Yazar Ayşe Kulin, Radikal gazetesinden Armağan Çağlayan'a özel açıklamalarda bulundu.
Kulin, 'İletişim çağında, parmağınızın altında her şey dururken siz artık dindar bir nesil yetiştiremezsiniz, oradan meyve toplayamazsınız' diyerek çarpıcı bir tespitte bulundu.
İşte Kulin'in o açıklamaları:
Ayşe Hanım Türkiye ’nin en çok üreten ve satan roman yazarısınız, değil mi?
Hemen her yıl kitabım çıkıyor ama en çok satan derseniz o konuda bir iddiada bulunamam.
Sizden çok romanı satan bir yazar bilmiyorum ben. ‘Adı: Aylin’ 2 milyonu geçmiş durumda.
Evet, ‘Adı: Aylin’ de ‘Dönüş’ ve ‘Gizli Anların Yolcusu’ romanlarım da çok sattı. Yani kendimi çok satan kitap listelerinin başında görmüşlüğüm var.
Kitaplarınızın kaç sattığını hiç sormazmışsınız, doğru mu?
Bu konuyu yayıncım takip ediyor. İlk dizim oynarken her sabah reytinglere bakardım. Ama daha sonra bıraktım ve bir daha da hiç bakmadım.
Televizyona ya da radyoya bakar mısınız?
Bir ara köşe yazarlığı yapıyordum, tabii o kaynanaları görmek lazım ki bir fikriniz olsun, bir şey yazın... Ama genelde gündüzleri açmam televizyonu, sabah programlarına bakmam. Akşam 7’de açarım; haberleri dinler, birkaç dizi seyrederim.
Ne seyrediyorsunuz bu ara?‘Kayıp’ dizisini çok severek seyretmiştim. Bir yere kadar ‘Muhteşem Yüzyıl’ı seyredip bıraktım. Nurgül Yeşilçay’ın oynadığı bir diziyi takip ediyordum, o da bitti.
Popüler kültüre ilgi duyuyor musunuz?
Popüler kültüre ilgi duyacak yaşı geçtim. Şimdi çocuklarımı ve torunlarımı mutlu edecek kadar ilgileniyorum. Torunlarımla müzik dinliyorum, hoplayıp sıçrıyorum. Hatta onlar yüzünden Harry Potter’ı çok severek okudum. Okullara konuşmaya gittiğimde, çocuklara mutlaka Harry Potter okumalarını tavsiye ediyorum ki okumayı sevsinler. Reşat Nuri Güntekin ile çocuklara okumayı sevdiremezsiniz. Milli Eğitim, hangi grup insanların elindeyse arzularına ve muhafazakârlık ölçülerine göre kitaplar konuyor ve okullarda çocuklara onları okutuyorlar. Ama bu şekilde okumayı sevdiremezsiniz.
Belki de amaç onları kitap sevdirmeye çalıştırmak değil, muhafazakâr bir yaşam biçimine yönlendirmektir?
Bu iletişim çağında bu hareket Türkiye’yi boğuyor. Bu noktada idarecilerin anlayamadıkları bir şey var: İletişim çağında, parmağınızın altında her şey dururken siz artık dindar bir nesil yetiştiremezsiniz, oradan meyve toplayamazsınız. Başka bir insan yetişecek, özgürlüğüne düşkün, dünyaya uyumlu. Bir mobese kamerasının yarım saatini seyredip “Şu vaka oldu” dendiği zamanı gözlerinizle görüp aslında hiçbir şey olmadığını fark ettiğinizde, Başbakanınız karşınızda “Olmuştur!” diye bağırdığında aklınız demiyorum ama azıcık vicdanınız varsa inanmıyorsunuz zaten. Bugünkü yöneticiler çok yanlış bir yol tutturmuş durumda.
Oyları konsolide etmek de bir propaganda veya bir seçim yöntemi mi? O da kendi saflarını bir yerde konsolide ediyor.
Gerçeğin dışına bu kadar çıkılarak oyların kontrol edildiği başka bir dönem hatırlamıyorum. Hiç bu kadar kontrol altında olmadık.
Size yazı yazarken kontrol altında olduğunuz duygusu geliyor mu?
Evet, bir parça kontrol etmek zorunda hissediyorum kendimi. Ama ne yazıyorsam, o konudaki görüşümü yazmaktan kaçınmıyorum. Dünyanın sorunlarına çok parmak basmadım elbet ama mesela Kürt-Türk sorununu roman olarak ilk ben yazdım. “Daha önce yazıldı” diyorlar ama sadece Kürtlerin veya Türklerin açısından yazıldı. Benim gibi ortada durup hiçbir yöne taraf olmadan, barıştırmaya çalışarak yazan başka bir yazar tanımıyorum. Belki vardır ama gözden kaçırmışımdır. Kitabı yazmamın sebebi; Leyla Zana tutuklanmıştı ve kelepçeleyip götürmüşlerdi. Bir kadın olarak milletvekiline yapılmamalıydı. İnsan olarak yapılmamalıydı, en başta. Yanında iki polis varsa bir kadın nereye kaçacak? Farkında değiller insanların neler çektiğinin... Bu adamların hapiste anneleriyle kendi dilini konuşamadığının, isimlerinin yazılmadığının, ayrımcılık yapıldığının... Adam Kürtse işe alınmıyor. Bıçak kemiğe dayanınca sesini duyurmak için dağa çıkıyor. Yazarlar, farkındalık yaratmak zorunda. Böyle konularda biz belki sorunu çözemeyiz ama ona işaret edebiliriz. Bunu kitaba yedirmeye çalıştım, çok cesurdum yazarken. ‘Bora’nın Kitabı’nı yazarken de cesurdum çünkü ülkemizde ensest var. Kültürümüzde kızları okutmayıp hayvan muamelesi yapmak var. Mal zannediyorlar kızlarımızı, satıyorlar.
