'Olduğum yerde taş kesildim!'
Uğur Arslan, Ayşe Arman'a verdiği röportajda kendisiyle merak edilen soruları yanıtladı
Deniz Feneri’ni kurmak nereden aklınıza geldi?
- 1996 yılıydı. İbrahim Uğurlu’yla ramazan programı yapmaya niyetleniyoruz. Daha doğrusu, Kanal 7 talep ediyor. Kafeteryada kara kara düşünüyoruz, "Nasıl bir şey yapsak?" diye...
Kafanızda bir prototip yok...
- Yok. İbrahim diyor ki, "Eskiden yardımlaşma çok fazlaymış. İnsanlar, fakirleri iftar sofrasında ağırlarmış!" Bir ampul yanıyor kafamızda. Soluğu Kanal 7’nin yanındaki bakkalda alıyoruz. Diyoruz ki, "Abi senden şeker, un, yağ alıp Küçük Armutlu’da ihtiyacı olanlara dağıtacağız." O da demesin mi, "Buyurun götürün, para-mara istemiyorum." Çok etkileniyoruz, hem o bakkalı çekiyoruz hem de Küçükarmutlu’da kapısını çaldığımız o gecekonduda yaşayanları. Ve ertesi gün, görüntüleri yayılıyoruz...
Nasıl tepkiler alıyorsunuz?
- Muazzam! Arayan arayana. "Bizim bakkala da gelin" diyenler, "Bize de yardım edin" diyenler. Arı gibi çalışıyoruz. Deniz Feneri birden bire patlıyor ve çok popüler oluyor. Ramazandan sonra, büyük bir marketler zinciri, sponsorluk yapmak istediğini söylüyor ve yıllarca sürecek süreç başlıyor.
Siz de Deniz Feneri’yle birlikte büyüyor ve herkesin sevgilisi oluyorsunuz...
- Öyle. Beni programdan takip edenler, şiirlerimi albümleştirmemi istiyor. Albümler tutuyor, insanlar şiirlerimi ezberliyor, sonra dizilerde rol almam söz konusu oluyor. Hepsi paralel gidiyor, hepsi de Deniz Feneri sayesinde!
Ve ’muhafazakâr kesimin Tarkan’ı’ ilan ediliyorsunuz...
- Başka bir kanalda başlamış olsaydım, muhtemelen tabanım farklı olacaktı. Çünkü, imam hatip mezunu değilim, kolejde okudum, sonra İTÜ Sakarya ve ABD... Robert de Niro’un New York’taki film akademisinde altı ay yönetmenlik eğitimi aldım. İşin gerçeği, kafamda yardım programı yapmak yoktu. Hayata, bir yerden tutunmaya çalışıyordum. Bir taraftan Savaş Ay’ın A Takımı’na özeniyorum, bir taraftan "Komedyen olsam ne iyi olur" diyorum, çünkü ABD’de "Senden iyi komedyen olur" demişlerdi. Bir taraftan da, "Şiirlerim, İbrahim Sadri’ninkiler gibi tutsa" hayalleri kuruyorum. Kendimi göstermek istiyorum, sanatçı olmak istiyorum. Ama kapılar, Deniz Feneri’yle açıldığı için, her şey başka bir yönde gelişiyor.
O programdaki formül şahaneydi: Hem yakışıklı hem iyi insan. Bunun karşılığını nasıl görüyorsunuz?
- Müthiş bir ilgi. Her yerde insanlar saygı gösteriyor. Tabii aktivist bir ruhum da var, hoşuma gidiyor. Programa başladığımızda bizi uyarıyorlar, "Emniyetle başınız belaya girebilir. Yardım yapıyorsunuz, dernek ya da vakıf olmanız lazım!" 1998’de üç-beş kişi Deniz Feneri Derneği’ni kuruyoruz. Kurucu başkanım.
Ve Türkiye’nin en popüler yardım derneklerinden biri haline geliyor. Paralar akıyor. Bu kadar çok paraya hükmettiğinizi görünce, kendinize farklı güçler vehmetmiyor musunuz?
- Hayır, çünkü bu kadar büyümek beni mutlu etmiyor. Hayallerim farklı. Aslında Türkiye’nin en büyük komedyenlerinden olmayı hayal ederken, bir yardım programının simgesi oluyorum. Ben dernekçilikten ne anlarım. 2002’de işler çok büyüyor. Dernekten izin istiyorum, onursal başkan oluyorum, yönetimi devrediyorum.
Almanya ayağı ne zaman kuruluyor?
- Tam hatırlamıyorum ya 1999 ya 2000.
