İlker Başbuğ: Ben buna göz yumamazdım
Ergenekon’dan tahliye edilen Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ, Sözcü gazetesi yazarı Uğur Dündar'a özel açıklamalarda bulundu.
İşte o röportaj:
Sayın Başbuğ, röportajımıza Soma’daki maden faciasıyla ilgili düşünce ve görüşlerinizi alarak başlayalım?
Soma’da 301 vatan evladı facia nedeni ile hayatını kaybetti. Vatan evlatlarına Allah’tan rahmet diliyorum, ailelerinin acılarını paylaşıyor, başsağlığı diliyorum. Sizin Soma’dan yaptığınız programın (Halk Arenası) da bir dönüm noktası olduğunu değerlendiriyorum.
Soma olayı Türkiye’de büyük bir travma yarattı. 301 vatan evladını geriye getirmek mümkün değil ama önemli olan geride bıraktıklarının sıkıntılarını nasıl azaltabileceğimizdir. Tabii bu her şeyden önce devlete düşen bir görev. Bu konuda Türk halkı da gereken duyarlılığı göstermektedir.
Hesap vermeliler…
Bu facianın nedenleri arasında ihmaller olduğu görülüyor. İhmaller ve hatalarda sorumlu olanların tümünün yargıya hesap vermesi lazım. Gereken cezaları görmezler ise maalesef ikinci bir Soma olayını yaşarız.
Gözlerimizin önüne serilen bir gerçek daha var ve bu durumdan bir Türk vatandaşı olarak çok büyük üzüntü duyuyorum. Bir toplumun yaşadığı mutlu ve acı olaylarda bütünleşmesi o toplumun gücünü gösterir. Üzülerek görüyorum ki, toplumumuz, mutlulukları paylaşamadığı gibi acılarda da bölünüyor. O zaman sorun şu: Toplumsal hastalık içindeyiz. Bunalımlı ve travmatik bir haldeyiz. Bu çok acı olay bile toplumu birleştirmiyor, bilakis ayrışmaya götürüyor. Bu dehşet verici ve vahim bir durum. İnşallah son olur. Bu bölünmeden kimse kendine büyük bir kâr çıkaramaz. Aksine, ülke zayıflıyor. Bu tespitleri olayları dışarıdan gözlemleyen bir vatandaş olarak söylüyorum. Yargıda da bölündük, her konuda bölündük. Bu bölünme nereye götürecek bizi?
Şemdinli örneği
Enerjinizi önemli konulara vermişken bambaşka bir tablo ile karşılaştınız. Bu durumu “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin medya üzerinden yürütülen asimetrik, psikolojik bir harekatla karşı karşıya olduğu” sözleri ile açıklamıştınız. Bunu biraz açar msınız?
Şöyle başlayalım: 21 Ekim 2007’de Dağlıca Karakolu’na yapılan saldırı, terörle mücadelede kırılma noktası oldu. Terör örgütünün son 10 yılda yaptığı en büyük eylemlerdendi. Çatışmada 12 şehit verildi, 8 asker de kaçırıldı. Medyada korkunç bir bilgi kirliliği yaratılarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı haksız, asimetrik-psikolojik harekat yürütüldü. Amaç karamsarlık yaratmak, terörle mücadelede başarılı olunamayacağı düşüncesini yaymaktı. Bu olayın üzerinden bir ay geçmeden yeni bir gazete yayına başladı. Bu gazete her fırsattan istifade ederek TSK’ya saldırıyordu.
Dahası, Dağlıca’dan önce yaşanan iki olaya bakmak lazım. Biri, 9 Kasım 2005’teki Şemdinli olayı. Savcının iddianamesi adeta Ergenekon’un prototipi gibiydi. 18 Şubat 2006’da Sauna Çetesi ile 31 Mayıs 2006’daki Atabeyler adlı operasyonlar ve açılan davalar da dikkat çekici. Bunlarla ilk kez muvazzaf askerler sivil yargının karşısına çıkarıldı, tutuklandı. İddialar ‘Başbakan’a suikast’ idi. Ama ne oldu? Yanılmıyorsam davalar beraatle sonuçlandı. Bunlar TSK’ya karşı ilk hamlelerdi.
