Diyanet'ten "İslam dünyasına" eleştiri
İşte o yazı...
Basılı ya da elektronik, kitap kitaptır. Hepsinin bize vereceği şeyler var. Yeter ki uzak olmayalım kitaplardan ve aramız soğuk olmasın.
Allah'ın "kerem" sıfatı O'nun sonsuz cömertliğinin ifadesi. Bu sonsuz cömertlik bizim pratik hayatımıza sonsuz nimetler şeklinde yansıyor. Nedir bu nimetler? Başta sağlığımız olmak üzere, sayılamayacak çeşitlilikte gıdalar, çocuklarımız, barındığımız yuvalarımız... Önümüzde sonunu getiremeyeceğimiz bir liste var.
Bir hayat kitabı olarak ele alınan Kur'an, okunup algılandığı ve uygulandığında bu yaklaşım, soluk almak kadar, su içmek kadar tabii bir olgu olarak kendini kabul ettirir. Artık başta Kur'an olmak üzere, hayatı hayat yapacak bütün bilgi kaynakları/kitaplar Müslümanın "ev ödevi"dir.
Elle tutup gözle gördüğümüzü önceleme eğilimimiz, bu listeye yapacağımız eklemeleri hep aynı vadinin ürünlerinden, gündelik maddî hayatımızı kolaylaştıran değerler arasından seçtirecek. Oysa Yüce Yaratıcı, kerem sıfatını en üstün derecede sergilediği bambaşka bir alana, zihin faaliyetleri alanına dikkatleri çekiyor: "Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir." (Alak, 3 - 5)
Allah'ın yazma ve okuma öğretmesinin, bilmediğini öğretmesinin; tıpkı akletme özelliğinde olduğu gibi, insanı bu yeteneklerle donatması anlamına geldiği açıktır.
İnsan bilme ve akletme yeteneği ile düşünce üretiyor. Ürettiği düşüncenin yaygınlaşması ve kalıcı olması için onu kaydetme ihtiyacındadır. -Çünkü, "Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür."- Bu ihtiyaç, yazı yazma yeteneğinin pratiğe dönüştürülmesi ile giderildi. Yazılanların derli toplu, sistemli ve kolay "elde edilebilir" olması gerekiyordu. Kitap işte bu ihtiyaçlar dizisinin bir ürünü olarak ortaya çıktı ve insanların öğrenme, bilgilenme ve eğitim sürecindeki temel araç oldu.
Mağara duvarlarındaki resimler, yazılar; arkeolojinin bize sunduğu yazılı tabletler, Nil vadisinin ürünleri papirüsler ve en nihayet kağıt, insanlığın kitap nimeti uğrunda kat ettiği uzun yolun kilometre taşları gibi.
Kur'an'ın vahiy sürecinde kayda geçirildiği farklı yazı malzemelerinin, Hz. Peygamber'in vefatından sonra kitap haline getirilip (Mushaf) çoğaltılmasının sağladığı hızlı ve göz alıcı gelişmeler "kitap" olgusunun taşıdığı dinamizmi açıkça ortaya koymaktadır.
Kur'an dilinde "Kitab"ın "yazmak" (ketb) kökünden gelmesi, düşüncenin kitaplaşarak kalıcı hale gelmesi sürecinde yazma eyleminin temel yapıyı oluşturduğuna işaret eder. Bu tespit, "Son Mukaddes Kitab"ın sunduğu dünya görüşüne ışık tutması açısından önemlidir.
