Stefan Pohlit: Bu kitap tüm adalıların romanı
Türk kültürüne olan ilgisiyle bilinen Stefan Pohlit müzisyenliğinin verdiği ilhamı bu kez edebiyata taşıdı. Alman batı müziği bestecisi, kültürlerarası müzik uzmanı ve şimdi de kitap yazarı olan Stefan Pohlit yeni kitabı Münzevi Adası ile ilgili merak edilenleri yanıtladı.
Edebiyatla müziği harmanlamak nereden aklınıza geldi?
Çocukluğum sanatla iç içe geçti. Annem tanınmış bir sanat evinde çalışırken, babam resim yapıyordu. Paris’te Max Ernst’in kız kardeşi, Jean Tinguely ve Niki de St.Phalle ile yakın olan dostlarım vardı. Meşhur besteci Wolfgang Rihm’in öğrencisi olduğum zaman bile hala resim okumayı aklımdan silmemiştim, en sonunda müzik “kazandı”. İstanbul’da musiki alanında doktora, sonra Kompozisyon hocalığı, ayrıca Fransız uyruklu bir kanuni, Julien Jalal Ed-Dine Weiss, ile işbirlik yaptım. Türkçe bilmeyen Weiss’in “Türk müziğinin yanlış hesaplanmış” olduğuna dair ettiği çılgın iddia, musiki cemiyetinde bir kavganın sebebi oldu. Romanımın ana karakterleri bu olaylardan esinlenince, onların dünya görüşü, romanın yapısında yankılıyor. Müzik bilimi, ruhsallığı fizikle barıştırır, armoni uyumsuzluğu (göz ardı etmeden) entegre eder. Antik dönem,bu fenomeni “kürelerin ahengi” olarak tanırdı. Bu bilgiyi okullarda Latince gibi (yani, düşünsel bir araç olarak) öğretseydik, belki dünyadaki dengesizliğin çaresini bulurduk...
"TÜRKÇEYİ HENÜZ BİLMEMEME RAĞMEN İNSANLARLA İYİ ANLAŞTIM"
Türkiye’ye ve Türk kültürüne olan ilginiz nasıl başladı?
İlk kez Türkiye’ye gelirken Türkçeyi henüz bilmememe rağmen insanlarla oldukça iyi anlaştım. Bundan sonra rahmetli Nevit Kodallı’nın ailesiyle dostça bir bağlantı kurarak, bir bursla birkaç ay Mersin’de kaldım, fakat çoğu zaman İstanbul ve Güneydoğu’da geziyordum. O zaman dili kendi kendime öğrenmeye başladım. Tecrübelerimden çok memnunum.
İrfan sanki bizden biri gibi. Bunu nasıl sağladınız?
Çok güzel bir cümle! Maalesef, sadece kısmen doğru... Öncelikle bu roman tüm Adalıların kitabı. Birçok kişiye borçluyum: onların hikayelerinden ilham aldım! Ancak “ulusal”, yani “tipik Alman gibi” bir kimliğim yok. Evrensel çağa evrensel bir insan da gerek, buna her zaman inanıyordum. Birlikte “insan” olabilmek için aramızdaki sınırı aşmaya çalıştım, bir aşk meselesi yani. Ayrımları “yok” etmek niyetlenince, tasavvufta söylendiği gibi, ego’yu yenerek “hiç” olmak şart: “cihad-ı asgar”/“cihad-ı ekber” meselesi!
Türkçe ve diğer Ortadoğu dillerine hakimiyetiniz ne ölçüde? Ve bunu edebiyata nasıl yansıttınız?
Arapça öğrendim (hem Tunus’ta bir okula gittim), bir de Farsça. Pratiğim bayağı bozulmuş, ama bu dillerin sayesinde, sanırım, Türkçe’nin boyutlarını daha kapsamlı bir şekilde anlamış oldum. Bir dönem Osmanlı Türkçesi’ne de uğraştım. (Bunların yanında, eski İonia’yı unutmayalım; Adalardayken Yunanca da öğrendim.) Romanı yazarken kafamdaki diyaloglar İstanbul’da karşılaştığım “halk ağzında” konuşuyordu. Bu ifadelerin Almanca eşdeğerini bulmak zor geldi. Zaten Almanlara iyice yabancılaşmıştım...
Tasavvuf ve sufizmle ilk nasıl tanıştınız?