Nedeni ne? Almanya’daki hayırseverleri örgütlemek mi?
- Evet. O yıllarda yurtdışından Türkiye’ye yardım getirmek yasak. Ama Almanya’dan da yardım etmek isteyen çok kişi var. Hatırlıyorum, o yıllarda 100 bin Mark’a yakın bir para gönderiyorlar ama İçişleri Bakanlığı müsaade etmiyor. Mevzuata aykırıymış, para geri gönderiliyor. O yüzden Almanya’da da Deniz Feneri kuruluyor. Ama ben 2002’den sonra yönetimde yokum, sadece sunucuyum.
Yardım paralarının gittiği yerler hakkında ne söyleyebilirsiniz? Başka yerlerde kullanıldığına dair bir sürü iddia var...
- Program ekibi olarak, daha çok çekim yapılacak ailelerle ilgileniyorduk. Parayı toplamadığımız için ne kadar yardım yapıldı, meblağ ne kadar, para nerelere gittik bilmiyorduk.
İddialar ortaya çıkınca ne yaptınız?
- Alman polisinin açıklamalarından sonra, programı durdurma kararı alıyoruz. Olan bana oluyor. Çünkü Deniz Feneri denince akla ilk ben geliyorum. Almanya-Türkiye Deniz Feneri’ni ayrımını yapan da yok, dolayısıyla kurunun yanında yaş da yanmaya başlıyor. Bir de Deniz Feneri, 10 yaşındaki çocuğum gibiydi, baba olarak biliniyordum. Böyle bir şaibe çöreklenince tepeme, hayatım kaydı.
OLDUĞUM YERDE TAŞ KESİLDİM
İyi de, dünyadaki en kötü şey, yardım eden insanların iyi duygularının istismar edilmesi. Ortada bir yolsuzluk söz konusu. Bu yüzden vicdan azabı duymuyor musunuz?
- Kendimle ilgili vicdan azabı hissetmiyorum. O programda yıllarca güzel şeyler yaptık. Ama düşünmeden de edemiyorum: "Acaba, bu işi kötüye kullanan oldu mu? Hata yapanlar oldu mu?"; "İçin içini yemedi mi?" dersen, yedi. 2007’den beri hem endişe hem korku bulutları üzerime çöreklendi. O tarihten beri, hayatımın üzerinde bir kara bulut gibi dolaşan bu süreç bir an evvel bitsin, her şey aydınlansın, doğrunun ne olduğu anlaşılsın diye dua edip durdum.
İnsanların en temiz, en masum duygularıyla oynandı. Bunun telafisi olabilir mi?
- Neyin ne olduğunu bilmiyoruz. Dava süreci netleştiğinde ve ortaya suç nedir, suçlu kimdir çıktığında, resmi daha iyi göreceğiz ve daha iyi yorumlayacağız. Kim kullanıldı? Ne oldu? Kim yaptı? Kimler yapmadı? Kimin suçu var? Kimin yok? Devam ettiği ve uluslararası boyutta karmaşık bir dava olduğu için, açıkçası kimseyi suçlamak istemiyorum.
Hayatta birinin başına gelebilecek en kötü şey, insanlarının güvenini sarsmak mıdır?
- Evet, öyledir. Bu davada, biri hata yaptıysa, en başta benim güven duygumu sarsmış olur. Daha sonra da programı izleyen milyonlarca insanın.
Utanç duydunuz mu?
- Utanılacak bir şey yapmadım. Ama büyük bir sıkıntı duydum. Çünkü içinde bulunduğunuz şirket veya dernekle ilgili bir sorun var. Siz de, oranın ekran yüzüsünüz.
Nasıl bir bedel ödediniz?
- Bütün meslek hayatım sekteye uğradı, hatta durdu. Dört yıldır yerimde sayıyorum, sıfır ilerleme. Olduğum yerde taş kesildim, dondum kaldım. Beni tekrar normal hayata döndüren, savcının ifademi aldıktan sonra, herhangi bir suç unsuru bulmayıp serbest bırakması. Bunu öğrenince ağlamış olmam, beni tekrar insana dönüştürdü.
DENİZ FENERİ’NDEKİ SUÇUM EVLADIMA OLAN İLGİSİZLİĞİM OLDU
Gözaltına alındığınızda ne hissettiniz?
- Bir buçuk yıl önce, ifade vermiştim. Üstelik çağırmalarını beklemeden kendim gitmiştim. altı buçuk saat sürmüştü, sonra beni bıraktılar. Geçen hafta bir sabah kapı çaldı, eşim, "İki polis var kapıda, seni istiyorlar" dedi.