Kur'an, "kitap" olgusunu -hiçbir kutsal kitapta olmadığı kadar- gündeme getirir ve kendisinin de bir kitap olduğu gerçeğini ısrarla vurgular: "Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır." (Bakara, 2) "Bu Kur'an, ayetlerini iyice düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır." (Sâd, 29)
Vahyin yeryüzüne son tecellisi adına inen ilk ayetin ilk kelimesinin "oku" oluşu, Kur'an'ın hayatlarına yön verdiği Müslümanların önüne bir "kitaplı hayat" projesi koyacağının açık göstergesi olmaktaydı. Okunacak şeyin öncelikle Kur'an olduğu bir gerçek ise de, hitabın genel oluşu, okuma yelpazesine sınırsız bir açılım sağlamaktadır. Zaten bir hayat kitabı olarak ele alınan Kur'an, okunup algılandığı ve uygulandığında bu yaklaşım, soluk almak kadar, su içmek kadar tabii bir olgu olarak kendini kabul ettirir. Artık başta Kur'an olmak üzere, hayatı hayat yapacak bütün bilgi kaynakları/kitaplar Müslümanın "ev ödevi"dir.
Kalabalıklar içinde yalnız yaşamaktır kitapsız hayat. Bize her an kollarını açan bir dostlar topluluğundan habersiz yaşarız.
Bizzat "Kur'an" kelimesinin "okumak" anlamında olduğunu ve son mukaddes kitabın, kelimeyi, "okunan kitap" anlamına gelmek üzere kendisine özel ad olarak seçtiğini burada hatırlamak özel bir anlam ifade edecektir.
Yüz yıl kadar kısa bir zaman sürecinde -getirdiği bütün diğer iyileşme ve gelişmelerle birlikte- bağlılarını "sahra"nın kısıtlı ve bağlayıcı şartlarından alıp; bir kitap, bir bilgi ve bilim medeniyetinin mimarı konumuna getiren etken, bu son semavi kitap yani Kur'an-ı Kerim oldu. Müslümanlar, hayatın her alanını kitaplaştırma yönelişini tutku halinde yaşadılar. Bu noktada "hikmeti yitik mal"ları ilan ettiler. Düşüncenin önünü açacak, ufkunu genişletecek kaynak nerede ise onun talibi oldular. Abbasiler döneminin "tercüme faaliyetleri" eski Yunan düşüncesinin yeniden hayat bulmasını sağladı. Bunun ne anlama geldiği herkesçe bilinen bir şeydir. Rönesansa ve çağdaş medeniyeti harekete geçiren diğer etkenlere işaret ediyorum.
Kitap yazmak, okumak, okutmak Müslümanlar için bir yaşama biçimi idi artık. Bir kitap uğruna ülkeler arası yolculuğu göze alan insanlar Müslümanlardı. Çünkü Kur'an okulunda "Nûn. And olsun kaleme ve yazdıklarına" (Kalem, 1) diye edilen yeminin anlamı çok iyi belletiliyordu. Harfin, kalemin, yazının böylesine yüceltildiği bir dünya görüşü, sahiplerini de elbette yüceltecekti. Bağdat'ın dünyaca ünlü kütüphanesi böyle doğdu; binlerce cilt el yazması eser böyle bir araya geldi. Matbaa makinelerini utandıracak beyin törpüsü, el emeği göz nuru bir yapı çıktı ortaya. İnsandaki para biriktirme hırsının kitap biriktirme tutkusuna dönüştüğü bir hilafet merkezi. Bu şevk buhur buhur bütün İslâm dünyasını sardı. Bağdat'taki bu "kitap saltanatı" Hülagû'nun Dicle'yi haftalarca mürekkep renginde akıttığı o zamana kadar sürdü. Sonra bir tökezlenme, bir içe dönüş ve sonun başlangıcı.
Gerçekten, sonun başlangıcı her zaman yeni bir dirilişin de tohumu olmuştur. O tohum daha toprağa düşmedi demek ki. Yoksa tarih tekerrür eder ve Bağdat Millî Kütüphanesi yeniden yakılıp yıkılır, talan edilir miydi? (yıl 2003) Hülâgû'nun elinden kurtulabilen 4412 parça erken dönem el yazması eser, bu sefer Dicle'nin sularında değil, bombalar altında "can verdi."
İslâm dünyası neden geri kaldı? Binlerce defa sorulan bu sorunun cevabı tek: Kitaptan uzaklaşma. Burada "kitab"ı mutlak anlamda kullanıyorum. Bunun dışında verilebilecek bütün cevaplar, bir şekilde bu cevabın açılımı olacaktır.