Kürt meselesi ve ‘Bora’nın Kitabı’nı yazdıktan sonra CNN Türk’te bir programda çıkıp Ermenilerle ilgili bir laf ettiniz ve yer yerinden oynadı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Programda tam birini cevaplayacakken yeni bir soru soruluyordu, laf ağzımda kaldı. Onun için özür diledim çünkü ‘kesme’ kelimesi yanlıştı. Alışkanlıkla söylüyoruz. Çok hızlı akan, üstünüze üstünüze gelen programcının karşısında stresli oluyorsunuz, kelime seçemiyorsunuz.
Ermeni Soykırımı olmadığına inanıyorsunuz değil mi?
‘Nefes Nefese’yi yazarkan karşımda oturan insanların birkaçı Türk diplomatların kamptan topladığı, hâlâ damgası olan insanlardı. “Ermenilerin soyunu kurutalım” diye başlatılmış bir olay değil. Osmanlı, o sırada korkunç bir savaşın içinde. Ermenilerin bir kısmı, kendilerini Osmanlı hisseden sadık Ermeniler. Ama diğeri de var. Adam Hıristiyan ve Hıristiyan bir devlet gelmiş “Toprak vereceğim” diyor. Orada savaşan milletin orduların komutanının hakkı, tehcir yapmak. Amerika bile Japonlara karşı tehcir yaptı, İkinci Dünya Savaşı’nda. Biz insan olarak, toplum olarak hoyratız. Üç-beş direnen çocuğu kör ediyoruz, öldürüyoruz savaş yokken. Protestoya gidiyor çocuklar, ne hale geliyorlar. Bu millet tehcir olayını bu hale getirdi. Savaş var, çoğu da hastalanarak ölmüş. Korkunç bir trajedi yaşandığını biliyorum. Ama bu Ermeni soyunu yok etmek için yapılmış hareket değil. Nazilerin Yahudilere yaptığından çok farklı.
Kitap yazarken iki kitap sonra ne yazacağınızı biliyor musunuz?
Hiç bilmiyorum. İki set eserim var. Annemi kaybetmeseydim ‘Veda’nın sonlarına doğru ‘Umut’u yazmayacaktım. Annem için hiçbir şey yazmamışım, ona bir kitap ithaf etmemişim. Babama şiir kitabı yazmışım, arkadaşıma ve sevgilime hikâye ithaf etmişim. O kadar kötü oldum ki annem ona hiçbir şey yapmadan gitti diye... O yüzden ‘Umut’ta annemin hayatını ve o dönemi anlatmak istedim. Sonra baktım, Türkiye’nin sosyal tarihini toparlıyor gibiyim. Kendi dönemimi anlattım çünkü çok şeyler yaşadım. Darbeler ve 6-7 Eylül olaylarının içine düştüm, üstümde mavi beyaz çizgili bluzumla. Sonra 30 senelik boşluk kaldı ve artık çalışma hayatımın komik olaylarını anlatayım dedim. Kendim de eğlendim yazarken.
İnsan iyi yazar olduğunun farkına nasıl varıyor?
Ne eleştirmenler ne okurlar karar verebilir buna. Bugün Shakespeare’i ne kadar iyidir, ne kadar kötüdür diye tartışmamız mümkün değil. Yüzyıllardır okuyoruz. Benim kitabım ne yazık ki dünyaya mal olamayacak çünkü Türkiye’de yaşıyorum. Benden 50 sene sonra hâlâ Türkler okuyorsa beni, demek ki iyi bir yazarım; zamanı aşarak hitap edebilmişim insanlara.
Başta kitabınızın yayımlanmamasının size karşı bir önyargı olduğunu düşünüyor musunuz?
Olabilir. Çünkü benim sınıfımdan Tomris Uyar var ama Tomris Uyar’ın edebiyat dünyası içinde solcu bir kocası vardı. Ben daha başka bir evlilik yaptım zengin bir koca bulayım diye yapmadım. Tesadüfen hayat önüne bir şey getiriyor. Evlendik ama olmadı. Tesadüfen solcu ve şair bir adamla evlenebilirdim belki o zaman daha değişik olurdu. Çünkü ben ilkokulda da ortaokulda da yazardım, yazmak içimden gelen bir şeydi. Hep edebiyata meraklıydım.
Son dönem yazarlardan kimleri severek okuyorsunuz?
Murat Uyurkulak ve Hakan Günday’ı çok seviyorum. Hamdi Koç’un kitabı Çıplak Ve Yalnız’a bayıldım. Leyla Erbil’in Tuhaf Bir Kadın ve Tuhaf Bir Erkek de beğendiğim kitaplar içinde.
Büyük bir projeniz var mı? Film yönetmeninin vardır ya bir gün şu filmi çekeceğim ve o iş bitecek gibi...
Hayır, hiç öyle bir projem yok. Yalnız bir iki romanımın film yapılmasını isterim. Mesela ‘Nefes Nefese.’ Türklerin çekmesi de şart değil. ‘Sevdalinka’ da çok güzel bir film olabilir. Çekimi çok pahalı da olmaz çünkü orada savaş yok, ordulara ihtiyaç yok. Ama dizi değil; dizi olunca roman sulanıyor.
Haberin Devamı