O acı kazayı ve hastalığını böyle anlattı!
Usta gazeteci Mehmet Ali Birand, geçtiğimiz kasım ayında Hürriyet gazetesinden Ayşe Arman'a konuşmuştu.
Can Dündar'ın yazdığı "Birand biyografisi" üzerine gerçekleştirilen söyleşide usta gazeteci, çocukluğunda geçirdiği kazadan gençlik yıllarına, gazeteciliğe başlayışından özel hayatına dair birçok açıklamada bulunmuştu.
Arman, usta gazeteci için, "Onu hep çok sevdim. Onun gazetecilik tutkusuna, mesleğe aşkına, çalışkanlığına, ilklere imza atmasına, o müthiş vizyonuna hep bayıldım" demişti.
Hürriyet gazetesinde 18 Kasım 2012'de yayınlanan röportaj şöyle:
Can Dündar’ın sizi anlattığı biyografiye bayıldım. Bir sürü hissi aynı anda yaşadım. Bir kısmı tanıdığımız ‘Birand’ ama bir kısmı hiç tanımadığımız bir ‘Mehmet Ali’. Kitap çıkıyor, heyecanlı mısınız?
- Hem de nasıl!
Nasıl durabiliyorsunuz okumadan!
- Duramıyorum ama Can’a söz verdim, “Piyasaya çıktığında herkesle birlikte okuyacağım” dedim...
Bütün hayatınızı, mektuplarınızı, günlüklerinizi birine teslim ediyorsunuz. Ve o gidiyor, onlarca kişiyle konuşuyor. Ortaya bir adam çıkıyor. Ya o, gerçek siz değilseniz? Korkmaz mı insan?
- Zaten Can’a, “Bu kitapla ya benden nefret edecekler ya da beni sevecekler, hangisi kestiremiyorum” dedim. Kendini birine teslim etmenin böyle riskleri var. Zayıflıkları, zaafları olan bir adamım, hepsini anlattım Can’a. Ona tamamen teslim oldum. Biyografilerde birtakım şeyleri sakladığınız zaman, çok çabuk anlaşılıyor, okuyucu hemen, “A bak burada kelime oyunu yapmış!” diyor, samimiyetsizliği seziyor...
Can sizi göklere çıkarmamış ama yerin dibine de batırmamış. Bir şekilde, ‘mesafeli’ durmayı başarmış. Bu işe kalkışırken, Can’a mı güvendiniz, kendinize mi?
- Bu işe kalkışırken sadece Can’a değil, saklayacak bir şeyimin olmamasına ve hatalarıma da güvendim. Hayatımın bir kısmı felaketlerle, bir kısmı hastalıklarla, bir kısmı da hatalarla geçti. Bunu da anlatmaktan çekinmedim.
Geçmişte tutulan o günlükler, mektuplar, ‘büyük bir plan’ın parçası mıydı? “Bir gün biyografim yazılırsa, lazım olur” diye miydi?
- Dalga mı geçiyorsun! Nerede olduklarını bile bilmiyordum. Cemre sandıktan çıkarıp Can’a vermiş. Meğer bizimki yıllar yılı saklamış.
Siz kendi kendini var eden bir adam mısınız?
- Bana yardım edenler vardı. Dayımın beni Galatasaray Lisesi’ne sokması, Kemal İnal’ın Vehbi Koç’la tanıştırması, Abdi Bey’in bana sahip çıkması, Vehbi Bey’e, “Bıraksın bu çocuk gazeteci olsun” demesi. Ve tabii ki Cemre’nin varlığı. Anlayacağın hayatta, “Her şeyi sadece ben yaptım” yok, tek başına olmuyor. Şans da çok yardım etti.
Siz normal hayatta, hep neşeli ve eğlencelisiniz. Bacağınızın kısalığına da hiç aldırmıyorsunuz. Ama bu kitapta, 20 küsur yılınızın ne kadar büyük acılar içinde geçtiğine tanık oluyor insan...
- Beni en çok bana acınması korkutur! “Vah vah Mehmet Ali, neler çekmiş!” denmesi. O yüzden olumsuz şeyleri kapatırım, anlatmam, hatta unutmayı ve neşeli olmayı tercih ederim. O yüzden otobiyografi yazsam, tam olarak hayatımı yansıtmazdı. Zaten ben insanın kendisine objektif bakabileceğine de inanmıyorum. Can, nehir söyleşi yapmak istedi, onu da kabul etmedim, “Benimle ilgili bir şey yazılacaksa, sen yaz” dedim. Danışıklı dövüş bir biyografi olmasını da istemedim.
