TBMM Başkanı Şentop'tan 'parlamenter sistem' açıklaması
TBMM Başkanı Mustafa Şentop, "20. yüzyıl aslında bir ara dönem gibi, bir devre arası gibi. Lozan üzerinden bunu söyleyecek olursak Erbakan Hoca'mız da Lozan'a 'devre arası' derdi. İsmet İnönü de Lozan'dan döndükten sonra vermiş olduğu bir röportajda diyor ki 'Türkiye'ye 100 yıl kazandırdık.' Yani, 'Her şeyi müzakere ettik bitirdik, sonuca bağladık.' demiyor. '100 yıl kazandırdık.' diyor." ifadesini kullandı.
Şentop, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (ESAM) tarafından "Meclis'in 100. Yılında Türkiye'de Anayasalar ve Siyaset" başlıklı konferansa katılarak bir konuşma yaptı. Daha önce ESAM'da görev yaptığını hatırlatan Şentop, konferansta siyasi kimliğinin yanı sıra bir akademisyen olarak bulunduğunu belirtti. Konuşmasının bu üç çerçeve içerisinde değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizen Şentop, 2020'nin TBMM'nin açılışının 100'üncü yılı olduğunu hatırlattı.
"Anayasalar ve siyaset" başlığının uzun zamandır konuşmalarında ana konu olduğunu aktaran Şentop, bu konuşma için de onu tercih ettiğini söyledi. Anayasaları ve siyaseti birbirine karşıt konumlandırdığını dile getiren Şentop, "Siyaset alanını düzenlemek, siyasette rekabet etmek veya siyasetin alanını daraltmak için anayasalar bir enstrüman olarak kullanıyordu. Sadece Türkiye'de değil, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde tüm dünyada kullanılıyor. Bu bakımdan anayasalar ve siyaseti, aslında ikisini beraber değerlendirmek değil, birbirinin karşıtı iki kavram olarak değerlendirdiğimi ifade edeyim." dedi.
Anayasa fikrinin Kara Avrupası sisteminin bir ürünü olduğunu vurgulayan Şentop, dünyada farklı hukuk sistemleri bulunduğunu, genel olarak bakıldığı zaman da bu hukuk sistemlerinin içeriğinin farklı şekillerde oluştuğunu söyledi.
Anglosakson hukuk sistemi, İslam hukuku, Yahudi hukuku bulunduğunu anlatan Mustafa Şentop, Hristiyan hukukunun ise bir Kara Avrupası sistemi içinde tarihi bir dönem olarak değerlendirilebileceğini ifade etti. Bunları birbirinden farklı kılan yapıları olduğuna dikkati çeken Şentop, söz konusu yapılar hakkında bilgi verdi.
"ANGLOSAKSON HUKUKUNDA İÇTİHATLARI YARGIÇ YAPAR"
Anglosakson sisteminin, örf adet kuralları, emsal içtihat ve parlamentonun koyduğu kurallardan oluştuğunu belirten Şentop, şöyle devam etti:
"Hukuk sistemi deyince Türkiye'de hukuk okuyanların aklına hep Kara Avrupası sistemi gelir. İslam hukuku daha çok Anglasakson hukukuna benzer. İslam hukukunda da hukuk morfolojik olarak üç grupta hukuk kuralları var. Bunlardan birincisi naslar, Kur'an ve sünnetteki hukuk kurallarıdır. İkinci grup ise içtihatlar yoluyla oluşmuş kurallardır. Anglosakson hukukunda içtihatları yargıç yapar, hakim kendisi yapar. İslam hukukunda ise içtihatı müctehid dediğimiz belli vasıflara sahip kişiler yapar. Bir de İslam hukukunun üçüncü grup kural kısmı vardır, onlar da naslar ve içtihatlar dışında yasama alanı olarak bırakılmış alandır."
Osmanlı Devletinde bunların kanunnameler yoluyla konulmuş kurallar olduğunu belirten Şentop, şu bilgileri aktardı:
"Bunlar iki türlüdür aslında, bunların bir kısmı müctehidlerin içtihat yoluyla oluşturduğu kurallar, bunların arasında farklar var. Müctehidin ihtilafları. Devlet, bugünkü anlamıyla yasama organı, bu içtihatlar arasında bir tercihte bulunabiliyor, bunu uygulanması zaruri bir kural haline getirebiliyor. Aslında hakim, hukuku uygularken bu içtihatlardan yararlanabiliyor ama devlet başkanı veya yasama organı derse ki 'Şu içtihatla amel edin' diye o zaman o içtihatla amel etmek zorunda oluyor."