Öncelikle, bir Julian Assange’i hapseden medeniyetin pek güzel bir model sağladığını düşünmüyorum. Bir okul arkadaşım müslüman olunca araştırmaya başladım. Genel anlamda farklı, alternatif bir ufuk arıyordum. Ailemde herkes kilise müziği yaptığı için çok sağlam bir din eğitimi görmüş olsam da, İslam mistisizmi, örneğin Hallaç-ı Mansur ile Mevlana Rumi, hemen ilgimi çekti. İlk olarak Annemarie Schimmel’in kitaplarını inceledim. Gerçi orada resmedilen “tasavvuf”, dışarıda karşıladığım gerçeğe pek benzemiyor. Sonraki yıllar, birçok ünlü sufilerle tanışıp onlarla diyalog kurmak fırsatım oldu.
"HAYATIM KARIŞIK BİR MACERAYA BENZİYOR"
Felsefik olarak kendi gözünüzden tasavvuf fikrini nasıl yorumluyorsunuz?
Hepimiz aynı gezegendeyiz. Bu dünyayı yok etmemize az kaldı. Ancak eski tarzlar çalışmıyor, birlikte yeni bir tarz bulmamız lazım ve bunun anahtarı sevgi ve ruhsallıktır. Tanıdığım sufiler muhteşem insanlar. Batı toplumu onlardan birçok şey öğrenebilirdi. Tabii ki tek bir tasavvuf yok. Örneğin, birçok Nakşibendi ile arkadaş olmakla birlikte kendimi Mevlevi, bir de Melami öğretisine daha yakın hissediyorum. Ancak bir tarikate girerek “ruhsal bir sözleşme” yapmak kendime uygun görmedim. “İnanç”tan ziyade “deneyim”e doğru yol aldım. Her insan, ahlakı eğiterek bu tür görme yeteneğine sahip çıkabilir.
Müzisyen olmak edebiyatçı kimliğinize nasıl yansıdı?
Hayatım kendi adına karışık bir “maceraya” benzediği için yaşantılarımı da anlatmak istedim. Edebiyata ancak ileri yaşta başladığım için ilk adımlarda zorluk çektim. Örneğin, “A Clockwork Orange” adlı romanın yazarı Anthony Burgess de aynı zamanda besteciydi, hatta üç senfoni besteledi! Sanırım, Burgess gibi halimden pek memnun değildim. Klasik çağdaş müzik, kendi adına “gizlemci” bir cemiyet. O kadar fazla ilerledi ki dinleyicilerin çoğu kaçmış, aynı zamanda okullar ona pek ilgi göstermiyor. Daha geniş bir topluma ulaşmak için kitap yazmaya karar verdim.
Daha önce ortadoğulu ezgilerle senfonik eselerler bestelediğinizi biliyoruz. Bu coğrafyanın müziği sizi nasıl etkiledi?
Anadolu’nun halk müziklerini hala keşfetmekteyim. İlk adımda Osmanlı saray müziğini araştırdım çünkü bulduğum “yazılı” kaynaklar bu işi kolaylaştırdı. Bildiğimiz gibi, makam Batı müziğiyle bazı temel kuralları paylaşmakta ve buna rağmen makam müziğinde daha fazla perde ve gamlar mevcut. Kendi eserlerimde zaten Batılı ses sistemin ötesine geçmeye başlamıştım, fakat bu “ilave perdeleri” elde ederken, makamdaki form anlayışını aktardım. Örneğin, Batı müziğinde yaygın olan simetrinin yerine Osmanlı peşrev’in dairesel girişini benimsedim. “Peşrev” adlı orkestra eserim (2006) bu kaynaşmayı çoksesli ve üç boyuttan fazla boyutta hareket eden bir mekanizmaya taşıyor. Sayın Tahir Aydoğdu ile Almanya’daki Staatsphilharmonie için yazadığım kanun konçertosu ise, Buhurizade Mustafa Itri’den etkilendi.
"FORM VE YAPISALCILIĞA DÜŞKÜNÜM"
Diğer adalar yerine en çok Büyükada’dan bahsetmişsiniz. Bir sebebi var mı?
İlk olarak kendim de Büyükada’da yaşadım. Öbür adalardan da bahsediyorum, yine de romanın net bir noktaya varması için etrafı sınırlamak faydalıydı. Thomas Mann’ın “Büyülü Dağ” adlı romanda anlattığı Davos sanatoryumu gibi, küçük ve yine birçok medeniyetlerin birleştiği bir mekandan itibaren dönemimizin kimlik krizini yakalamak istedim. “Kamil Kaya” olarak tanınan Avusturyalı münzevi Franz Fischer’in otantik hayatını aktardım. Fischer ise, Büyükada’da yaşadı ve kendisi vefat ettikten sonra Ergüder Yoldaş’ın kulübesinde yerleşti.
