Kimse bilmiyordu, o hissetti!
“Ya ölümsün ya düğün” yerine, “Ya güçlüsün ya güçlü!” dedim ona...
AYŞE ARMAN YAZIYOR
Dünyanın her yerinden.
İnanılmaz bir şey.
Herkes, “Yapabileceğimiz bir şey var mı? Lütfen söyleyin” diyor.
İnanır mısınız, ben de bilmiyorum.
Yürümenin, protesto etmenin bir işe yarayacağını sanmıyorum.
Bence sakin olalım.
Evet, olan biten okuduğunuz gibi.
Ama “yargılama mağduru olan”, mahkemeye çıkabilmek için cezaevinde, haftalarca, aylarca bekleyen sadece Deniz Seki değil.
Aynı durumda olan ve sesini duyuramayan nice insan var.
Gelen maillerin çoğunluğu, “218 gün, bir insanın kendini savunması için bekletilmesi, o süreyi içeride geçirmesi olacak şey değil” diyor, “Şöhretin bedelini ödüyor.”
Haklısınız, ben de öyle düşünüyorum.
Ve “Biraz içeride kalsın da, burnu sürtülsün” mantığı.
Peki hukuki olarak, doğru bir şey mi yapılan?
Konuştuğum herkes, bunun “insan hakları ihlali” olduğunu söylüyor.
Baro başkanından, öğretim üyelerine, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Türkiye’nin eski yargıcından, bu alanda duyarlı herkese kadar.
Ben de bu ülkede yargıya ve hukuka inanıyorum, inanmak istiyorum, “Suçu neyse çeksin” diyorum.
Ama modern bir hukuk devletine yakışır bir şekilde önce yargılansın, mahkemeye çıksın, kendini savunma hakkı verilsin, ha sonra suçlu bulunursa, neyse gereği yapılsın.
Şunu merak ediyorum:
Deniz, ilk defa hâkim karşısına çıkarıldığında serbest bırakıldı.
Arada vakit vardı, isteseydi, yurtdışına çıkabilirdi.
Üstelik hem Şengen hem de Amerika vizesi vardı.
Kaçmadı.
Savcının itirazı üzerine tutuklama kararı verildiğinde, annesinden evinden, elleriyle konulmuş gibi alındı.
Size de tuhaf gelmiyor mu?
Böyle birinin, kaçma şüphesinden söz edilmesi biraz anormal değil mi?
Delilleri karatmaya gelince...
Karartacak delil yok ki, hepsi toplanmış.
Madem kaçma ve delil karartma riski yok, o zaman 218 gün dışarıda geçirse daha iyi olmaz mıydı?
Bu, ölçüsü kaçmış bir “tedbir” değil mi?
Deniz Seki’nin, tanınan bir sanatçı olduğu için duyurabildiği sesi, aslında bu ülkede bir şeyleri değiştirmek için herkes için güzel bir fırsat olabilir.
Bu ülkede bir şeylerin de doğru gittiğine hepimiz inanmak istiyoruz...
GÜLER SEKİ (annesi)
Sana bunları yaşattığım için affet anne dedi
Görüş günleri içim daralarak uyanıyorum, cezaevine yaklaşınca, iyice nefes alamaz hale geliyorum. Onu ilk gördüğüm gün, bana, en mahcup, en utanmış, en çocuk haliyle “Sana, bunları yaşattığım için beni affet anne” dedi, “Burada olmayı hak edecek bir şey yapmadım. Başkalarını bırak yeter ki sen inan bana...”
Ben de dedim ki “Senin benim kızım olduğuna inandığım kadar sana inanıyorum!”
Gözyaşlarımızı silip, birkaç söz çıkarmaya çalıştık ağzımızdan.
Biz ahizeyi neredeyse hiç kullanmıyoruz, gözlerimizle anlaşıyoruz, birbirimizin dudaklarını okuyoruz.
O içeride, biz dışarıda çile çekiyoruz.
Siz de gittiniz, biliyorsunuz, cezaevi çok farklı bir yer, duygular hızla altüst oluyor, çok küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarıyorsunuz ya da tam tersi.
Ne diyeyim?
Yavrumun çıkmasını bekliyorum.
Bir umut belki, mahkemesi 1 Ekim’den önceye alınır diye dua ediyorum.
Zaman zaman evine gidiyorum, çok tuhaf bir duygu, sanki Deniz cezaevinde değil, dışarıda, birazdan gelecek sanıyorum, sonra gerçek dank edince, duramıyorum o evde.
Tek istediğim bir an evvel kızıma kavuşmak, ona doya doya sarılmak.
“Başımıza gelmez” dediğimiz şeyleri yaşıyoruz aile olarak.
Her şeye rağmen telafi edeceğiz, ne kızıma ne de bana yakışır yıkılmak, elbet bugünleri de aşacağız. Allah büyüktür ve her şeyin bir sebebi vardır...
GÜLBEN ERGEN
Ne ölüm ne düğün... Yeni bir hayat!
O kalın camın arkasından, bana bakan hüzünlü gözleri, gitmiyor aklımdan...
Ama artık kendini seven, sayan gözler...
Bunca zamandır ona bir söz hakkı tanınmamasının verdiği kırgınlıkla, ağlamaktan yorulmuş bir Deniz vardı karşımda. Zaten konuşmanın en güzel yerinde, kocaman hortumlu telefon kapandı.
3 aylık hamileydim. Kimseler bilmiyordu hamile olduğumu...
“İki oğlun olacak” dedi bana...
Yemin ederim o bildi, doktorumdan bile önce, sezdi, hissetti...