Müctehidlerin içtihatla kural üretmedikleri alanlar da olduğunu belirten Şentop, o alanlarla ilgili de yasama organının İslam hukukunun genel ilkelerine aykırı olmamak üzere kural koyabildiğini söyledi. Şentop, "Yani İslam hukukunda da İngiliz hukukuna benzer şekilde bir temel, sabit kuralların olduğu, bunu yasama organının da değiştiremediği bir alan var." dedi.
"HUKUK BÜTÜNÜYLE BİR DEVLET KREASYONU"
TBMM Başkanı Şentop, konuşmasına şöyle devam etti:
"Gerek İngiliz sisteminde gerek İslam hukukunda, gerek Yahudi hukukunda, kabataslak hukukta iki alan var. Bir sabiteler, değişmezler alanı, bir de değişebilir alan var. Sayısal olarak bakıldığında değişmezler alanı dar bir alan, değişebilir alan ise çok geniş bir alan. Gerek içtihat yoluyla gerekse yasama organının koyacağı kurallar yoluyla. Kara Avrupası hukukunda ise, anayasa orda doğmuştur diyorum ya, burada ise değişmezler alanı yok hukukta. Roma hukukundan itibaren onu devam ettiren bir gelenek. Hukuk bütünüyle bir devlet kreasyonu. Kuralları siyasi otorite koyuyor. Roma'da da öyle, Hristiyan hukuku döneminde de öyle. Hristiyan hukuku dediğimiz hukuk esas itibarıyla Katolik hukukudur. Katolik mezhebinin hukukudur. Ortodokslukta bir hukuk düzeni yok. Çünkü Ortodoksluk güçlü bir devlet iktidarının olduğu coğrafyalarda gelişmiş bir mezhep."
"KARA AVRUPASI HUKUKUNDA, HUKUKUN DEĞİŞMEZLERİ ALANI YOK"
Hristiyan hukukunda kuralların kutsal kitaba dayanmadığını vurgulayan Şentop, "Çünkü kutsal kitapta esasen hukuk kuralları yok denecek kadar az." dedi. Bu anlamda bakıldığında Kara Avrupası hukukunda, hukukun değişmezleri alanı olmadığını belirten Şentop, 17. yüzyıldan itibaren burjuvazinin gelişmesi, aristokrasinin güçlenmesiyle beraber bu alanın tartışılmaya başladığını söyledi. Bu tartışmanın "Devleti de hukukla sınırlamamız lazım" şeklinde geliştiğini aktaran Şentop, açıklamalarını şöyle sürdürdü:
"Nasıl sınırlayacağız? Bütünüyle hukuk devletinin var ettiği bir düzen ise devlet, hukukla sınırlandığı zaman bu sınıra uymak zorunda değil her zaman. Çünkü kuralı o koymuş. Bu bakımdan önce doğal hukuk teorileri canlanıyor. Deniyor ki 'Devletten önce de bir hukuk vardır.' 18. yüzyılda 'Doğal hukuk diye bir şeyin varlığını kral kabul etmedikçe bunun bir pratik etkisi olmaz.' denmiş. Bunun üzerine kuvvetler ayrılığı teorisi ortaya çıkıyor. Deniyor ki 'Madem kuralların hepsini devlet koyuyor o zaman bu devletin kuralları koyan tarafını ayıralım ama uygulama gücü olmasın. Bir de devletin uygulama gücü olan kısmını da kuralları koyamaz ve değiştiremez hale getirelim.' İlk ayrım yasama ve yürütme ayrımı ortaya çıkıyor. Daha sonra yargı da ayrı bir erk olarak ayrılıyor. Ama bu da bir teori, pozitif hukuk kuralı değil."
18. yüzyılın sonlarından itibaren, doğal hukukla ilgili esasları, bu kuvvetler ayrılığı teorisini bir pozitif hukuk kuralı metni haline getirelim diye bir anlayışın ortaya çıktığını ifade eden Şentop, "İşte anayasa bu fikirden doğuyor. Doğal hukukla ilgili olan kısmı, temel haklar hürriyetler kısmı, kuvvetler ayrılığı kısmı ise devletin teşkilat yapısı, kurumsal mimarisi. Bu ikisi devleti, bir pozitif hukukla sınırlamak için beşeri kaynakla üretilmiş, hukukta bir sabiteler arayışı içerisinde ortaya çıkmış bir alan." diye konuştu.