Romanımda canladırdığım mitoloji Büyükada’ya ait. Karakterler sıradışı yollara açılarak, sufilerin rehberi Hazreti Hıdır’la karşılaşıyor. Hıdır ise, Hristiyanlık’ta Saint George’e (Yunanca: ‘Ayios Yeóryios) denk gelmekte, Büyükada’nın koruma azizi. Takvim reformundan önce, ikisi birlikte aynı günde kutlanırdı. Hazreti Hıdır, sezgi demek. Aya Yorgi ise, “ejderha”yı (demek Lucifer’in himayesinde kalan hayvani tutkularımızı) yenen aklı simgeler. İşte romanda saklanan bir mesaj: Doğu ( =ilham) ve Batı (=rasyonellik) birleşince ancak tamanlanacak.
Müzikte kullanılan teknikleri edebi bir kurgunun içerisine nasıl adapte edebilirsiniz?
Besteci olarak form ve yapısalcılığa düşkünüm. Bu malzemelerden edebi bir form inşa ettim. Ana karakterleri, bir senfoninin “konuları” gibi geliştirdim.
Orta Doğu ve Batı müziğinin temel ses sistemi on iki adımdan oluşan beşli çemberi. Dört ana karakteri, yine astroloji ve gizlemci bilimde tanınan “sfenks burçlarına” benzettim: “aslan”, “boğa”, “akrep/kartal”, “insan” (kova burcu). Astroloji ve kutsal kitaplar tekrar tekrar “on iki” rakamından bahsederken müzik, bu kozmolojinin psikolojik ifadesiydi. Ancak on iki ayın tam astronomik yıla denk gelmemesi gibi, bu gamı tam bir çembere sokmak için perdelerin arasındaki aralıkları ufak bir miktardan kısaltmak gerekti. “Tamperaman” olarak tanınan bu yöntem genelde “şeytanın” simgesi olarak kullanılırdı. Hangi yönden baksarsak, irrasyonele dokunacağız çünkü 13. ses, doğaya göre akorlanınca sistemi bozarak on iki perdenin ötesine geçiyor. İncil’de on ikinci havari Yehuda, Hazreti İsa’yı “öperek” ihanet ediyor. Ona ödenen 30 gümüş para ise: 30, çemberin 360 derecesinde tam 1/12’ye denk gelmekte: “tampere yarım ses”. Romanın yapısı bu çelişkiyi doğa ve modernleşmenin arasındaki çatışmayla kıyaslıyor. Her bölüm “kıyamet yılı” denilen 2012’nin bir ayına denk gelirken, hikaye “13. bir ayda”, alternatif bir “misal aleminde” bitiyor. Ancak hangi hikaye “doğru”, hangisi “yalan”? Unutmayalım: “Münzevi Adası” sürrealist bir roman. Son bölümünde bir sürpriz bekliyor...
Kitabı yazarken hangi kaynaklardan ve yazarlardan ilham aldınız?
Her şeyden önce Adalara alt sınıftan girdim. Öğrenciydim, param yoktu, ucuz kira, açlık, yalnızlık, endişe... Ana karakterlerin geçirdiği “uyanışları” kendi kendime yaşadım. En değerli kaynaklar önümde açıldı: sözlü tarih, kolektif hafıza, Adaların eski “tuhaf” sakinleri ve gizli mekanları... Bu şahitlere minnet borcum var, özellikle Atilla Güner, Büyükada’nın halıcısı Necati Önel, kırtasiyeci Affan Ginçay, eski ev sahibim Sevim Deriş, doğancı Onur Emiral, dalgıç Serço Ekşiyan, Rum Yetimhanesi’nin bekçisi Erol Baytaş ve rahmetli spor muhabiri Hasan Cemali. Franz Fischer hakkında gazete arşıvlerinde birçok yazı buldum. Rum tarihçisi Akylas Millas da destekli çıktı.
Etnomüzikolog ve nazariyatçı olarak yıllarca mitolojide saklanan müzik bilgisini araştırdım. Gerçi Hans Kayser veya Ernest MacClain gibi müzik bilimcileri, akademik cemiyetinin dışında okunmuyor. Bunun yanında Rudolf Steiner’in yazılarından etkilendim. Kitabın dilini oluşturmak daha zor bir işti. Bir taraftan William Faulkner gibi ırkçılığı incelemeye çalıştım, diğer taraftan romanımda büyülü gerçekçilik, varoluşculuk ve postmodernizm öne çıkıyor. Benzer konularda imza atan yazarlar aklımdaydı, örneğin Mihail Bulgakov, John Fowles, Milan Kundera, Michael Ondaatje, Venedikt Yerofeyev..., bir de Edgar Reitz ve David Lynch gibi film yönetmenleri...