Dışlanmış çeper siyasi sesini aramaya başladı
Türkiye’de siyasal İslam’ın gücünün en önemli nedeni olarak laik projenin kent dışına ulaşamamasını gösteren Rand Corporation, Erdoğan’ın seçim başarısını ‘çarpıcı’ diye niteledi.
Ağustos 2001’den önce var olmayan AKP’nin, son genel seçimde Atatürk’ün laik mirasını temsil eden CHP’den daha fazla oy alması siyasal İslam’ın artan gücünü gösteriyor
Türklerin büyük kısmının kendilerini ilk önce Türk veya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, ikinci olarak Müslüman olarak gördüğü varsayılıyordu. Fakat son anketler, Müslüman kimliği Türklüğün bileşeni olarak görmek konusunda çarpıcı bir yükselişi ortaya koydu. Anketi yapan TESEV’in Yönetim Kurulu Başkanı Can Paker’e göre Türkler iki sosyopolitik kesime bölünmüş halde: Üçte biri laik, üçte ikisi dindar. Laik Türklerin yüzde 10’u ultralaik, son derece milliyetçi, Avrupa karşıtı ve giderek ABD karşıtı. Dindar Türklerin yüzde 10’uysa şeriata dayalı bir devlet istiyor. Dinsel bölünmenin coğrafi hatlarla açık bir bağlantısı yok. Doğu Anadolu’da sosyal açıdan daha muhafazakâr, fakat bu batıdakilerden daha dindar olduğu anlamına gelmiyor. Şeriata destek Doğu Anadolu’da en büyük bazı şehirlerin varoşlarında olduğu kadar fazla değil.
Anket Türkiye’nin dindar hale gelmekte olduğuna dair yaygın izlenimi teyit ediyor, ama çoğu Türk’ün dine dayalı devlet istemediğini de gösteriyor: Katılanların yüzde 76’sı şeriata karşı, sadece yüzde 9’u bunu destekliyor. Anketin bir bulgusu da, insanların cumhurbaşkanında görmek istediği özelliklere dair verdiği cevaplardan çıkıyor. Buna göre, ankete katılanların yüzde 86’sı modern Türkiye’yi temsil eden bir hayat tarzına sahip olmasını istiyor. İnançlı bir Müslüman olmasını isteyenlerin oranı yüzde 74, laikliğin bekçisi olmasını isteyenlerin oranı ise yüzde 75. Velhasıl Türklerin iyi bir Müslüman olmakla laik olmak arasında bir çelişki görmediği açık.
TESEV araştırması Türkiye’de canlı bir tartışma başlattı. Tartışma sık sık ‘laik-İslamcı ayrışması’ temelinde ifade edildi. Fakat birçok Türk de bugün Türk siyasetindeki asıl ayrışmanın laiklerle İslamcılar arasında değil, milliyetçilerle (veya devletçilerle) reformcular arasında olduğunu savunuyor. 2006 tarihli TESEV çalışmasının yazarlarından Ali Çarkoğlu, raporun temel sonucunun şu olduğuna inanıyor: Türkiye’de dini meseleleri liberal bir perspektiften ele alma potansiyeli mevcut.
Siyasal İslam’ın yükselişi
Son on yıllarda Türkiye’de İslamcılığın veya siyasal İslam’ın gücü artmakta. 1970 öncesinde dinsel sağ, merkez sağ partilerinin içinde bir fraksiyondan ibaretti. 1970’lerdeyse Milli Görüş’ü kuran Erbakan liderliğinde ayrı bir siyasi hareket olarak ortaya çıktı. İslami partiler Kemalist yetkililerin sıkı denetimiyle karşılaştı ve birçok defa yasaklandı. Ancak son dönemde çeşitli kisveler altında tekrar ortaya çıkarak seçmenin önemli kesimini çeken dayanıklılık ve kabiliyet sergilediler. Yine de yakın zamana dek büyük oranda bir çatı hareketi niteliğini sürdürüyorlar.
Bununla birlikte İslami köklere sahip AKP’nin son iki genel seçimdeki başarısı, siyasal İslam’ın artan gücünü gösteriyor. AKP Kasım 2002 seçiminde oyların yüzde 34’ünü, Temmuz 2007’de yüzde 46.6’sını (Atatürk’ün laik mirasını temsil eden CHP’nin iki katından fazla) elde etti.