LEĞENDEKİ KAYNAYAN SUYA NASIL DÜŞTÜ?
Bu kitap, olası bir ‘gidiş’e hazırlık mı?
- Yani... Öyle de diyebiliriz. Belgeselini de çektik. İlgilenenler, altı ay, bir sene sonra onu da izleyebilirler.
Bu kitap, sizin aynı zamanda, hayatla hesaplaşmanız mı?
- Evet kesinlikle...
Sonuç ne peki?
- “Keşke şunu da yapsaymışım” dediğim hiçbir şey yok. Çok güzel yaşamışım.
Kendinize neyi ispat ettiniz?
- Benden de bir şey olabilirmiş! O topal, sıradan, vasat ve obez çocuktan...
Hayatınızdaki dönüm noktalarından biri bacağınızdaki yara. O kazanın hikayesini bir de sizden dinleyelim...
- Erenköy’de ahşap bir köşk... Kömür sobası iyice ısıtılmış. Üzerinde bakır bir güğüm içinde fokur fokur su kaynıyor. Annem, suyu leğene alıyor, birazdan soğuk suyla ılıştıracak, daha yapmamış, sonra abimle beni yıkayacak. Ben de acayip yaramazım, yürümeyi yeni öğrenmişim, arkadan anneme doğru koşup, sırtına atlayıveriyorum. Annem, “Amaaan!” demeye kalmadan, sol ayağım kaynar suyun içine dalıyor. Annemin çığlıklarıyla benimki birbirine karışıyor. Üzerimde pazen bir pijama var, zor bela çıkarıyorlar. Pijamayla birlikte, bacak derim de sıyrılıyor...
Offf çok fena! Hayati bir tehlike atlatıyorsunuz...
- Hem de nasıl. Ateşim çıkıyor, bir türlü düşmüyor, felaket durumdayım. Serum veriliyor, ucu ucuna kurtarıyorlar beni. Sonra da hastaneye kaldırılıyorum. Senelerce sürecek hastane seferlerimin başlangıç noktası...
Bu yüzden kaç tane ameliyat geçirdiğinizi saymadım, sayamadım bile. Sizdeki başarma arzusunun sebebi bu kaza mı?
- Evet, muazzam kamçıladı beni! Bacağımın kısalığını kapatabilmenin tek yolu başarmaktı. Hayatım boyunca bunun için uğraştım. O ‘Topal’ lakabından kurtulmalıydım.
Zaten bir süre sonra ‘Topal’ yerine ‘Patron’ demeye başlıyorlar size. Bunu nasıl beceriyorsunuz?
- Uğraşarak, didinerek, hep daha iyisini yapacağım diyerek. Üstelik sosyaldim, girişkendim.
Anneniz peki...
- Hayatı boyunca vicdan azabı çekti. Ben de hep onu teselli etmeye çalıştım. Hep, “Üzülme anneciğim” dedim. Çok çekti kadıncağız. Ben hastanedeyken beni görebilmek için beş vasıta değiştirirdi. Yorgunluktan canı çıkardı, yatağıma başını koyar, bir yarım saat uyur, sonra kalkar yine giderdi. Annem, varını yoğunu abimle bana verdi. En büyük acım, ona, bu adam olduğumu gösteremeden kaybetmiş olmam. İçimde uktedir, onu rahat ettiremedim.
BİLMİYORDUM KÜRTMÜŞÜM
Kürt olduğunuzu da bu kitapla öğreniyoruz. Nasıl bir Kürtsünüz?
- Asimile olmuş bir Kürt! Kendimi hiç Kürt gibi hissetmedim. Zaten bilmiyordum da. Demek ki ailem için Kürtlük bir zulümmüş. Kürt kökenli olduğunu söylemek kötü bir şeymiş. Söylemediler. Cemre, didikliye didikleye, dayım Mahmut Dikerdem’e sora sora öğrendi. Ama Kürtlerin sorunlarıyla ilgilenmemin, Kürtlüğümle alakası yok.
Peki niye şimdi bu kitapla açıklıyorsunuz?
- Herhalde daha önce ortaya çıkmasına ben de hazır değildim. Zaman aldı.
Tam olarak neresi?
- Elazığ, Palu.
Gidip gördünüz mü?
- Yok hayır. Zaten o Palu gitmiş başka bir yere taşınmış, izi mizi de kalmamış.
DÜŞMÜŞ İYİ AİLE ÇOCUĞU
Siz, düşmüş iyi aile çocuğusunuz değil mi?
- Evet öyle...
Annenizin babası meşhur lokantacı Abdullah Efendi’nin ortağı. Nasıl oluyor da aile sonradan her şeyini kaybediyor?