"ÜST HUKUK METNİ ANLAYIŞININ ORTAYA ÇIKTIĞI BİR DÖNEM"
19. yüzyılda Osmanlı'da ilk anayasacılık tartışmaları yapılırken Ziya Paşa'nın ve Namık Kemal'in "Anayasaya ihtiyaç yoktur." şeklinde itirazları olduğunu anlatan Şentop, her ikisinin de "Bizde hukukta zaten sabit hükümler, üst hukuk kuralları (şeriat) var." dediğini söyledi.
Kara Avrupası hukuk sistemi içerisinde hukuk paradigması zihninde oluşmuş bir öğrencinin, bu itirazı anlayabilmesinin mümkün olmadığını dile getiren Şentop, Ziya Paşa'nın ve Namık Kemal'in anayasacılık fikrinin hangi zaruretten ortaya çıktığını tam olarak anladığının görüldüğünü kaydetti.
19. yüzyılın bu anlamda devleti de bağlayacak üst hukuk metni anlayışının ortaya çıktığı bir dönem olduğunu belirten Şentop, bu yüzyılda anayasacılık alanında iyi sonuçlar alındığını aktardı.
20. yüzyıla gelindiğinde ise 2. Dünya Savaşı öncesi Almanya'daki gelişmelerin anayasadaki bu "değişmezler alanı paradigmasının" çöktüğünü gösterdiğine işaret eden Şentop, Hitler'in hem yasama hem yürütme hem de anayasa yapma gücünü elinde tuttuğunu hatırlattı.
Mustafa Şentop, "Böylece anayasaların sabite olma fonksiyonu esasen kaybolmuş. Sonra 1945'ten sonra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, BM İnsan Hakları Beyannamesi ve bunların getirdiği bazı mekanizmalar var. Bunlarla artık parlamentoları ve anayasa yapıcıları da bağlayan bir üst hukuk normları, yani sabiteler yine yapay bir şeriat oluşturma fikri ortaya çıkıyor. Benim kanaatime göre en son 11 Eylül olaylarından sonra da birçok Avrupa ülkesinde de böyle bir hukuk alanı kalmamıştır." diye konuştu.
"1945'TEN SONRA YAPILAN ANAYASALARDA YENİ BİR ALAN VAR"
1945'ten sonra anayasaların başka bir fonksiyon kazanarak varlığını sürdürdüğüne işaret eden Şentop, 2. Dünya Savaşı sonrası tüm dünyada demokrasi, serbest seçimler, çok partili hayat gibi kavramların yaygınlaştırılmaya başlandığını aktardı.
Bir taraftan bu düzen kurulurken, bir yandan da bu yeni oluşturulan statükoyu tehdit etmeyecek hükümetlerin ortaya çıkmasının hedeflendiğine dikkati çeken Şentop, şöyle devam etti:
"Bu ikisini bir arada savunabilmek nasıl mümkün olur? Bu aynı 12 Eylül darbesinde olduğu gibi, ne diyorlar, kim yapmış darbeyi 'Bizim çocuklar.' Yani istenen şu, 'Demokrasi olsun, çok partili hayat olsun, serbest seçim olsun ama hep bizim çocuklar kazansın.' Bunun bir formülü olması lazım. İşte bunun formülü anayasalar. 1945'ten sonra yapılan anayasalarda daha öncekilerinden farklı olarak yeni bir alan var. O alan, siyasette, ekonomide, sosyal politikalarda birçok alanda devletin temel politikalarının anayasada yer almaya başladığını görüyoruz. Daha önce öyle bir şey yok. 1945'ten sonra bu olmaya başlıyor. Bu ne demektir? Bir anayasa olsun ve o ülkede artık bizim çocuklar kazanmasa da bizim çocuklarınkine benzeyen bir yönetim olsun, anayasalar vasıtasıyla. İşte bu anlamda anayasalar, esasen siyaseti belli bir mecra içerisinde sabit tutmak ve sadece o mecradan akmasını sağlamak için hazırlanmış metinler, o tarihten sonra."