Bu, Ağustos 2001’den önce var olmayan bir parti için çarpıcı bir başarı ve siyasal İslam’ın bir biçiminin siyasetin gölgeli alanından çıkıp Türk siyasetinin baş aktörlerinden biri haline geldiğinin göstergesi. AKP kendisini İslamcı değil, ‘muhafazakâr demokrat’ diye tarif ediyor, ama birçok Kemalist gizli bir İslami gündemi olduğundan ve elde ettiği üstünlüğün devletin laik doğasına tehdit oluşturmasından korkuyor. Türkiye’de dine dayalı politikaların yükselişinin açıklaması nedir? AKP’nin başarısı Türk siyasi hayatının ve dış politikasının ‘yeniden İslamileşmesi’ni mi temsil ediyor? Bunun Türkiye’nin siyasi gelişimine ve dış politika yönelimine etkisi nedir?
Türkiye’de siyasal İslam’ın yükselişinin kökleri Osmanlı’nın reformlara girişilen son dönemine ve Atatürk’ün 1923’te kurduğu Cumhuriyet sonrası yaşanan siyasi dönüşümün doğasına uzanıyor. Atatürk’ün Türkiye’yi modern, Batılı, laik bir devlete dönüştürme çabası, özünde ‘bir yukarıdan devrimi’ temsil ediyordu. Devletin başını çektiği yukarıdan aşağıya bir toplumsal mühendislik girişimi mahiyetinde, küçük bir askeri-bürokratik seçkin tabaka tarafından isteksiz bir geleneksel topluma laik vizyonun dayatılması şeklinde uygulandı. Seçkinler bu dönüşümü hayata geçirirken, halkı veya muhalefeti kaale almak veya ikna etmek için pek az çaba gösterdi. Doğu Ergil’in de işaret ettiği gibi, “Ulusun laikleştirilmesi veya Türkleştirilmesi halkla ciddi bir biçimde müzakere edilmedi.” Seçkinler, ‘güçlü devleti’ basitçe herhangi bir muhalefeti ezmek ve yıldırmak için kullanmaya çalıştı.
Kemalist seçkinler Osmanlı geçmişiyle radikal bir kopuşa gayret etti. Osmanlı dönemi ve ona bağlı her şey, maziye ait pek az görkem unsuru haricinde, Batılılaşma ve laikliğe dayalı yeni bir proje adına itham edildi ve bir köşeye atıldı. Cumhuriyet’in kurulmasını izleyen ilk 10 yılda Kemalistler, halifeliğin kaldırılması, harf devrimi, öztürkçeleştirme, eğitim sisteminin laikleştirilmesi, bütün dini kurumların ve kaynakların devlet denetimine alınması gibi, İslami geçmişle ve genel anlamda İslam dünyasıyla bağları koparmayı amaçlan pek çok reforma imza attı.
Ancak bu reformların büyük kısmı kent
merkezleriyle sınırlıydı; kırsal bölgeler büyük ölçüde dokunulmadan kaldı. 1950’lere dek nüfusun geniş kesimleri izole ve geleneksel hayatını sürdürürken, kent merkezleri modern ve laikti. Netameli bir uyum çerçevesinde iki Türkiye bir arada var oldu: Kentli, modern, laik ‘merkez’ ve kırsal, geleneksel, dindar ‘çeper’. İkisi arasında pek az bağlantı vardı. Din tümüyle bastırılmadı veya ortadan kaldırılmadı. Kamusal alandan sürüldü ve devletin sıkı denetimine sokuldu. Dini kurumlar devletin eklentisi, din görevlileriyse devletin memurları haline geldi. Kırsal bölgelerdeyse İslam güçlü toplumsal köklerini sürdürdü ve tarikatlara 1925’te getirilen yasağa rağmen büyük oranda devlet kontrolünün dışında kaldı.
Neticede kent dışında bir tür
dinsel ‘karşıkültür’ oluştu. Siyaset alanından zorla çıkarılmalarına tepki olarak birçok Müslüman kendi gayriresmi ağlarını ve eğitim sistemlerini kurdu. Nakşibendi ve Nurculuk hareketi gibi ağlar bir tür ‘karşı kamusal alan’a ve daha popüler bir İslami kimliğin kuluçkasına dönüştü. Hakan Yavuz’un işaret ettiği gibi, İslam ‘Kemalist devletin gizli kimliği’ olmayı sürdürdü ve yukarıdan aşağı dönüşümden dışlanan çoğunluğa kendine ait bir dil sundu.