- O döneme baktığın zaman, bütün ailelerde bir müsriflik var. Acayip bir harcama. Bizimkiler de öyle. Vasfi Rızalar filan, her hafta Erenköy’de bizim bahçede buluşuyorlar, sazlı sözlü geceler düzenliyorlar. Yarını düşünen yok. Babam öldüğü gün kasası açıldı, tek kuruş çıkmadı. Annem de, iki küçük çocukla ortada kalakaldı.
Dayınız sizi Galatasaray’a yazdırmasaydı bugünkü adam olabilir miydiniz?
- Hayır. İki şey beni çok değiştirmiştir. Galatasaray’da okumam ve Fransızca öğrenmem. Bu da dayım sayesinde. Çünkü annemin beni oraya gönderecek parası yoktu. İşte orada, bacağı sakat, içine kapalı, ezik çocuk gitti, sosyal, girişken, kendine güvenen başka bir çocuk geldi. İkincisi de, Brüksel’de 20 yıl yaşamış olmam. Demokrasi nasıl bir şeydir, insan hakları nedir görmüş olmam. Onu da Abdi Abi’ye borçluyum.
Umur, hayattaki en büyük şansımız Oğlunuzun doğması nasıl bir mucizeydi?
- Büyük mucize. Çünkü ameliyatlardan sonra gördüğüm tedavi spermlerimi etkilemiş. Biz bunu bilmiyoruz tabii, Cemre hamile kalamıyordu. Kontrole gitti, canavar gibi onda sorun, ben gittim bende sperm yok. Yüz milyon olması gerekirken, sadece bin tane var. Tedavi- medavi derken, bir mucize oldu, hamile kaldı, Umur hayatımızın en büyük şansı oldu.
KİTAPTAN...
Londra’da bir hastane odasında...
kendi istikbaline mektup yazan 22 yaşındaki Mehmet Ali
Sen, şimdi şu satırları okuyan Mehmet Ali!
Çok acı ve zorluk çektin hayatta.
Mesut olmanın ne olduğunu öğrendin.
Yalnızlığı tattın, hem de iliklerine kadar.
Şimdi her şeyin var.
Her şeyi unut ve sadece tatlı tatlı yaşamaya bak.
Bol bol gül, yağmur altında dolaş, mehtapta denizi seyret ve bol boy aşık ol dostum...
Bunlar benim şu hayatta yapamadığım ve hasret duyduğum şeyler...
Mesut olmasını öğrendin.
Bugünleri hatırla ve hem mesut ol hem de etrafını mesut et.
Bak benim başucumdaki saat hâlâ tık tık ediyor.
Alçım kaşınıyor.
Şimdi yatıp düşüneceğim.
Ya sen?..
Hayatta hep ardıma bakmadan gittim
Kitaptan anlıyoruz ki, kadınlarla aranız hep iyi. Başarılı olduğunuz zamanları anlıyorum ama daha önce de kadınlara cazip geliyorsunuz. Demek ki bacak palavra. Yoksa Londra’daki ameliyat hemşireniz Lulu size neden aşık olsun?
- (Gülüyor) Ben de öyle öğrendim, bacak palavraymış! Bu aksama kadının seni beğenmesine engel değil. Cemre’nin de parmakları eksik ama hiç üzerinde durmadım, hatta fark etmedim bile.
Lulu size aylarca bakıyor. Sonra siz iyileşiyorsunuz, yola devam ediyorsunuz.
- Evet.
Hep böyle mi yaptınız? Bu mu, “Arkasına bakmadan ilerlemek...” Kitabın adı gibi...
- Evet. Çünkü Lulu beni durduracaktı. Beni durdurmayan kadın Cemre’ydi. Hiç hızımı kesmedi.
Hedefe kilitlendiniz ve arkanıza bakmadınız...
- Doğru. İstanbul’dan Brüksel’e, oradan da Avrupa’ya. Kitaplar, 32. Gün, belgeseller... Hep ilk olabilir miyim, daha iyisini yapabilecek miyim diye uğraştım. O yüzden çoğu zaman ailemi ihmal ettim.
Karınız doğuruyor, yanından ayrılıp eve gidiyorsunuz. Ertesi gün ağlayarak arıyor, neredesin diye...
- Ama n’apim bütün gece uykusuz yayındaydım. Doğurdu. Ben de eve gidip yattım çünkü ertesi gün yazılarımı yazacağım, randevularım var. Doğum bitmişti ben de ardıma bakmadan yürüyüp gittim.