"YENİ ANAYASACILIK AKIMI BU"
Anayasaların, 2. Dünya Savaşı sonrasında temel siyaset metinlerine dönüştürüldüğünü ve siyasetin o anayasa metnin temel paradigması içine hapsedildiğini ifade eden Şentop, "Yeni anayasacılık akımı bu." dedi. Buna paralel bir gelişmenin Türkiye'de de yaşandığını aktaran Şentop, Türkiye'nin 1950'de çok partili hayata geçmeye mecbur kaldığını söyledi.
Bu tarihte yapılan ilk seçimle Türkiye'yi uzun süre tek parti olarak yöneten partinin seçimi kaybettiğini anımsatan Şentop, genel eğilimin ise "Bu millet hata etti, ilk seçimde düzeltecektir." şeklinde olduğunu ifade etti. Bu kesimin, 1954'te daha büyük bir yenilgi aldığını anlatan Şentop, "Bu sefer artık 'Bu iş seçimle olmaz.' gibi bir anlayış çıkmaya başlıyor. 1960'ta darbe yapan cuntanın çekirdeği, aslında 1954 seçimleri sonrası oluşmaya başlıyor." dedi.
27 Mayıs darbesiyle bu anlayışın iktidara gelmesine rağmen sorunların bitmediğinin altını çizen Şentop, Türkiye'yi seçimsiz yönetmenin mümkün olmadığını belirtti.
"SEÇİMLER OLSUN AMA HEP BİZ YÖNETELİM"
"Seçimler olsun ama hep biz yönetelim." anlayışı ile 1961 Anayasası'nın ortaya çıktığını aktaran Şentop, 12 Mart ve 12 Eylül'le daha tahkim edilmiş bir anayasa ortaya çıktığını dile getirdi. Bu dönemde seçilmemiş iktidara yönelik eleştirilerin arttığını belirten Şentop, 2000'lerden itibaren siyasetin alanı genişlemeye başlayınca, seçilmemiş iktidarın, mevcut iktidarın alanını daraltmaya başladığını söyledi.
Mustafa Şentop, "Bu zamanla genişledi. AK Parti'nin 2002'den itibaren siyasete sahip çıkarak siyasetin alanını genişleterek yürüttüğü mücadele, diğer aktörlerin alanını daralttı. Nihayetinde Türkiye siyasetin gücüyle, defakto olarak elde ettiği bu alanı hukuki hale getirmek için 2010'dan itibaren anayasa tartışmalarına başladı. Nihayetinde 16 Nisan 2017'de yapılan bir değişiklikle Türkiye Başkanlık Sistemi'ne geçti." dedi.
Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesiyle 28 Şubat'ta olduğu gibi dışardan hükümet kurdurma senaryolarının ortadan kaldırıldığını aktaran Şentop, "1961 Anayasası ile başlayan bir anayasacılık paradigması, önce siyaset yoluyla, daha sonra da 16 Nisan 2017'de yapılan hükümet sistemi değişikliği ile ortadan kaldırıldı. Türkiye bu anlamda ikili iktidar anlamından kurtulmuş, bir daha dışardan müdahaleyle hükümetlerin kurulduğu, düşünüldüğü bir anayasal sistemden çıkmış oluyor. Bugün Türkiye artık milletin seçtiklerinin sadece yönetebileceği ve esas iktidarın seçilenlerde olduğu bir noktaya gelmiştir." açıklamasında bulundu.
"DAHA GÜÇLÜ BİR AKTÖR OLARAK YER ALMAK İÇİN MÜCADELE EDİYORLAR"
Bugün dünyanın yeniden şekillendiği, eski paradigmaların tümüyle ortadan kalktığı bir dönemde yaşandığına dikkati çeken Şentop, şu değerlendirmelerde bulundu:
"20. yüzyıl aslında bir ara dönem gibi, bir devre arası gibi. Lozan üzerinden bunu söyleyecek olursak Erbakan Hoca'mız da Lozan'a 'devre arası' derdi. İsmet İnönü de Lozan'dan döndükten sonra vermiş olduğu bir röportajda diyor ki 'Türkiye'ye 100 yıl kazandırdık.' Yani, 'Her şeyi müzakere ettik, bitirdik, sonuca bağladık.' demiyor. '100 yıl kazandırdık.' diyor. Niye? Çünkü Lozan tabiri caizse bir siyasi mütareke. Aralarında anlaşamadığı için devletler, böyle olduğu gibi kalsın demişler. Şimdi bütün karşı karşıya olduğumuz siyasi tartışmalar, askeri çatışmalar ne varsa hepsi 100 yıl öncesinin meseleleri. Ama biz bugün, Türkiye olarak birçok bakımdan 100 yıl öncesine göre bu meseleleri daha iyi göğüsleyebilecek bir durumdayız."