Osmanlı selefi gibi Kemalist devlet de kendi kontrolü dışında özerk grupların gelişmesinden hazzetmiyor ve bilhassa özerk dini faaliyeti modernleşme çabalarına karşı potansiyel tehdit görüyordu. Milliyetçi ideolojiye muhalefet derhal bastırılıyordu. Bu durum kırsal nüfusun dini hayatın önemli parçası sayan geniş kesimlerini yabancılaştırmanın yanı sıra genel anlamda sivil toplumun gelişimini de sekteye uğrattı.
Nüfusun çoğunluğu siyaset dışı kaldı
Kemalist devletin modernleştirme çabaları belli gruplar, bilhassa da Kürtler arasındaki direnişi kışkırttı. Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni devlet bir dizi Kürt isyanıyla yüz yüze geldi; Osmanlı’nın etnisite ve İslam’a yönelik daha hoşgörülü tutumuna alışmış Kürtler, yeni rejimin Türk milliyetçiliği ve laikliğe yaptığı vurguya karşı çıktı. İsyanlar etnisiteyle dinin bir bileşimi ve Anadolu’nun Kemalist modernleşme politikalarıyla rahatsız edilmesinin bir sonucuydu.
Atatürk’ün ölümünün ardından rejimin otoriter eğilimleri yoğunlaştı. İsmet İnönü, rejimin meşruiyetini katı bir Kemalizm yorumu üzerine inşa etmeye çalıştı. Tek parti iktidarı, toplumun radikal dönüşümünü gerçekleştirmenin aracı oldu. Nüfusun çoğunluğu siyasetin dışında kaldı ve kendini İslam’ın üzerinde önemli bir nüfuz kullanmayı sürdürdüğü geleneksel alışkanlıklara ve hayat tarzlarına vakfetti. Son yıllarda olup bitenler bir bakıma bu dışlanmış çeperin siyasi sesini ve temsilini bulma çabası. Bu sesi artan biçimde siyasi İslam sunuyor. İslami hareketin siyasi hedefleri ve ideolojisi zamanla değişti ve ilk baştaki gündeminin birçok temel niteliğini hafifletti veya ılımlı hale getirdi. Batılılaşmaya karşı husumetini, daha geniş siyasi destek çekme çabası çerçevesinde bir kenara bıraktı.
1946’da çokpartili sisteme geçiş, Türkiye’de siyasal İslam’ın yükselişi bakımından önemli bir dönüm noktasıydı. Bu sistemin kurulması sonrası Kemalizm’i temsil eden CHP iktidar tekelini yitirdi. Partiler rekabet etmek durumunda kaldı ve İslam oy çekmekte önemli faktöre dönüştü. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra siyasetten dışlanan dindar kırsal çeper, muhafazakâr partilerin çıkarlarını hesaba katması gereken önemli seçmen kitlesine dönüştü. Ülkeyi 20 yıldır rakipsiz yöneten CHP de İslam’a karşı daha hoşgörülü bir tutum sergilemeye mecbur kaldı.
1950’de Demokrat Parti CHP’nin iktidar tekeline son verdi. DP devletin Kemalist algılarıyla çok daha az iştigal halindeydi ve laik Batılılaşma politikalarıyla dışlanıp mağdur edildiğini hisseden kesimlere hitap etti. Katı laik politikaların bazılarını sona erdirmeyi ve Kürtlere dayatılan kültürel kısıtlamaları kısmen gevşetmeyi vaat etti. DP gerçekte “İslam’ı ve geleneksel kırsal değerleri yeniden meşrulaştırdı.” Sonuçta bu gruplar ilk kez aşama aşama rekabetçi siyasete sokuldu.