Ben de “Ya ölümsün ya düğün” yerine, “Ya güçlüsün ya güçlü!” dedim ona...
Ona içeri götürdüğüm kitabın ismi “İçindeki Devi Uyandır.”
Ağlarken güldük birlikte...
Onu bunca zamandır beklettiler... Kendini savunamadı... Anlatamadı... Hiç mi bu konularla alakalı “suçlu” başka kimse yok etrafta? Gazetelerde Deniz’in resimlerini gördüğümüz için mi o içeride? Niye 218 gün bekliyor? Ben size nedenini söyleyeyim çünkü o gerçekten yalnız ve saf. Evet, kendini bu kadar safça hırpalayan büyük dalgalı bir deniz o...
Ama bu haksız bekleyiş, Deniz’in yeni başlangıcı olacak!
Doğumumda bana yolladığı çiçeğin üzerinde ne yazıyorsa, Deniz işte onu yaşayacak:
“Ne ölüm ne düğün... Yeni bir hayat...”
ADEM SÖZÜER (İ.Ü. Ceza Hukuku öğretim üyesi)
Kişinin kaçma tehlikesi yoksa tutuklamak doğru değil
Bizdeki “Tıkalım içeri, aklını başına alsın” diyen bir anlayış. “Tutuklayarak haddini bildirelim” düşüncesi. Bir de toplum ve medya baskısı var. Çünkü birçok olayda, medya, “Niye tutuklanmadı?” diye ayağa kalkıyor, tutuklansın diye yeri göğü inletiyor. Toplum da, medya gibi tepki veriyor. Tutuklama kararını bir “mahkûmiyet” veya “beraat kararı” gibi algılıyor. Kişi, tutuklanmaz ise “Kurtuldu, cezalandırılmayacak!” tutuklandıysa “Tamam mahkûm oldu” zannediliyor...
Tutuklama bir ceza mıdır?
Hayır değildir. Biz, kişiyi suçlu olup olmadığını tespit için yargılıyoruz. Bu esnada başvurulan bir tedbir tutuklama. Yani daha kişinin suçlu olup olmadığı belli değil. O yüzden kişiye yargılanırken “sanık” mahkum olunca, “hükümlü” diyoruz.
Peki kişinin suçlu olup olmadığı yargılama sonucunda belli olacaksa, neden başvuruluyor bu tedbire?
Çünkü kişinin kaçma tehlikesi olabilir. Ya da dışarıda olursa, delilleri karartabilir. Ya da yeri yurdu belli değildir, mahkemeye getirmek için bulmak mümkün olmaz. İşte tutuklamanın nedeni bunlardır. Deliler toplanmış, kişinin kaçma tehlikesi de yoksa tutuklamak doğru değil. Esas olan, kişilerin tutuksuz yargılanmasıdır.
Ülkemizde niye bu kadar çok tutuklu var...
Normal olan, cezaevlerinde “hükümlü” sayısının çok, “tutuklu” sayısın az olması. Avrupa ülkelerinde cezaevlerinde bulunanların ortalama %75’i hükümlü, % 25’i tutuklu. Sadece Arnavutluk ve Türkiye’de bu oran tersine. Yani ülkemizde cezaevi nüfusunun % 75’i tutuklulardan oluşuyor. Eskiden beri devam eden bu sorun, maalesef hala çözümlenemedi.
MUAMMER AYDIN (Baro Başkanı)
8 ay tutuklu kalması adil yargılama ilkesine de aykırı
24’ünde tutuklandı, mahkemeye 1 Ekim’de çıkacak...
Kişinin, mahkeme huzura çıkarılmadan 8 ay tutuklu kalması, insan hakları ihlalidir. Adil yargılama ilkesine de aykırıdır. Tabii bu durumda olan tek kişi Deniz Seki değil. Tutuklama, bir tedbirdir, infaza dönüştürülemez. Ama bizim ülkemize dönüştürülüyor. Bu kadar uzun süre yargılanma ilkesine aykırı olarak tutuklu kalmak, “makul süre”nin aşıldığı anlamına da geliyor.
“Makul süre” nedir?
Her olayın özelliğine göre değişebilir. Ama tutukluluğun 8 ay, 10 ay, bir sene sürmesi, “makul süre” olarak kabul edilemez.
Her 30 günde bir yapılan tutukluluk incelemelerinin evrak üzerinde yapılması doğru mu? Duruşmalı yapılması gerekmiyor mu?
Normalde sanıkların ve şüphelilerin mahkemeye getirilmesi ve yeni durumlara göre, tutukluluk incelemelerinin duruşmalı yapılması gerekiyor. Ama cezaevinin mevcut durumu, personel yetersizliği ve araç yetersizliği nedeniyle bunlar genellikle dosya üzerinden yapılıyor, bu da bir ihlal. Gelişen süreçte, yeni bir durum ya da yeni bir delil ortaya çıkmış olabilir, mahkeme bunu da değerlendirmeli. Oysa bizde genellikle ne oluyor? Tahliye talepleri, klişe haline gelmiş gerekçelerle reddediliyor. Şöyle deniyor: “Dosyanın durumu, tutukluluk süresi ve atılı suç dikkate alınarak tutukluluk halinin devamına...” Bunlar klişeleşmiş sözler. Bunlarla değil, o olayın özelliğine uygun gerekçelerle tutukluluk halinin devamına karar verilmesi gerekir. Ne yazık bizde, bu da yapılmıyor...
HAMİŞ: Affedin... Deniz Seki’nin aciliyeti vardı, bütün sayfayı o kapladı. Oysa, bugün sizi Ali Saydam’ın karısı Arın’la da tanıştırmak istiyordum. İnşallah önümüzdeki günlerde...