Şentop, dünyadaki paradigmanın, uluslararası paradigmanın yeniden kurulacağı bir dönemde olunduğunu ifade ederek, şunları kaydetti:
"Eskiden olduğu gibi statükoyu muhafaza etmek için çatışmıyor devletler, tam aksine yeni kurulacak statükoda daha güçlü bir aktör olarak yer almak için mücadele ediyorlar. Böyle bir dönemdeyiz. Bu bakımdan Türkiye'nin, bu dinamik süreçte kalıcı ittifaklar yok, bir coğrafyada birlikte olduğunuz devletle bir başka coğrafyada karşı karşıya gelebiliyorsunuz. Böyle bir dönemde hem içeride hem dışarıda dinamik bir politikayı üstlenmek, tabii milletin desteğini arkanızda hissetmek çok önemli. Türkiye'nin birikimi, milletimizin tarihi vasıfları itibarıyla Türkiye'nin bu dönemden daha güçlü çıkacağını düşünüyoruz, buna inanıyoruz."
Şentop, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (ESAM) tarafından düzenlenen "Meclis'in 100. Yılında Türkiye'de Anayasalar ve Siyaset Konferansı"na katıldı.
Katılımcıların sorularını da cevaplayan Şentop, bir soru üzerine önceki dönemlerde başkanlık sistemini Türkiye için öneren siyasi görüşler ve fikir adamları olduğunu ifade etti. Türkiye'de 1961 Anayasası'nın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir hükümet sistemi tartışmasının bulunduğunu dile getiren Şentop, bu tartışmada en önemli tezlerden birinin de başkanlık sistemi olduğuna dikkati çekti.
Şentop, sadece mevzuat üzerinden gidilse bile yine başkanlık sistemine gelineceğini belirterek, "61 anayasasında bir cumhurbaşkanı var, cumhurbaşkanını parlamento seçiyor. Tamamen sembolik yetkileri olan bir cumhurbaşkanı." ifadesini kullandı.
"Çankaya noteri" ifadesini hatırlatan Şentop, sözlerini şöyle sürdürdü:
"82'de yapılan anayasada cumhurbaşkanını parlamento seçiyor ama yetkileri çok artırılmış bir cumhurbaşkanı var. Daha sonra 2007 yılında yapılan anayasa referandumuyla cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi gerçekleşti ama yetkileri artırılmış 82'deki cumhurbaşkanı. Yani sürece bakarsak 61'de sembolik yetkileri olan parlamentonun seçtiği cumhurbaşkanı, 82'de güçlendirilmiş, artırılmış yetkileri olan parlamentonun seçtiği cumhurbaşkanı, 2007'de güçlendirilmiş, yetkileri artırılmış ama halkın seçtiği cumhurbaşkanı. Bu çizgiyi uzattığınızda zaten kendiliğinden başkanlık sistemine geliyor yani Türkiye'de hem pozitif hukuk bakımından süreç bizi buraya getiriyor hem ise anlatmış olduğum arka plan, siyasi tartışmalar, hükümet sistemi tartışmaları ve anayasa paradigması bakımından Türkiye'yi başkanlık sistemine getiriyor tarihi süreç, akış. 'Yok bu olmasın da biz 61 anayasasındaki döneme dönelim' oradaki tabi güçlendirilmiş parlamenter sistem ne demek bunu somut olarak ben bilmiyorum, böyle bir model yok çünkü. Parlamenter sistem var, başkanlık sistemi var, bir de arada olan sistemler var onlara yarı başkanlık veya yarı parlamenterizm deniliyor. Bunların bir kısmı başkanlığa yaklaşıyor, bir kısmı parlamenter sisteme yaklaşıyor ama güçlendirilmiş parlamenter sistem nedir? Yani sembolik cumhurbaşkanı."