O anda aklınızdan neler geçiyor?
- "Acaba bir iftiraya uğrar mıyım? Ben de cezaevine girer miyim?" Hepsi hızla geçiyor beyninden. En zoru, karım ve çocuklarımla vedalaşmak oldu. Memurlardan biri dedi ki, "İsterseniz saatinizi bırakın, orada kaybolmasın"... Saati çıkardım. "Alyansınızı da eşinize verebilirsiniz" dedi. "Yok, o kalsın, biz sonra hallederiz" dedim. Çünkü biliyorum alyansı çıkarıp verirsem, Seçil çok fena olacak.
O ne yapıyor o anda?
- Gözleri dolu, şaşkın şaşkın bakıyor. Çocuklarla vedalaştım arabaya bindim. Emniyetten Seçil’i aradım: "Ankara’ya götürüyorlar üç uçağıyla" dedim. O da bilet almış, baktım uçakta. İzin verdiler, yanıma oturdu, elimi tuttu. Sonunda Ankara emniyetine teslim edildik. Nezarette en fazla dört gün kalınıyor zaten. Sonra mahkemeye çıkıyorsun. Ya tutuklanıyorsun ya serbest kalıyorsun. Nezarethane ancak dört adım atabileceğin bir yer. "Burada yatacaksın" diye bir yer gösterdiler, her gece girip çıkanların ter kokusu sinmiş. Mukavva istedim, üzerine yaydım. Bir gün geçti çağırmadılar, ikinci gün çağırdılar. Baktım bir buçuk yıl önceki soruların aynısı. Cevapladım. Ama bırakmadılar. İşte o zaman telaşlandım. Dördüncü gün savcı ilk beni çağırdı, içeri girdim. O an, hayatımın en önemli anıydı, karar anı. Eğer tutuklanma çıkarsa, televizyonculuğum bitiyor, sanatçılığım bitiyor, kariyerim bitiyor. Çünkü ne zaman çıkacağınız belli değil. İddianame ne zaman hazırlanır, mahkeme ne zaman başlar, siz içerideyken suçsuzluğunuz ne zaman ispatlanır da dışarı çıkarsınız. Artık işime de, eşime de, çocuklarıma da dönemeyebilirim. Bir şey demedi savcı, "Şu kağıdı imzalayın" dedi, baktım salıverilme filan yazıyor. Hemen imzaladım, sanki acele etmezsem, kağıt bile o an tutuklama kağıdına dönüşecekmiş gibi... Çıktım. Dışarıda, "Bize ne olacak" der gibi bakan dört kişi. İçeride savcı, yanımdaki polise dedi ki, "Uğur Bey’i salıveriyoruz, diğer arkadaşları nöbetçi mahkemeye sevk ediyoruz, onları alıp götürün." Ama dışarıdaki arkadaşlarıma hiçbir şey söylemedim. Onlar tutuklandı.
VİCDANIM ÇOK RAHAT
Bu işle hiç alakanız yok mu? Yani sütten çıkmış ak kaşık mısınız?
- Vicdanım inan ki çok rahat. Gerçekten alakam yok. Orada şunu düşündüm: Beni cezaevine koyarlarsa, demek ki oradaki herkes suçsuz! Bu kadar net ve emindim kendimden.
İki saatlik sorgu için dört gün göz altında kaldınız. Peki o sırada Türkiye Cumhuriyeti’ndeki diğer tutuklular, hapistekiler ve davası sürenler için empati yapıp onların da yok yere orada tutulması söz konusu olabilir mi diye düşündünüz mü?
- Acaba, "Suçu ispatlanana kadar her insan suçsuzdur" lafı ütopik mi diye düşündüm. Çünkü tam tersine, "Suçsuzluğunuz ispatlanana kadar suçlusunuz" durumu var. Nezarete girmişim, belki cezaevine de gireceğim, mahkemeler başlayacak. Suçsuzluğumdan eminim ama suçsuzluğum ispatlanana kadar suçlu muamelesi göreceğim...
Bu sürü insan bu durumda bu ülkede...
- O gece, suçu günahı olmadan özgürlüğü kısıtlanmış bütün insanlar için Allah yardımcıları olsun diye dua ettim.
Peki orada, birtakım gazeteciler sorgusuz sualsiz tutulurken, Deniz Feneri’nde farklı uygulamalar olması, eşitlik ilkesine aykırı değil mi? Sizi dört günde bıraktılar. Aylardır yıllardır içeride olanlar var...