2007 yılı Türkiye’si hayli hareketliydi. Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlükler yayınlandı ve ortalık karıştı.
Silahlı Kuvvetler, ‘milli ordu’ vasfını kaybederse Türkiye için felaket olur.
Biraz daha geriye dönüp çıkış noktasını 1 Mart Tezkeresi’ne dayandırabilir miyiz? Tezkere geçmiş olsaydı bu süreçler yaşanır mıydı?
Belki bu boyutta olmazdı.
Devam edelim. Sauna ve Atabeyler olayında önemli bir nokta daha var: Eski MİT Müsteşarı Emre Taner, gazeteci Ayşenur Arslan’a verdiği röportajda, “Başbakan kendisine suikast düzenleneceğine inandırıldı” diyor. Arslan, “Kim inandırdı? Cemaat mi?” diye soruyor, ancak aldığı yanıtı hatırlamadığını belirtiyor. “Ama Taner ne münasebet demedi” diyor. Bundan Başbakan’ın kendisine suikast yapılacağına inandırıldığı anlaşılıyor.
Biraz da 2009 olayları üzerinde durmak lazım. O yılki Erzincan ve Kayseri olaylarını iyi anladığınızda, analizi daha net yapabilirsiniz. Şubat 2009’da Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner soruşturma açarak, 26 kişiyi gözaltına ve Cemaat’in faaliyetlerini de mercek altına aldı.
‘Göz yumamazdım’
4 Mart 2009’da Kayseri’de bir organizasyon tespit edildi. Sahte yazılar ortaya çıktı. Soruşturmayı Hava Kuvvetleri Askeri Savcılığı yürüttü. Soruşturma kapsamında 5 sivil, 3 astsubay vardı. Askeri bilgisayarlara konulmak üzere flaş bellekler üretildiği saptandı. SÖZCÜ’de de bir haber yer almıştı. Astsubaylardan biri ifadesinde şöyle diyordu:
“Işık evlerinde yetiştim. Evinde kaldığımız ağabey, askerlerle ilgili bilgi topluyordu.”
Burada bir parantez açayım. Şu nokta önemli: Silahlı Kuvvetler milli ordu vasfını kaybederse ben bunu Türkiye için felaket olarak görürüm. Ne demek milli ordu? Milli orduda etnik farklılıklar olmaz. Mezhep farklılıkları olmaz, sorgulanmaz. Milli ordu Hakkari’den Edirne’ye kadar tüm yurdu kapsar. Milli orduda insanlar etnik kimliği ve mezhebine göre değil, liyakatine göre yükselir. Bize bu konuda yani Cemaat’in milli orduyu tehlikeye atan faaliyetleri hakkında bilgiler geldi. Ben buna göz yumamazdım.
‘Ayrışma orduyu bitirir’
Kaldı ki ben din olgusunu da gözardı edemem. Belki de “Bu ordu peygamber ocağıdır” diyen ilk komutanım. Ben halkın değerlerini görmezden gelemem ki… Ama milli ordu vasfı zarar görmemeli. Zira dini ayrışma, mezhep ayrışması bir orduyu yıkar.
Erzincan ve Kayseri olaylarından sonra tedirgin olan çevreler Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarsızlaştırılması ve etkisiz hale getirilmesi için düşündükleri planın uygulamazamanının geldiğine karar verdi. 22 Nisan 2009’daki Poyrazköy kazıları ve 12 Haziran 2009’daki İrtica ile Mücadele Eylem Planı iddiasını bu amaçla yapılan bir atak olarak değerlendiriyorum.
15 Temmuz 2009’da Gölcük’teki tutuklamalar, 27 Ekim 2009’da Erzincan’daki gölde bulunan mühimmat ve tutuklamalar, 2 Kasım 2009’da Kafes Planı’na ilişkin soruşturma, 10 Aralık 2009’da 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk’in ifadeye çağırılması ve ‘Kozmik Oda” olayı…
19 Aralık 2009’da Bülent Arınç’a suikast iddiası ile iki subay gözaltına alındı. İlginçtir, Arınç o sırada Ankara’da değil! 25 Aralık 2009’da da Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı’nda aramalar yapıldı, gözaltılar oldu. Beş senedir dosya öyle duruyor, bir şey çıktı mı? Hayır çıkmadı…