"CUMHURİYETLERDE PARLAMENTER SİSTEMİN UYGULANMASI ÇOK ZOR"
Parlamenter sistemin monarşilerin sistemi olduğunu, İngiltere'de ortaya çıktığını anlatan Şentop, "Cumhuriyetlerde parlamenter sistemin uygulanması çok zor. Biraz iddialı bir söz ama dünyada cumhuriyet olup üniter devlet modeli olan ülkelerde parlamenter sistemin iyi işlediğine dair örnek yok. İyi işlediği modeller ki bunların hepsi tartışmalı şimdi. Almanya üniter devlet değil federal devlet. Yani hem cumhuriyet hem de üniter devlet varsa ikisi beraber bir ülkede parlamenter sistem iyi işliyor diyebileceğimiz bir örnek yok dünyada." dedi.
Sistemin monarşilerde işlediğini, kralın sembolik yetkilere sahip olduğunu hatırlatan Şentop, "Federal sistemde işleyebiliyor. Çünkü federal sistemde ülke içi yetkilerin dağılımı federe devletlerde, sadece ortak konularla ilgili yetkilendirilmiş bir federal hükümet var o bakımdan. Bir de monarşi yok, kral yok, saltanat kaldırmışsınız niye cumhurbaşkanlığı diye bir makam olsun o zaman bir ülke içerisinde? İşte o yetkisiz monarşideki kralın yerine bir cumhurbaşkanı diye bir makam icat ediliyor eğer cumhuriyet varsa." diye konuştu.
Bu konunun, Türkiye'de de erken dönemlerde tartışıldığını, parlamenter sistemin doğru olmayacağına dair bir düşüncenin ortaya konulduğunu vurgulayan Şentop, "Bütün bunlar dikkate alındığında ben bugün geldiğimiz noktanın tesadüfen geldiğimiz veya 'o mu olsun, o mu olsun' neticede 'hadi bu olsun' falan diye bir karar verilerek gelinmiş bir nokta olmadığını ifade ediyorum, bunun bir tarihi arka planı var, pozitif hukuk bakımından siyasi arka planı var bundan geri dönüş tarihin akışını geriye çevirmek anlamına gelir." değerlendirmesinde bulundu.
Hükümetlerin seçimlere müdahalesi tartışmasının geride kalmış bir tartışma olduğuna işaret eden Şentop, şunları söyledi:
"Seçmenin iradesi kendi iradesi midir yoksa bu sosyal medya üzerinden özellikle teknolojik gelişmelerle kişiye özel manipülatif birtakım mesajlarla yönlendirilebilir mi diye tartışmalar yapılıyor. Bu konuda İngiltere'de özellikle Brexit üzerinden çok ciddi tartışmalar var. Artık iktidarların seçimlere müdahalesi 'out' bir konudur. Esas siyasi hakları kendi özgür iradesiyle seçmenin kullanabilmesine dair çok daha farklı bir tartışma alanı var. Türkiye'de seçimlerle ilgili seçimlere müdahale tartışması seçim sisteminin, seçim kanunlarının değiştirilmesi bağlamındaysa böyle bir şey yok uzun zamandır. Bu 1980'li yıllarda yapılırdı, her seçimden önce ama hükümetin aleyhine olurdu her seferinde seçim sonuçları."
Böyle bir tartışmanın hem içeriği itibarıyla çok geride kaldığını ve bu tartışmanın zemininin olmadığının altını çizen Şentop, "Türkiye'nin en büyük şehrinde seçimler yapıldı sonuç belli oldu, başka bir parti, muhalefetteki bir parti kazandı, ikinci büyük şehrinde muhalefetteki parti kazandı." dedi.