- Ama Deniz Feneri’nden dolayı da içeride olanlar var. Onları, onlarla kıyaslamak lazım. Benimle örtüşmüyorlar. Ben ifadesi alınmış, orada bekletilmiş ve ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmışlar grubundanım. Ama iki taraftan da, suçu henüz netleşmemiş ve cezaevinde bekletilen insanlar var. Bu gerçekten üzücü bir şey.
Zamanı geri çevirebilseydiniz neyi farklı yapardınız?
- Deniz Feneri’ne 24 saat mesaimi verirdim. Yönetiminden ve başkanlığından ayrılmazdım ve her türlü ilişkiden, her kişiden, bir şizofren derecesinde şüphe duyarak, bu işin sağlığı ve selameti için varımı yoğumu harcardım. Burada en büyük suçum, evladıma ilgisizliğim oldu.
Kullanıldığınızı düşünüyor musunuz?
- Kendimi şimdiden şartlamak istemiyorum ama dava sonuçlandığında bunu gözden geçireceğim.
Gazetede kendinizi ağlarken görünce ne hissettiniz?
- Tuhaf oldum. İlk defa kendimi ağlarken gördüm, sanki başka bir insanmış gibi geldi. Aslında ağlıyor gibi değil de, haykırıyor gibiydim, "Yanlış bir şey yapmadım, adalet de bunu onayladı, görüyor musunuz" haykırışı. Dört yıllık birikimin boşalmasıydı. O ağlamayla, ikinci hayatıma başladım. 2007’den geçen hafta salıverildiğim ana kadar, sanki yeryüzünde olmayan bir adamdım. Kimse beni görmüyordu, yoldan geçen insanlar bana selam vermiyordu. Eşiyle ve çocuklarıyla belki bu dünyada, belki de başka bir dünyada yaşayan, var olmayan bir adamdım. Görünmez adam. Şimdi tekrar aramaya, sormaya başladı insanlar. Selam veriyorlar, kameralar yeniden çekiyor. Bu inanılmaz bir şey. Tekrar görünür hale geldim.
28 YAŞINDA SEÇİL’İN EVİNE YEMEĞE GİDECEKTİM ANNEM İZİN VERMEDİ
Eşiniz Seçil’le nasıl tanıştınız?
- Seçil’den önce anne babasıyla tanıştım. Annesi beni pek beğenirmiş. Tesadüfen Kazdağları’nda otellerinde kaldım. Ormanın içinde çok güzel bir taş otel. Annesi, "Kızımla mutlaka tanışmalısın" dedi, "ABD’de okuyor". "Tabii çok isterim" dedim ama öylesine. Sonra bir gün ben İstanbul’dayken annesi, ikimizi Ortaköy’de buluşturdu.
Eeee?
- Esmer, uzun siyah saçlı bir kız. Güzel ama ben o dönem sarışınlardan hoşlanıyorum. Sohbet ettik ama alakam yok. Annesi yine devreye girdi. Çanakkale’ye çekime gidecektim. "Seçil’i de getirir misin?" dedi. Yolda yine sohbet... Bu sefer etkilendim. Çok güçlü ve dirayetliydi. İçimden, "Öyle bir kız ki, çocuk yap, bırak, gelmesen de olur, yıllarca bakar" gibi bir duygu geçti. Hani ben arazi adamıyım ya, sürekli dağda, bayırda çekimdeyim ya, iyi anne olur diye düşündüm. O da benim için benzer şeyleri hissetmiş.
Sonra?
- Sonra bir-iki kere daha görüştük. Baktım, içimde bir şeyler alevleniyor. Gün geçtikçe de güçleniyor. Ulus’ta tek başına oturuyordu Seçil. Bir gün yemeğe davet etti. Ben de ailemle Maltepe’de yaşıyorum. Anneme dedim ki "Seçil diye bir arkadaşıma akşam yemeğine gidiyorum. Geç gelebilirim, beni bekleme." "Kim o?" dedi, "Yeni tanıştığım bir kız arkadaşım" dedim. "Bekar mı?" diye sordu, yüzümden anladı. "Tövbe gidemezsin!" dedi. "Niye?" dedim. "O bekar, sen bekar. Olur mu şimdi? Nasıl bazı şeyler kız kardeşine yasaksa, sana da yasak. Geç saate kadar kalmaktan söz ediyorsun. Kesinlikle izin vermiyorum" dedi.
"ANNEM BAŞKASININ EVİNDE KALMAMA İZİN VERMİYORDU"
Siz kaç yaşındasınız?