Evet gönlüm kaydı
Rahmetli babanız, evlilik dışı ilişkiye girerken, diyete başlıyor. Siz de Milliyet’in yayın yönetmeni olduğunuz zaman, eşinizin bile kulağına gelen çapkınlıklarınız oluyor. Siz de diyet mi yapıyordunuz?
- Diyet yaptığım dönemler oldu. Olmadı değil. Ama hiçbir zaman ortalığa dökmedim. Ne yaşadıysam kişisel yaşadım. Onda da kimseyi küçük düşürmedim. O benim ayrı bir dünyam oldu.
‘Sakallı Don Juan’ sıfatını takmışlar size. Şimdi geriye dönüp baktığınızda nasıl değerlendiriyorsunuz olup bitenleri?
- Gönlümün kaydığı insanlar oldu...
Sizi her defasında nasıl geri kabul etti Cemre Hanım?
- Birisi, pardon ikisi çok kanlı oldu. Ama tüm masumiyetimle olan biteni anlattım. “Gönlüm kaydı” dedim. Ben inkar etmem, “Bir kaza oldu, gönlüm kaydı!” derim. Ve aslında bunlar, güzel şeyler. Kupkuru bir hayat düşün. Bir başka erkeğin gözüne bakmamış, bir başka kadına “Ahhh seninle beraber olmak istiyorum!” diyememiş. İstemiş ama diyememiş. Ne kadar acı...
İyi de Cemre Hanım...
- Onun da mutlaka kaymıştır. Ama erkekler daha salak, paldır küldür dökülüyorlar. Kadın aklını kullanıyor, çok daha seçici, erkek gibi saçmalamıyor.
Başarı tamam da, birçok şeyi de ıskalamışsınız. Özellikle de ailenizi...
- Ben hep, “Onlar benim en yakınlarım, ben onlara kendimi affettirebilirim” diye düşündüm. Hep önce gazetedeki işimi düşündüm.
Sadece annenizin değil, kendi ailenizin de bebeği olmuşsunuz. Bu, oğlunuza haksızlık değil mi?
- Doğru, ailenin ilgi odağı hep ben oldum. Ve bu çok hoşuma gidiyor. Belki de bu ilginin de devamlı olmasını istediğim için başarılı olmaya çalışıyorum. Çünkü başarı da ilgiyi getiriyor.
Peki şimdi durum nedir? “Çok iyi baba olamadım, o zaman iyi dede olayım!” mı diyorsunuz?
- Belli bir yaşa gelince, neler kaçırdığını görüyorsun! Hele torunum olduktan sonra. Umur’un 2 yaşındaki hallerini hatırlamıyorum bile. Yoktum, uzaktaydım, haberdeydim. Şimdi düşünence çok üzülüyorum. Belki de o yüzden, torunuma acayip düşkünüm.
Kurtarıcım Vehbi Koç
Vehbi Koç sizin için ne ifade ediyor?
- Vehbi Koç, hayatımı kurtaran insan. Onun sayesinde Londra’da ameliyat oldum. Kenan İnal aracı oldu, beni Vehbi Bey’le tanıştırdı, o da, “Bu çocuğun hayatını kurtaralım” dedi, beni İngiltere’ye gönderdi. Çünkü benim imkanım yoktu, param yoktu, babam ölmüştü, annem zaten zar zor bakıyordu bize. Her şey bittikten sonra, “Kardeşim, seni yurtdışına gönderdik, aylarca kaldın, şu kadar para harcadık. Bundan böyle bize çalışacaksın” diyebilirdi. Demedi. Büyüklük budur...
Peki biri bu kadar büyük bir iyilik yapınca insan ezilmiyor mu, ona müthiş bir minnet duymuyor mu?
- O kadar büyük bir adamdı ki, hiçbir şeyi ona minnet duyayım diye yapmıyordu. “Sen gazetecilikte o kadar ilerledin ki, başarılarını gördükçe ben memnun oluyorum” diyordu. Sık sık çağırırdı. Ayda bir-iki kere giderdim. “Anlat bakalım Avrupa Birliği’nde ne oluyor?” derdi. Hayatı boyunca “Senin hakkında yanılmamışım! Medyaya yeni bir isim kazandırdım” dedi.
Londra’da yaşadığınız ameliyatlar nasıl bir sabrın ürünü? Bir insan hiç kıpırdamadan üç ay göğsüne kadar alçının içinde nasıl durur? Delirmez mi?
- Delirmiyorsun ya! Bir şekilde yaşamaya devam ediyorsun. O alçıyla nasıl tuvalete gideceğini öğreniyorsun, pantolonunu nasıl giyeceğini...
Bu ne peki? İrade mi?