Köklü bir değişim getirmese de Menderes’in politikaları birçok Kemalist tarafından bozguncu ve tehlikeli addedildi ve 1960’taki ilk darbeyi getirdi. Ordu 1961’te iktidarı siyasetçilere geri verdi ve kışlasına döndü -fakat öncesinde siyasi rolünü güçlendiren bir dizi reform yapmayı ihmal etmedi. En önemlilerinden biri Milli Güvenlik Konseyi’nin (MGK) kurulmasıydı; ordu hâkimiyetinde olan ve hükümetin iç ve dış politikasının Kemalist devrimin temel ilkeleriyle, özellikle de laiklikle uyumlu olmasını garantilemekle görevli bir yapıydı bu. Teknik olarak tavsiyede bulunan bir yapı olsa da, MGK ordunun siyasi süreçteki rolünü kurumsallaştırdı ve ordunun görüşlerini doğrudan doğruya sivil liderliğe geçirebildiği bir mekanizma kurdu.
1961 Anayasası örgütlenme özgürlüğünü genişletti ve özerk grupların artışına yol açtı. 1960’larda tekrar su yüzüne çıkan dini örgütler, 1970’lerde mantar gibi çoğaldı. Dini ağlar yoksulların modernleşmenin sorunlarıyla başa çıkmasına yardım etti ve hızla değişen dünyada dayanışma arayan yerinden edilmiş grupların yuvasına dönüştü. Daha az kısıtlayıcı bu ortamda dini güçler kendi siyasi partilerini kurabildi.
Yani Menderes döneminin birçok önemli sonuçları oldu. Demokratikleşme sürecini genişletti ve siyasi arenayı daha önce siyasetten itilen veya dışlanan dini ve etnik gruplara açtı. İkincisi, dini grupların yeniden su yüzüne çıkıp siyasi örgütlenmeye girişmesi için gereken alanı sağladı.
İronik olan, ordunun siyasal İslam’ın güçlenmesine katkıda bulunmuş olması. Sol ve sağ şiddetinin, 1970’lerde ülkeyi iç savaşın eşiğine getirecek boyutta yükselmesi, orduyu düzeni sağlamak için 1980 müdahalesine sevk etti. Ordu, sol ideolojiler ve komünizmle mücadele çerçevesinde, İslam’ın rolünü güçlendirmeye girişti. Ordu vesayeti altında din eğitimi bütün okullarda zorunlu kılındı. Kuran kursları açıldı ve devlet kontrolünde din ve ahlak eğitimi teşvik edildi. Ordu aslında devlet kontrolünde ‘yukarıdan bir İslamileştirme’sürecini oturtma gayretindeydi. İslami simgeleri milliyetçilikle kaynaştırararak daha homojen ve daha az siyasi bir İslami topluluk yaratmayı, halkı sol ideolojilerin etkisinden yalıtmayı umdu. ‘Aile, cami ve kışla’ üçlüsüne dayanan bu yeni ‘Türk-İslam sentezi’ radikal solcu ideolojilerin gücünü kırmak ve Türk olmayan İslami düşünce akımlarının etkisini yok etmek için tasarlandı. Ordu yeni sentezin, İran kaynaklı İslami radikalizme karşı set çekeceğini umdu.
Bu yeni sentezi oluşturma sürecinde ordu Aydınlar Ocağı’na mensup bir grup muhafazakâr akademisyenin çalışmalarını kullandı. Bu dernek söz konusu sentez için ahlaki ve felsefi bir mantığı yayıyor, yeni muktedir seçkinlerin hâkimiyetini meşrulaştırmak için Osmanlı, İslam ve Türk popüler kültüründen menkul bir ideoloji inşa ediyordu. Ulusu ve devleti bir aile ve cemaat olarak yeniden yorumlayan bu akademisyenler Osmanlı-İslam fikirlerini cımbızlama usülü kullandı; amaçları maziyi bugünle ilişkilendirmek ve ideolojik parçalanmanın aile, ulus ve devlet için oluşturduğu tehlikeyi vurgulayarak farklı çıkarları bir araya toplamaktı. Eğitim sistemi ve medya o dönemde ideolojinin popülerleştirilmiş bir versiyonunu kitlelere yaymak için kullanıldı.
Bu ideolojik programın mimarları, toplumu tekrar birleştirecek, güçlü ve istikrarlı temel oluşturacak yeni bir depolitize Türk-İslam kültür formu yaratmayı umdu. Ne var ki bu sentez muğlak bir mesaj verdi. Bir yandan Türkiye 1982 Anayasası uyarınca laik olarak tarif ediliyordu. Diğer yandan dinin rolü eğitimde, Türk milliyetçiliğini teşvik etmenin aracı mahiyetinde güçlendiriliyor, bu da laiklik vurgusunu zayıflatıyordu. Ayrıca İslamcılara kendi mesajlarını genişletip güçlendirme fırsatları sunuyordu.