- 28. Ama şaşırma, ben bir kızın elini de ilk defa üniversite son sınıfta tuttum. İlk defa da bir kızın evine 28 yaşında yemeğe gideceğim ama annem "Hayır!" diyor.
Şaka mı bu!
- Yooo, gerçekten böyle. İzin vermedi. "Bari bir yarım saat gideyim, yemeğe kalamayacağımı söyleyeyim" dedim. Seçil’in evine geldim. Daha girer girmez, "Baksana, ekstra odam var. Akşam burada kalabilirsin, Maltepe’ye dönmek zor olur. Yarın sabah işe buradan git!" demesin mi? "Bırak uyumayı, seninle yemeğe bile kalamıyorum" dedim. "Niye?" dedi, "Annem kızıyor. Evlenmeden kimsenin evinde yemek yiyemezmişim!" dedim. "Peki ne yapacağız?" dedi. "Evleneceğiz" dedim. Güldü.
Sonra?
- Ertesi gün annemle tanıştırdım ve gerçekten de bir süre sonra evlendik. Evlendik, öyle çıkmaya başladık Seçil’le.
O zaman kadar hiç sevgiliniz olmamış mıydı?
- Olmuştu ama ben çekingen bir sevgiliyim. Annem beni böyle yetiştirdi. "Sakın hiçbir kızın günahını alma!" diyerek. Kız kardeşime ne söylediyse, bana da benzer şeyler söyledi. Ona "Erkeklerle gezme!"; bana da, "Kızlarla gezme!" Erkek arkadaşlarım benimle dalga geçerdi ama benim de gerçeğim bu. Üniversite sonda bir kızın elini tutmaya çalıştım ama onu da beceremedim.
"KIZLARLA FLÖRT EDEMEDİĞİM OLDU"
İlk kez kaç yaşında biriyle yattınız?
- Onu söylemesem olur mu?
Tabii ki...
- Kızlarla flört edemediğim de oldu. Seçil’i eve getirdiğimde, annem pek temkinliydi. İlk defa birini onlarla tanıştırıyordum, babamsa çok sıcaktı. Annem muhafazakârdır. Seçil özgür, bağımsız bir kız, örtülü de değil. Seçil’e "Bana bak, ben oruç tutuyorum, namaz da kılarım. Bir sıkıntı olur mu?" dedim, "Ne münasebet niye olsun" dedi. Ve sonra, "Madem çıkamıyoruz, evlenelim" dedik. Dokuz yıldır evliyiz.
Birlikte neler yaptınız?
- Çok seyahat ettik: Roma’ya da gittik, Hacca’da, her yeri gördük. Üçüncü yıldan sonrada iki çocuğumuz oldu. Cebimizdeki son kuruşla oğlanı ABD’de doğurdu Seçil. Bunu çok istiyordu, ben de itiraz etmedim. Fakat zor bir doğumdu, ikinciyi Türkiye’de doğurdu. Ama kızımıza da Kanada pasaportu almak istiyor. Çocuk olayından sonra müthiş bağlandık birbirimize. Biz önce evlendik, sonra aşık olduk.
Peki kadın hayranlarınızdan rahatsızlık duymuyor mu?
- İlginçtir, kadın hayranlarım arttıkça Seçil mutlu oluyor.
Neden?
- Çünkü üzerimde inanılmaz bir emeği var. Beni çok yönlendirmiştir: "Şöyle söyle, şöyle giyin, şöyle dur, şöyle davran..." Biraz düzgün bir adamsam, sayesindedir. Beni, kendi ürünü gibi gördüğü için de, hayranlarım arttıkça mutlu oluyor. Hatta farklı kesimlerden de hayranlarım olsun istiyor. Bizde, ’Uğur made by Seçil’ durumları var. Beni kadınların beğenmesi şu anlama geliyor: Demek ki Seçil çok güzel bir iş ortaya çıkarmış. Ama tabii her zaman söyler: "Bana yamuk yapma, yoksa seni mahvederim!" Eder valla.
Hiç itiraz etmediniz mi?
- Bana şekil vermesine, giydirmesine mi? Hayır. Uluslararası işletme okudu ve tekstille uğraşıyor. Giysi çiziyor ve üretime geçiyor. Çok da yetenekli, ürettikleri yurtdışında kataloglarla satılıyor. Onu tanımadan önce biraz salaş ve pasaklıydım. Arazi adamıydım ya, bana bir tarz oturttu, çeki düzen verdi. Beni iyi tanıyor, fiziğimi de. Onun sayesinde daha düzgün bir adam oldum. Bunun neresi kötü?