- Hayır mecburiyet! Lami cimi yok. Yapacaksın, yoksa bokların içinde oturacaksın.
Ve gazetecilik asla vazgeçemediğiniz tutkunuz... Neden?
- Çünkü beni farklılaştıracak olan gazetecilikti. “Koyun sürüsü içinde başını kaldıran insandır” benim için gazeteci. “Ben size bir şey anlatacağım, bilmediğiniz bir şeyi, dinleyin beni” diyen insandır. Ben ekrana bakarken de aynı şeyi söylerim, “Ben biliyorum, birazdan basitleştirerek size de anlatacağım...”
En seksi ikinci erkek
32 Gün başladığında, en seksi erkek seçildiniz. İnandınız mı?
- Yok canım. Zaten Turgut Özal birinciydi, ben ikinci. O, maymun gibiydi, benim de ondan aşağı kalır bir tarafım yoktu. O, Hıncal Uluç’un bir fantezisiydi. Dalga geçmek için mi yaptı onu da bilmiyorum.
Benim için “İyi adammış be” desinler! “Olduğu gibiymiş...”
Bunca şey yaşadıktan sonra, bir de tepenize pankreas kanseri geldi... Bu nedir? Yaşadığınız acılardan mı, yoksa genetik ki?
- Genetik diye değerlendiriyorum. Ailede kanser var. Kendimi doktoruma teslim ettim, ne derse onu yapıyorum. Hastalığı merak bile etmiyorum, ne internete girip baktım ne de başka kaynaklardan öğrenmeye çalıştım. Kurcalamıyorum, umutsuz düşüncelere kapılmıyorum. Bugüne kadar on ameliyat oldum, itiraz etmedim, sabrettim, “Safrakesesindeki stentler değişmesi gerekiyor” diyorlar, “Cumartesi gelirim, değiştirirsiniz” diyorum.
Karşınızdaki size “Altı-sekiz ay arası ömrünüz kaldı” derse, ne hisseder insan?
- Önce inanmıyorsun. Sonra “Eyvah!” diyorsun. Sonra, “Bilmem ne ilacını da katarlarsa, ömrüm acaba 12 aya çıkar mı?”ya geçiyorsun. Pazarlığa başlıyorsun. Bir yaz daha geçirebilecek miyim, bir kış daha yaşayabilecek miyim, bir sezonu daha görebilecek miyim? Gerçi ben hastalıkta ikinci yılımı bitirdim ve çok iyi olduğumu söylüyor doktor.
“Ben bunu da yenerim” mi diyorsunuz...
- Yenmek değil, direnmek. Kemoterapiden sonra bile haber sunuyorum. Kafamı, hastalıktan uzaklaştırıyor. Bir de kendimi daha iyi hissediyorum.
Peki teşhis ilk konduğunda, “Ameliyat şansı bile yok” dendiğinde ne oldu?
- Kemoterapi gördüm. Sonra “Bir mucize gerçekleştir. Tedaviye yanıt veriyorsunuz. Sizi ameliyata alabileceğiz” dediler. Nişantaşı’nda MR’dan çıktım, House Cafe’ye girdim, sucuklu yumurta yedim. Ve Cemre’yi aradım, “Galiba yırttık!”
Şu an durum ne?
- Şimdi temiz. Ama ‘şimdi’... Yarın ne olacağı belli değil. Yarına da kendimi hazırlıyorum.
Nasıl?
- Haklısın, hazırlamanın yolu yok. Başta, “Niye bana oldu?” yapıyorsun. Sonra saçma ama ona da alışıyorsun. “Geldi kardeşim başına napalım, hesap soracağın biri de yok!” diyorsun. Bu hastalıkla yedi-sekiz sene yaşayanlar var. Ama Dr. Sualp Tansan, benimki için “İlk defa böyle bir vakayla karşılaşıyorum” diyor. Şu anda kıpırdamıyor, temiz...
“Kalıcı oldum, bilmem kaç kuşak sonra da hatırlanacağım” diyor musunuz?
- Hayır, hiç öyle bir hissim yok. Kalıcı olmaya da inanmıyorum. Nice kıymetli insanlar geldi geçti, müthiş bilim adamları, şairler, yazarlar, müzisyenler, hiçbirini hatırlamıyoruz. ‘Kazık çakmak’ diye bir şey yok. Torunumdan sonra beni hatırlamayacaklar bile.
Kitabı bitirip, kapağını kapattıktan sonra insanlar ne desinler istersiniz...
- “İyi adammış be!” desinler, “Olduğu gibiymiş. Samimiymiş. Bulunduğu yere de zor gelmiş. Ve evet, arkasına hiç bakmamış...”