"ONLAR BUNU YAPMIYORLAR AMA HÜKÜMETLERİ BELİRLİYORLAR"
Vesayetten kastettikleri şeyin legal olarak milletin ortaya koymuş olduğu bir iradeyle belirlenmemiş olan bir yetki bir güç kullanma meselesi olduğunu belirten Şentop, şöyle devam etti:
"Vesayetçi diye itham ettiklerimiz, millet ne demiş? 'Asker olun' demiş, anayasa kanunlar falan, 'siz asker olun' denmiş, sizin göreviniz bu. Onlar bunu yapmıyorlar ama hükümetleri belirliyorlar veya hükümetin politikasını. Vesayet bu. Halkın seçtiği ve 'gel sen bu ülkeyi yönet' dediği bir kişiyi 'vesayetçi gibi hareket ediyor' falan denemez yani vesayet sistem dışı bir husustur, organdır. Vesayet kimde vesayet ne zaman olur? Ebeveyni varsa, velisi varsa bir kişinin ona vasi olmaz. Velisi yoksa vasi devreye girer. Vasi vesayet sistemin dışından bir müdahaledir sisteme. Bu vesayetçi diye bizim ifade ettiğimiz şey millet iradesiyle seçilmemiş, milletin kendisine ülkeyi yönetme, siyaset yapma, politika yapma yetkisi vermemiş olduğu halde millet kalkıp bu işi yapmaya çalışanlar, bunlar vesayetçi. Ama millet bir kişiyi seçmiş, cumhurbaşkanı olarak seçmiş ve anayasaya göre yetkiler vermiş, bu kişi yetkilerini aşıyor, aşmıyor o ayrı bir tartışma. Ona vesayet denmez, yetkisini aşsa da vesayet denmez buna. Çünkü millet zaten ona o iş için yetki vermiş. Doğrudan o işi yapan kişidir, vasi değildir. Vasi o dışarıdan birisi gelirse vasi odur. Dolayısıyla Türkiye'de zaman zaman hani başka vesayetler tartışmasıyla ima edilmeye çalışılan şey yanlış bir şeydir. Hukuken de siyaseten de yanlış."
Bir soru üzerine, seçilen kişi kim olursa olsun süresi geldiğinde kendine göre anayasa ve mevzuat içerisinde hareket edeceğini vurgulayan Şentop, anayasa ile ilgili hükümet sistemi tartışmalarındaki hususları yakından takip ettiğini söyledi.
Şentop, eleştirilere somut olarak bakıldığında bu tartışmaların hiçbirinin anayasadaki sistemle alakalı olmadığını işin uygulamasıyla alakalı olduğunu belirtti.
Siyaset ve devlet yönetiminin sadece yazılı kurallarla olan bir şey olmadığını, bu kuralları canlandıran hayat veren siyasi aktörlerin ve siyasetin kendi dinamiklerinin olduğunu dile getiren Şentop, ABD'nin başkanlık sisteminin ve anayasasının ne kadar sağlam olduğu konusunda örnekler verildiğini hatırlattı. Şentop, "Trump geldi, hiçbir şey değişmeden sistemle ilgili çok ciddi tartışmalar ortaya çıkmaya başladı. Ne değişti? Anayasayı mı değiştirdiler? Hayır." dedi.
"BUNLARI BİRBİRİNDEN AYIRMAK LAZIM"
Siyasetin akışını, konjonktürü, ülke ve dünya gündemini hepsini bir arada değerlendirmek gerektiğine işaret eden Şentop, şunları kaydetti:
"Bazen tarih olaylar, sosyoloji birtakım siyasi karakterler ortaya çıkarıyor evet aynı sistem içerisinde ama farklı bir elbise giydiriyor o sisteme, farklı bir realite kazandırıyor. Bunları birbirinden ayırmak lazım. Anayasadaki düzenlemeye itiraz varsa somut olarak o konuşulur ama siyasetin tabiatından kaynaklanan, onun somutlaşmasından kaynaklanan itirazlar varsa onların tartışması ayrı bir tartışma. Kanunla düzeltilir, uygulamayla düzeltilebilir şeyler onun için ben bunları ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Lehinde ve aleyhinde olan görüş beyan edenlerin hepsi tarafından ayrılması gerektiğini düşünüyorum."
Şentop, bir soru üzerine, seçim döneminde siyasetçilerin yaptığı açıklamaların seçime müdahale olarak değerlendirmenin tuhaf bir şey olduğunu ifade etti.
Başkanlık sistemini, Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi'ni referans göstererek savunduğu belirtilerek, "Bugün, o dönem Milli Nizam'ın ve Milli Selamet Partisi'nin yöneticilerinin yaptığı eleştiriler sizce siyaseten neden değer görmüyor" şeklindeki bir soru üzerine Şentop, Milli Nizam Partisi'nin 1969'da ortaya koyduğu program, siyaset tarzı ve paradigmasının bunu ortaya koyan şahıslar yaşadığı sürece onların mülkiyetinde olduğunu ve başka kimsenin bunlara dokunamayacağını kimsenin söyleyemeyeceğine dikkati çekti.