Ülke içi medeniyetler çatışması
Başbakan Turgut Özal’ın 1980’lerde gerçekleştirdiği ekonomik ve siyasi reformlar da İslami grupların güçlenmesine katkı yaptı. Reformlar devletin ekonomi üzerindeki kontrolünü zayıflattı ve Anadolu kentlerinde yeni bir girişimci ve kapitalist sınıfı yarattı. ‘Anadolu burjuvazisi’ diye nitelenen bu yeni orta sınıfın İslami kültürle bağları güçlü. Bu grup liberal ekonomik politikalardan ve devletin ekonomik ve toplumsal alandaki rolünün azaltılmasından yana. Dini özgürlüklerin artırılmasını de destekliyor. 1990’larda Refah Partisi’ni desteklediler. Bugün AKP’nin çekirdek seçmen tabanını oluşturuyorlar.
Özal reformları büyük bölümü Arap dünyasından gelen bir sermaye akışıyla da sonuçlandı. Bu da İslamcıların siyasi örgütlenmesine imkân tanıdı. Özal’ın dine daha hoşgörülü yaklaşımı Müslüman grupların özel okulları ve üniversitelerin kurulmasını finanse etmesine imkân verdi. İslami grupların başta televizyon gibi olanakları daha fazla kullanabilir hale gelmesi de, seçmen tabanlarını genişletmesini sağladı.
Demografik değişikliklerin de etkisi oldu. Sanayileşme ve modernleşme projeleri kırsal nüfusun kentlere akmasına yol açtı. Geleneksel alışkanlıklarını da beraberinde getiren göçmenler, yabancılaşmış bir halde, büyük kentlerin çeperindeki gecekondu mahallelerinde yaşamaya başladı ve kent kültürüne entegre olmadı. İslami partiler için önemli bir oy deposu olan bu göçmenlerin akınının sürmesi, ülke içi bir ‘medeniyetler çatışması’na katkıda bulundu. Biri laik ve kentli, diğeri taşralı ve dindar olan iki Türkiye daha yakından temas edince sosyal gerilimler kızıştı.
Bu ekonomik ve sosyal değişimler, 1970 ve 80’lerde İslami siyasi grupların güçlenmesine katkıda bulundu. İslamcıların Milli Selamet Partisi’yle başlayan ayrı siyasi parti macerası, 1970’lerde milliyetçilikle İslam’ı birleştirdikleri ‘Yeniden Büyük Türkiye’ ve 1980’lerde de ‘Adil Düzen’ sloganları üzerinden ilerledi. 1987 genel seçimlerinde yüzde 7.16 oy alan Refah Partisi ülke barajı nedeniyle Meclis dışında kalınca, birçok Refah yanlısı Özal’ın dini ve bürokratik laik muhafazakârları bir araya toplayan ANAP’ına katıldı.
Erbakan dengeyi tutturamadı
Siyasal İslam 1990’ların başında güçlü bir çıkış yakaladı. 1994 yerel seçiminde Refah Partisi oyların yüzde 19’unu ve Türkiye’nin en büyük iki kenti İstanbul ve Ankara da dahil, 28 il belediyesi kazandı. 1995 genel seçimindeyse yüzde 21.6 oranıla birinci parti oldu ve DYP ile Erbakan başbakanlığında koalisyon oluşturdu. Refah’ın çarpıcı seçim başarısı laik yapıda, özellikle de orduda şok dalgaları yarattı. Kuruluşundan beri Türkiye ilk kez İslamcı bir parti ve İslamcı bir başbakan tarafından yönetiliyordu.
Refah’ın çıkışındaki en önemli faktör belki de, gündemini dinsel meselelerden sosyal olanlara daha çok vurgu yapacak biçimde değiştirmesiydi. En iyi örgütlenmiş partiydi. İnançlı Müslümanlardan oluşan ekipler yoksullara yardım amacıyla bir dayanışma ağı oluşturdu. Tabandaki ağı insanlara iş bulmasında ve sağlık hizmeti almasında yardımcı oldu, bedava yiyecek dağıttı. Refah, AB’nin 1989’da Türkiye’nin adaylık başvurusunu reddetmesiyle ve Batı’nın Bosna’daki Müslümanlara yönelik katliamları önleyememesiyle oluşan Batı karşıtı tepkiden de yararlandı.