Büyük Kitab'ın ruhunu yitirdik.
"Gidemediğin yurt köşesi senin değildir." Okumadığın, okusan da yararlanmadığın kitap nasıl senin olur? Kitaplar rafların, ticari vitrinlerin değil, düşünce dünyasının süsü olmalıdır. Nice renkli, yaldızlı mushaflar basılıyor; göze hitab eden, ancak buluşacağı gönül ve yaşayıştan mahrum, bu sebeple de mahzun mushaflar. Oysa "Mushaf" tan (maddi yapı) "Kur'an"a, (okumak, anlamak ve yaşamak) geçiştir, Kitab'ımızın varlık sebebi.
Akif'in feryadı ile; "İbret olmaz bize her gün okuruz ezber de / Yoksa bir ibret aranmaz mı bu ayetlerde / Lafzı muhkem anlaşılan yalnız Kur'an'ın / Çünkü kaydında değil hiç kimse mânânın." (Safahât, Diyanet, 1990, s. 141) İşte bu kayıtsızlık bize "kitab"ı unutturdu. "Kitapsız" bir toplum olduk. Kütüphanelerimizin okuma salonları araştırmacıların değil, "dershaneye" giden gençlerin mekânı. Nice zamandır okumaya kayıtsızız. Mecbur kaldığımızda "göz gezdirmek" ile yetiniyoruz. Bu tutum da bizi kapı kapı gezdiriyor. Bilim nerede, teknoloji nerede, edebiyat, sanat nerede, kim hazırlamış; satın alalım, taklit edelim diye.
O halde, Bağdat'a dönelim:
Bu şehrin talihi mi makûs, yoksa biz Müslümünlar mı aksi yoldayız?
"Oku kitabını! Bu gün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter" (İsrâ, 14) denileceği gün eli boş kalmamanın yolu kitaplı bir hayattan geçiyor. Biliyoruz ki eller bu dünya doluyor. Kitapla, kütüphane ile barışmak, "eli kitaplı" bir topluma dönüşmek her iki dünyamız adına, kurtuluş reçetesi niteliğinde bir atılım olacaktır. "Oku kitabını!" emrini öncelikle dünya şartları için algılamak Kitabımız'ın ruhuna daha uygun değil mi?
Kalabalıklar içinde yalnız yaşamaktır kitapsız hayat. "Bize her an kollarını açan bir dostlar topluluğundan habersiz yaşarız. İçlerinde hükümdarlar da vardır, devlet adamları da. Günlerce şikâyet etmeden iltifatlarımızı beklerler. Ağız açmalarına izin vermeyiz. Gerçekte seçme hürriyetimizin sınırsız olduğu tek dünya kitaplar dünyası", diyor Ruskin, "Susam Ve Zambaklar "ında. Kapağı açılan her kitap, okuyucusuna sonsuz dünyaların kapılarını açar. Kitapların "rüya" âlemine dalınmadıkça, gerçek dünya hep sisler altında, perdeler gerisinde kalır. Bu bakımdan "Reel olan tabiat değil, kitaplarda görülen rüyadır" (Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim, İst. 1998. s. 111) sözünün hakkını teslim etmemiz gerekiyor.
Kitap konusunun başka bir yönü de "kitap" kavramının kazandığı yeni boyut. Acaba "kitap tozu yutmak" tarihe mi karışıyor? "Elektronik ortam kitapları"dan söz ediyorum. Bu harika gelişmenin kütüphaneleri devre dışı bırakacağından bile söz ediliyor. Kütüphane dolusu kitabı parmak kadar bir "cihaz" yardımı ile cebinizde taşıyabiliyor, dilediğiniz anda bunları "diz-üstü"ne indirebiliyorsunuz. Bilgiye ulaşmak için "Çin'e gitmek" gerekmiyor, artık dünya ayağımızda. Kavuştuğumuz bu "nimet" bizim kitaba karşı "soğukluğumuzu" giderebilecek mi, emin değilim. Zira temel meselemiz bilgiye ulaşma güçlüğünden çok kitaba "ünsiyetsizlik", kitapla barışık olmamak. Merak etme, araştırma, soru üretme, çözüm arama "yeteneği" olmadığı yerde kolaylaştırıcı imkânların "atalete" yardımcı olabileceğini söylemek dayanaksız bir düşünce sayılmamalı.