Şentop, "Bu, o dönemde siyasi hareket, Milli Nizam Hareketi, siyasi parti, Milli Görüş ortaya çıktığında o görüşü benimseyenler temel tezlerini benimseyenler vardı, zaman içerisinde siyasi görüş farklılıkları, temel paradigma üzerinde de olabilir, olmayabilir, detaylarda olabilir o ayrışmalar gayet tabi bir şekilde ortaya çıkabilir. Bu kadar çok dar bir şekilde 'biz o zaman, 69'da bunları yazdık, bunlar ilelebet, kıyamete kadar sadece bunu yazanların tekelindedir' diyemez kimse." ifadesini kullandı.
Kendisinin başkanlık sistemini sadece Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi'nin argümanlarıyla savunmadığını vurgulayan Şentop, "Bunu ifade etmemin sebebi, bir siyaset yapış tarzıyla ilgili. Burada Milli Nizam'la beraber başlayan siyasi hareketle AK Parti'de Cumhurbaşkanımızla kendisini temellendiriyor. Temel paradigmasıyla siyaset yapış tarzıyla, siyaset yoluyla Türkiye'yi dönüştürme anlamında Türkiye'nin tarihi, milletimizin temel değerlerine bağlı siyaset üretme milletle devleti bütünleştirme noktasında o anlamda siyasetin tek bir merci de olamaz." açıklamasında bulundu.
Siyasi görüş farklılıklarını çok fazla kutsamamak gerektiği kanaatinde olduğunun altını çizen TBMM Başkanı Şentop, "Çok daha eskiye kadar gittiğimizde sahabe dönemindeki ihtilaflar da siyasi ihtilaflardır ama hiçbirisi birbirlerini dinden çıkmakla, sapıtmakla, batıl yola girmekle falan da itham etmemiştir. Somut bir konu vardır etrafında iki farklı görüş ortaya çıkmıştır, tartışma büyümüştür, savaşmışlardır Cemel'de mesela ama birbirlerini itham ederken, belli bir nezaket çerçevesinde bunun sadece bir fikir ayrılığı içtihat farklılığı, siyasi görüş farklılığı olduğunu söylemişlerdir. Beslendikleri kaynak, çıkış noktaları aynı ama farklı siyasi görüşte somut olaylar konusunda, değişen konjonktür konusunda farklı siyasi yaklaşımlar ortaya çıkabilir. Dolayısıyla bu anlamda bir tekel olduğunu düşünmüyorum." değerlendirmesinde bulundu.
"HUKUKTA VE SİYASETTE TEAMMÜLLER ÇOK ÖNEMLİ"
İngiltere'de yazılı anayasa olmamasının temel kurallar olmadığı anlamına gelmediğini belirten Şentop, şöyle konuştu:
"Yazılı kurallar yok çünkü siyaset kamu hukukunun temel teamülleri, dayanaklarıyla ülkedeki siyasetin yaklaşımları arasında bir bütünlük var. Bu bakımdan yazmaya gerek görmemişler kuralları ama kurallar güçlü kurallar. Bugün de ihtilaf ettiklerinde yazılı değil ama bir kural var ve herkes o kurala uyuyor. Fakat Türkiye gibi daha çok Fransa'ya benzetebiliriz bu anlamdaki gelişimini Türkiye'nin, hep bir öncekini yıkarak, kırarak, yeni bir şey ortaya koymaya çalışarak siyasi tarihini geliştirmiş ülkelerde yazılı metinlerde bile sorun var.
Fakat bizde yazılı kurallar bile 367 örneğinde olduğu gibi kural yazılı yazmışsınız ne yazdığı da belli fakat konjonktüre göre, adaya göre farklı yorumlanabiliyor. Bunun sebebi bu. Hukukta ve siyasette teamüller çok önemli. Siyasi kamu hukukuna dair örf ve adetler çok önemli. Dolayısıyla anayasalar bir eksikliği gidermek için bir noksanı aynı zamanda zımnen ifade eden metinlerdir. Bu teamüllerin eksik olması sebebiyle anayasa yapmaya mecbur kalıyorsunuz zaten. Bu bakımdan bence ideal anayasa falan değil anayasacılık üzerinden değil daha çok hukuktaki bu teamüller, hukuka saygı sizin dediğiniz hukukun üstünlüğüne saygı anlamında konuyu konuşmak anayasa bunun sadece bir enstrümanı olabilir diye düşünmek lazım."