Ancak iktidara geldiğinde çoğalan iç sorunlarla başa çıkmakta pek az beceri sergiledi. Erbakan sistem karşıtı söylemiyle laik yapının çıkarlarını dengelemekte zorlandı. Gerilimleri yatıştırmak yerine, toplumu laik-İslamcı hatlarında daha fazla kutuplaştırmayı tercih etti. Bir yandan AB’yle gümrük birliğini kabul edip İsrail’le anlaşmalara riayet ederek sertlik yanlısı taraftarlarını kızdırırken, başörtülü üniversite öğrencilerini destekleyen tutumu ve Taksim Meydanı’na cami yapmak gibi tehditkâr çıkışlarıyla laik yapıyı küplere bindirdi. Dahası görevdeki ilk aylarında Libya ziyareti ve AB’ye alternatif bir İslami ekonomik topluluğu önerisi gibi girişimlerle İslamcı bir dış politikayı zorlayacağının işaretini verdi. Bu adımlar Erbakan’ın taşkın söylemiyle birleşince, laik yapıyı, özellikle orduyu alarma geçirdi. Fakat ordu bu kez doğrudan müdahale yerine MGK’nın 28 Şubat 1997 toplantısında Erbakan’a laiklik karşıtı faaliyetleri engelleyecek tavsiyelerden oluşan bir liste sundu. Erbakan bunları yerine getirmeye ayak direyince ordu laik yapıyı Erbakan’a karşı seferber etti. Sonuçta Refah lideri 1997’de başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. Bu süreç sonradan ‘sessiz’ veya ‘postmodern’ darbe olarak anılır oldu.
Senaryo 2
Sinsice İslamileştirme
Yeniden seçilmiş AKP hükümeti, daha saldırgan bir İslami gündem izler. AKP
hükümetin yürütme ve yasama kollarını tümden kontrol ederek, yönetici, yargıç ve üniversite rektörlerini atayabilir ve hatta askeri kadro atamalarında sözünü geçirebilir. Dış politikada, özellikle İran ve Suriye olmak üzere, Müslüman dünyayla ilişkileri yoğunlaştırır. İsrail’le ilişkilerini geriletirken, çok daha aleni bir Filistin yanlısı tutum benimser.
AB’ye rakip İslami blok
AB üyeliğine karşı Avrupa’da büyüyen muhalefet karşısında AKP üyelik müzakerelerini askıya alır ve rekabet edebilecek bir İslami blok yaratmak için Erbakan tarzı çabalara döner.
‘Sinsice İslamileştirme’, AKP’nin Türk toplumunu İslamileştirmek için gizli bir gündeme sahip olduğundan ve liderliğinin sosyal meselelerde daha saldırgan hareket etmesi için tabanından gelen baskıyla karşılaşacağından korkan laik kesimin çoğunluğunu endişelendiren senaryo.
Ordu daha da tetikte olur
Ancak bizim görüşümüze göre, bu senaryonun birkaç nedenden ötürü gerçekleşme ihtimali pek yok. İlk olarak, bu daha büyük bir siyasi kutuplaşmaya yol açacaktır ve ordu müdahalesini kışkırtacak zemini hazırlayacaktır. AKP’nin hükümetin yürütme ve yasama kollarını tümden kontrol etmesiyle, ordunun İslamileştirmeye kayış işaretlerini
göz önüne alarak daha tetikte olması beklenebilir.
İkincisi, başta not edildiği üzere, Türklerin çoğunluğu laik bir devleti
destekliyor ve şeriata dayalı bir devlete karşı çıkıyor. Bu yüzden aleni bir İslami
gidişata kamuoyu desteği az olacaktır. Üçüncüsü, AB üyeliğini elde etmek AKP’nin dış politikasının temel unsurlarından biri olageldi. Bu hedefi rafa kaldırmak, AKP’nin prestijine ve güvenilirliğine zarar verir. Son zamanlarda AB’den duyulan hoşnutsuzluk artış göstermiş olsa da, AB üyeliği hâlâ Türk nüfusunun neredeyse yarısı tarafından destekleniyor.