Kitap sadece bize bilgileri aktaran bir "araç" değil. Hacmi ile, kâğıdı ile, basıldığı yer ve matbaa ile, cildi ile kısaca görselliği ile de kitaptır.
Teknoloji bir kütüphaneyi avucumun içine koyabiliyor, ama içime sindiremiyor. Niçin? Her şeyden önce elimizde evirip çeviremediğimiz bilgi kaynağına hakim ve sahip olma duygusunu geliştirmekte zorlanıyoruz. Bilgiyi adeta elle tutulur gözle görülür kılan bir yanı vardır kitabın. Onunla fizikî temasa geçilir geçilmez, daha kapağı açılmadan, okunmaya başlamadan bile söylediği çok şeyler olur. Dahası, elektronik ortamda bilgiyi size sunan kaynağın kalıcılığı neredeyse yok. Hizmeti veren kimse "benden bu kadar" dediği anda, bilginizin dayanağı da yoktur artık. Bu bakımdan bilgisayar kitaplarına minnettarlığımız hep sürecek, ama basılı kitap da raflara çıkmaya devam edecek.
Elektronik ortamın sunduğu imkanlar kitap kavramına farklı bir bakış açısı getirdi, bu doğru. Ancak, söylendiği gibi kitap ve kütüphane devre dışı kalacak mı? Artık "Kitap tozu" silme imkânımız olmayacak mı? Kitap kurtlarının soyu tükenecek, kitap fareleri kemirecek kitap bulamayacak mı? Açıkçası ben böyle düşünmüyorum. Kitap sadece bize bilgileri aktaran bir "araç" değil. Hacmi ile, kâğıdı ile, basıldığı yer ve matbaa ile, cildi ile kısaca görselliği ile, hacmi ile de kitaptır. Kitabın sunduğu bilgilerin algılanmasında kitabın görselliğinin, dokunulabilirliğinin payının ne olduğu ciddî bir araştırma konusu olabilir. "Elektronik ortam kitapları" bütün çekiciliğine rağmen insanı "saramıyor." Anlatılması zor bir soğukluk oluyor "ekran" ile okuyucu arasında. En azından bu benim için böyle.
Peki, illâ kitap tozu yutmak zorunda mıyız? Tabii ki böyle bir şart yok. Burada sadece bir mecazî anlatımını söz konusu olduğu açık. Ama, ne kadar bakımlı da olsa, kitabın kendine has bir kokusu vardır ve "bağımlılık" yapan bir kokudur bu. Bir de kitaplar çok mûnistirler. Yırtsanız, hor kullansanız yine sizinledirler, küsüp gitmezler. İşporta tezgâhında boyunları büküktür, ama isyan etmezler, şikâyet etmezler, sızlanmazlar. Hep hizmete hazırdırlar. Elinizi uzattığınız anda bütün kırgınlıkları gider. Solgun yüzleri güler.
Bilgisayar cihazı ise derinden derine çıkardığı sesle yorgun dimağınızı çileden çıkarıyor. Hele bir kenarına ufacık bir "halel" gelsin, anında gözünü kapayıp sırtını dönüyor. Ama yine de, bilgisayar kitaplarının sunduğu rengarenk güllerin yanında dikenlerini görmeye kalkışmak kadirbilmezlik olur.
Basılı ya da elektronik, kitap kitaptır. Hepsinin bize vereceği şeyler var. Yeter ki uzak olmayalım kitaplardan ve aramız soğuk olmasın.
Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi