Deniz Bayramoğlu yazdı: Sınırda kameralar kapandığında...
CNN Türk haber spikeri Deniz Bayramoğlu, Türkiye'nin Fırat'ın doğusunda terör örgütüne yönelik başlattığı Barış Pınarı Harekatı'nı, yayın yaptığı Akçakale sınırında kamera arkasında yaşananları ve muhabir arkadaşlarının cansiperane mesaisini Gazetevatan için yazdı...
9 gündür Şanlıurfa'da sınır hattında ekran mesaisinde olan CNN Türk'ün deneyimli haber spikeri Deniz Bayramoğlu Akçakale'de kamera önünde ve arkasında yaşadıklarını kaleme aldı.
İşte tecrübeli ekran yüzünün sınırdaki bir günü ve dokuz günde yaşadıklarından öne çıkan anekdotlar:
"16 Ekim Çarşamba... Şanlıurfa merkezden saat 07:00’de yola çıkıp Akçakale’ye ulaştık. Yayınlarımızı yaptığımız alan aslında boş bir tarla... Toprak sarı, kurumuş otlar sarı, gökyüzü sarı... Ekim ayının ortasına gelmiş olmamıza rağmen hava sıcaklığı 35-36 derece civarında. Hissedilen sıcaklık ise bundan bir iki derece daha yüksek. Hele de bugün havadaki nem oranı yüzde 50’ye yaklaşmışken sıcaklık daha da dayanılmaz hale geliyor. Neyse ki bugün çelik yeleği giymek zorunda değiliz. Bulunduğumuz noktaya yönelik havan ya da roket tehdidi ortadan kalkmış. Alandaki tüm yerli ve yabancı basın mensuplarının yüzünde belki de sadece benim fark ettiğim bir rahatlama. Çelik yelek giymek zorunda olmamanın ama asıl havan tehdidin ortadan kalktığını bilmenin rahatlığı bu.
Kameraların gerisindeki çıplak arazide tek başına duran bir ağaç var. Üstünde belki yüzlerce serçe; cıvıl cıvıl...
Birden kulakları sağır eden bir gürültüyle ayaklarımın altındaki toprak titriyor. Kuşların ötüşü bir anda kesiliyor ve kapkara bir bulut gibi gökyüzüne dağılıyorlar.
Yaklaşık bin metre ilerimizdeki bir obüs bataryası art arda üç top mermisini Tel Abyad’ın güney doğusunda bir hedefe gönderdi az önce. İlerleyen saatlerde art arda atışlarla nokta hedefleri vurmaya devam edecek. Ne kadar alıştığınızı düşünürseniz düşünün sabahın o taze sessizliği içinde bu ses bir an kasılmanıza yol açıyor. Sonraki atışlar değil ama o ilk atış. Bir an olduğunuz yerde duruyorsunuz ister istemez.
Ve yine ister istemez aklınıza sizden en fazla 1 hadi bilemedin 2 kilometre ileride teröristlerle çarpışan Mehmetçik geliyor. Kendinizden utanıp bir süreliğine şikayet etmeyi bırakıyorsunuz –ama bir süreliğine... En fazla yarım saat sonra yine dilinizden aynı sözcükler dökülüyor: Offf çok sıcak!
Gazetecinin sahadaki en büyük sermayesi tanıdıkları, daha evvelden kurduğu ilişkiler. Hem harekatın hem de gazetecilerin güvenliğini sağlamaya çalışan yetkililer feci halde ketum davranıyor. Resmi görevlilerin ağzından harekata ilişkin tek bir kelime almak mümkün olmayınca tüm ekibimiz telefon rehberinde harıl harıl Suriye Milli Ordusundaki kontakları aramaya başlıyor.
BİR DAHA HİÇ YANIT VERMEYECEK NUMARALAR
Bulunan her numara her isim tek tek aranıyor. “Açmadı abi. Kaç defa aradım açmadı” ya da “Ulaşılamıyor, herhalde çatışmada” gibi cümleler uçuşuyor havada. Kimi numaraları ise kederli bir sessizlikle geçiyor arkadaşlar. Hiç konuşmadan. Biliyorlar çünkü o numara bir daha hiç yanıt vermeyecek aramalara...
Öğleden sonra herkes yayın telaşına kapılmışken, nasıl oluyorsa gözüm ilerideki toprak yoldan yavaş yavaş ilerleyen bir motosiklete takılıyor. Üzerinde plakası yok. İki kişi binmişler motora, arkadakinin elinde bir telefon. Yaşları 20-25 civarında... canlı yayındayım, karşımda CNN Türk Muhabiri İsmail Umut Arabacı... Patır Patır havanların düştüğü Ceylanpınar’daki son durumu aktaracak. Sözü ona bırakıyorum. İsmail Cerablus’ta ama güvenlik gerekçesiyle yerini söyleyemiyoruz. Etrafına onlarca pikap ve SMO savaşçıları. Tıpkı harekatın başladığını havalara sıçrayarak duyurduğu anki heyecanıyla SMO’nun Münbiç’e hareketini duyuruyor. Tabi yine ilk duyuran İsmail...
O sırada motosikletliler yavaş yavaş bizim yayın noktamızın önünden geçiyor. Arkadaki ile göz göze geliyorum. Bana bakıp ilerlemeye devam ediyorlar. Ama yoldan ilerlemek yerine ana yola çıkan boş bir araziye sapıyorlar.
"KONUM YOLLUYORLARMIŞ, POLİS YAKALAMIŞ"
Niye bilmem o anda kafamda bir şimşek çakıyor. Akçakale ‘ye geldiğimiz ilk günü hatırlıyorum. İlk gün yayın yaptığımız yer Telabyad’ın güney batısında kente hakim bir tepedeydi. O gün iki işbirlikçi, telefon mesajlaşma programı üzerinden yayın yaptığımız yerin konumunu gönderirken güvenlik güçleri tarafından yakalanmışlardı.
Yayındayım, sesim açık olabilir, o yüzden kameranın önünden çekilip DHA canlı yayın ekibindeki arkadaşlarıma el kol işreti yapıyorum. Fark etmiyorlar beni. Motosiklettekiler uzaklaşırken birilerinin “Fotoğraflarını çekin!” diye bağırdığını duyuyorum. Akşama doğru başka bir ekibin kendi arasındaki konuşmasına kulak misafiri oluyorum:
“Konum yolluyorlarmış, polis yakalamış...”
Mücahit Yolcu ve kameramanı Nusaybin’de sınırın hemen dibinde bir otelin çatısında ateş altındalar. Gerçek ölüm korkusunu görebiliyorum gözlerinde. Bir sahnenin gerçekliğini anlamak isterseniz lütfen karşınızdakinin gözlerine bakın. Her şeye rağmen doğruyu oradan okuyabilirsiniz. Üzerlerine iki el keskin nişancı ateşi gelmiş. Sadece onlar değil o çatıdaki tüm haberciler yere uzanmış ya da bir şeyin arkasına siper almış. O anın sıcaklığına rağmen olanı biteni anlatmaya çalışıyor. “Tamam yeter, bırakın yayını, inin oradan” demek istiyorum. İçimde bir ses çığlık çığlığa “yeter” diyor ama Mücahit anlatmaya devam ediyor, kameramanı da çekim yapmaya. Hafif yaralı arkadaşlarımız var. Mücahit ve kameramanı yerde sürünerek diğer gazetecilerle röportaj yapmaya çalışıyor. Aklıma yine Mehmetçik geliyor. İki merminin bizi düşürdüğü hal bu. Ya onlar...
Akçakale’ye havan mermileri düşmüş. Enver Kaptanoğlu ve Kameraman Serkan Emekçi koşarak olay yerine gitmeye çalışıyor. İkisini de yıllardır tanırım. Bu yüzden rahatlıkla söyleyebilirim sanırım; ölen ya da yaralanan olmadığını anladıklarında yüzlerindeki rahatlama ifadesini daha önce hiç görmemiştim. Yok hayır, yanlış söyledim, Serkan ile Suriye savaşı başladığında, Halep’e ilk giren gazeteciler olmuştuk. Orada gördüklerimizi anlatmaya yüreğim el vermiyor ama Halep’ten döndüğümüzde de benzer bir ifade vardı Serkan’ın yüzünde; ve büyük olasılıkla benim de...
Semih Çalışkan Suruç’ta... Orası da havanların hedefinde. Semih’in sanki bir dost sohbetindeymiş gibi sakin ve ağırbaşlı konuşması beni hayrete gark ediyor. Hele de o tok sesiyle tane tane ve dil bilgisi kurallarına uygun konuşması yok mu... Oysa bulunduğu yerde havan ve roket tehdidi hala sürüyor. Güvenlik görevlileriyle köşe kapmaca oynuyorlar adeta. Onlar sınıra doğru bir yol bulmaya çalışıyor. Güvenlik güçleri onları güvenli alana çekmeye...
Hasan Kırmızıtaş... Son 2 ayın neredeyse tamamını Suriye’de geçirmiş. Sadece bölgeyi değil, Cerablus’u, El Bab’ı Afrin’i hatta adını bile hatırlayamadığım onlarca köyü avucunun içi gibi biliyor Hasan. Sessiz sedasız gidip geliyor Akçakale’deki yayın noktamıza, son bilgileri aktarıyor bana ve yine sessizce gidiyor. Kim bilir nereye... Aslında yanıtı aşikar; Mehmetçik neredeyse oraya
“Su yok abi” diyor kameraman Onur Özel, “kaldığımız yerde su yok. Dün kaldığımız yeri değiştirdik, musluğu çevirdim ve su aktı. İnanamadan boş gözlerle baktım.”
"BU ABLADA ŞEYTAN TÜYÜ VARDIR VALLA"
Fulya Öztürk, önce Nusaybin’de şimdi Ceylanpınar’da. Oradaki nöbeti devraldığından beri kaç kez tepesinden roket geçtiğini sayamadım. Yayına hazırlanırken onun da gözlerinin durmadan etrafı taradığını görebiliyorum. Kolay değil, daha iki gün önce bir gazeteci darp edilmiş Nusaybin’de. Ama Fulya’da şeytan tüyü var sanırım. bunu ben söylemiyorum, yayın arasında ona evlerinden el sallayan peş peşe çay demleyip yayın noktasına taşıyan Nusaybinliler ve Ceylanpınarlılar söylüyor: “Bu ablada şeytan tüyü vardır valla. Lafını dinletmeyi biliyor.” Nusaybin’deyken Mardinli, Ceylanpınar’dayken Urfalı gibi...
Canlı yayın aracını işler hale getirmek zor iş. Önce yönetmen Melih sonra Yüksel, DHA’dan arkadaşlarımız, Oral, Emrah, Eser ve Mehmet canını dişine takmış çalışıyor. Yayın gecikme ve hata kabul etmez. Biz yayın başlamadan 2 saat önce hazırlamaya başlıyorlar aracı ve biz bitirdikten ancak 2 saat sonra toplayıp uyuyacakları yere gidebiliyorlar. Sinyal kaybolur, sıcaktan elektronik aletler çalışmaz hale gelir, jeneratör patlar... Çıkabilecek sorunun haddi hesabı yok. Ama yanımızda onlar olunca sorunlar öyle ya da böyle halloluyor ve sorunsuz gerçekleştirebiliyoruz her bir yayını.
Yayına hazırlanıyorum. Arazide bir sağa bir sola yürürken notlarımı gözden geçirip neyi nasıl aktaracağımı düşünüyorum. Birden kabloların arasında eflatun bir çiçek dikkatimi çekiyor. Dalı yaprağı yok. Doğrudan topraktan fışkırmış eflatunun en güzel tonunda taç yapraklar. Eğilip telefonla çekiyorum fotoğrafını. Kafamı kaldırınca Urfalı bir hemşehrimizle karşılaşıyorum. Gülümsüyor bana: “Hoştur he mi?” diye soruyor.
“He valla kurban hoştur” diyorum, "Nedir bu çiçeğin adı?” diye ekliyorum.
“Verd el vahvah” diyor. Ve ekliyor “Verd el vahvah, isra ya fellah”. “Ne demek” diyorum. “Vahvah çiçeği, yürü ey çiftçi” diye tercüme ediyor “Bu çiçek açtığında bilir ki Arap köylüsü ekim zamanı gelmiştir.”
HAYATIN VE ÖLÜMÜN BAŞKA PLANLARI VAR
Top sesleri, otomatik silah atışları, karşıdan 1-2 kilometre ötedeki Telabyad’dan yükselen kapkara dumanlar, tepemizden geçen Türk Ordusunun çelik kanatları, ufuktaki fırtına... Akşam oldu artık. Yayın bitti ama işimiz bitmedi. Şimdi artık haber toplama zamanı. Yeni bilgiler, yeni notlar. Yeni telefonlar...
Kaldığımız yere dönmek üzere yola çıkıyoruz, aklımızda yarınki yayına ilişkin –büyük olasılıkla hiçbirini gerçekleştiremeyeceğimiz- planlar... Çünkü hayatın ve ölümün başka planları var. Ve biz onlara tanıklık edip aktarmakla mükellefiz.
Yolda iki tarafta kilometrelerce uzayan pamuk tarlaları ve tarlalarda allı pullu fistanları, burunlarında altın hızmalarıyla pamuk toplayan kadınlar. Aklımda Urfalı hemşehrimizin lafı:
Verd al vah vah, isra ya fellah."