Size bir şey oldu mu?
Hayır ama gördüğüm manzarayı ben hayatımda görmedim. Beş yıl acilde çalıştım, depremde görev yaptım, ama böyle bir vahşet görmedim.
* En kötüsü neydi?
İçi görünen kafatasları... Beyinler...
* Siz ne doktorusunuz?
Beyin cerrahı!
* Geldiği sırada ölü olan var mıydı?
Biri ex'ti. Tanıyordum hem de...
* Tanıyor muydunuz? Kimdi peki?
Yonca Bilgin. 23-24 yaşında, çok neşeli, gencecik biriydi. HSBC'de çalışıyordu. Bazen gelip muayene olurdu.
* Geldiğinde nasıldı?
Kafası yok gibi bir şeydi.
* Ya diğerleri?
Mesela ağır yaralı biri vardı. Emekli öğretmenmiş. Bir yandan kanları akarken bir yandan da şahadet getiriyordu. Aslında çoğuna bir şey yapamadık. Hepsini Şişli'ye, Taksim'e gönderdik.
* Bu olayda aklınızda ne kalacak?
Kan kokusu! Hayatımda hissetiğim en kötü kan kokusuydu.
"Silahımla bekledim"
50 yıllık Tadal Pastanesi'nin sahibi Nizamettin Gündoğan'a soruyoruz:
* Nasıl koruyacaksınız burayı?
Patlamadan hemen sonra yukarıdan silahımı çıkardım. Bir hırsız görsem kesin vurmaya kararlıyım.
Pastanede çalışanlardan İsmail Ulusoy söze giriyor:
Patlamadan hemen sonra buraya HSBC'nin İngiliz müdürü geldi. Her yeri kan içindeydi, İngiltere'yi aradı. Ne söyledi anlamadım ama ağlıyor gibiydi.
Karşıda bir pastane daha var. Adı Panex. Sahibi Hasan Karakulak telefonda bir şeyler anlatıyor. "Kimle konuşuyorsunuz" diye soruyoruz:
BBC!
* Siz mi aradınız BBC'yi?
Hayır onlar bizi buldu.
"Kafatası çatıda"
Buradan çıkıp yandaki ünlü Şirvan Kebap'a giriyoruz. Bizi sigortacı zannediyorlar. Derken dükkanın asıl sahibi Siirtli Tekin İnci geliyor.
* Geçmiş olsun, dükkanınız yerle bir olmuş adeta.
Asıl caddedeki Şirvan'ımız dağıldı.
* Çalışanlara mı bir şey oldu?
Yaralımız var ama asıl içeriye fırlayan insan parçaları çok feci. Mesela bizim damda bir kafatası duruyor.
* Ne? Hala duruyor mu?
Polislere gelip alsınlar diye haber verdik ama hala duruyor.
Fenerlere pil lazım!
Sarı baret takan HSBC'nin özel güvenlik görevlileri aynı anda patlama yerine en yakın dükkanlardan biri olan Stüdyo Aya girip, sonra ellerinde pillerle çıkıyorlar. Fotoğrafçıya soruyoruz:
* Niye sizden bir sürü pil aldılar?
İçeri girecekler. Fenerleri için aldılar. HSBC görevlilerinden birinin masmavi, iri gözleri var. Yüzü mermer gibi.
* Çok kötüydü değil mi?
Gözünü diktiği noktaya bakmaya devam ederek
başını sallıyor.
* Arkadaşlarınızdı değil mi?
Kısık bir sesle yanıtlıyor: Hepsi!
"Parayı havale ettik"
Çarşı'daki bankalardan biri de Denizbank. Görevli bir bankayı bekliyor olmasına karşın hiç tedirgin görünmüyor. Merak ediyoruz.
Patlamadan hemen sonra bütün parayı diğer şubelere naklettik. Herkes öyle yaptı zaten.
Artık polisler bizi fark ediyor. İçlerinden biri bizi içeri almaya kararlı. Diğeri alıp "Tamam bantların dışına çıkarıyorum" deyip bizi götürürken söyleniyor, "Savaş Ay'ı bile sokmadık buraya. Siz nereden girdiniz anlamadım ki..."
Bantların dışına çıkarıldığımızda geriye dönüp son bir kez bakıyoruz. Olay anından sadece bir saat önce yani 10 sularında patlama olsaydı burası ne halde olurdu diye sokağa bakıyoruz. Esnafın söylediğine göre Çarşı'nın en yoğun olduğu saatler o saatlermiş ve yüzlerce kişi olurmuş. Belki de sevinmek lazım. Ama sevinemiyoruz.