Cem Garipoğlu kendine tapınan, kendine aşık biri!
Cem Garipoğlu nasıl bir kişilik?
Cem Garipoğlu bir başka insanı çok vahşice öldürüyor ama hemen teslim olmuyor. Pişmanlığını dile getirmiyor. Kendi hayatını sakınıyor. Korunmak için çok ayrıntılı, çok ince plan yapıyor. Bu kadar vahşice insan katleden biri nasıl oluyor da, kendi hayatının bu kadar değerli, bu kadar korunmaya layık bir hayat olduğunu düşünüyor? Münevver Karabulut cinayeti fazlasıyla narsistik bir cinayet. Adeta kendine tapan, kendine aşık biri Cem Garipoğlu...
* Gençler artık iyiliğe değil, kötülüğe mi ilgi duyuyor? Onları nasıl geri kazanabiliriz?
İnsan özü itibariyle ahlâk yönelimli bir varlıktır. Hepimiz hayatımız boyunca daha güzel olanı, daha iyi olanı arzularız. Fakat yetişme koşullarımız, beslendiğimiz kültür bizi daha kötü insanlar kılabilir. Toplumsal atmosfer, yeri gelir insanları kollektif kötülüğe doğru yöneltebilir. Gençlerle ilgili olarak şöyle bir problem var; onlar küresel kültürün etkilerini ilk hisseden grup. Bugün uyuşturucu kullanımı ilk gençler üzerinden toplumlara gidiyor ve yayılıyor. Popüler kültür bütün numaralarını gençler üzerinden çeviriyor. Tüketim kültürü daha çok gençlere oynuyor ve gençleri manipüle ederek bir ülkede kendine taban buluyor. Dünyada daha nihilist, daha materyalist bir akım var gençler arasında. 1970’li yıllarda çiçek çocukları vardı, 1980’li, 1990’lı yıllarda ise ’Bizim abilerimiz, ablalarımız dünya için çok şeyler yaptı. Ama çok büyük bir hayal kırıklığına uğradılar, hiçbir şeyi değiştiremediler. Biz niye dünyayı değiştirmek için uğraşalım ki! Artık kendimiz için bir şeyler yapalım’ diyen ’Me Generacion’, yani ’Ben Kuşağı’ geldi.
NİHİLİST BİR KUŞAK YETİŞİYOR
* Bu kuşağın diğerlerinden farkı ne peki?
Ben Kuşağı’nın en temel özelliklerinden biri, hayatı sadece kendisi için yaşaması, iyi ve güzel için kendisinden başka bir referans sistemini tanımaması. Yani ’Eğer bir şey benim için iyiyse iyidir’ diye düşünüyor ’Ben Kuşağı’ mensupları. ’Eğer benim rahatıma, benim keyfime hizmet ediyorsa, bana daha fazla haz veriyorsa iyidir, vermiyorsa kötüdür.’ Bir toplum hizmetinde çalışmak, birisine faydalı olmak, bütün bunlar demode şeyler bu kuşağa göre. 1970’li yılların ortalarından beri Amerika’da tartışılan bu Me Generation meselesi biraz rötarlı olarak Türkiye’ye de geldi. Ben gençlerle çok yakından ilgilenen ve çalışan birisiyim. Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde Gençlik Kliniği’ni kurdum ve dört yıl boyunca şefliğini yürüttüm. Orada gençlerin en yoksulundan en zenginine kadar problemlerini birebir gözleme imkanım oldu ve bundan dolayı da çeşitli televizyon programlarında çok ciddi uyarılar yapma ihtiyacı duydum.
* Ne gibi uyarılar hocam?
Bir defa Türkiye’de nihilistik bir kuşak geliyor. Ve çok kötülükle beraber geliyor bu kuşak. Kötülük yapmayı benimsemiş, içselleştirmiş bir kuşak var şu anda. Yeni neslin hepsi elbette böyle değil, fakat genelde gençler arasında kendini diğer insanlardan ayırma, kendisini gösterme gibi çok mühim bir psikolojik ihtiyaç var. Gençler anonim kalmak istemiyor. Dolayısıyla bir grup trendy giyimlere, yani kendini marka giyinerek veya parayla varetmeye savruluyor. Bir grup madde bağımlılığına savruluyor. Yoksullardan bir grup kendini ideolojik olarak var etmek gibi bir yola savruluyor. Bazen de çok enteresan grupçuklar meydana geliyor. Mesela Emo’lar, Grunge’lar ortaya çıkıyor. Yani kılık kıyafetiyle, hayata karşı duruşuyla, hızmasıyla, piercing’iyle kendini ayrıştırmaya çalışan çocuklar... Şimdi mesele, bu ‘Ben Kuşağı’nda ve dünyanın gittiği mataryalistik, nihilistik eksende insanlar neyin iyi, neyin kötü olduğunu sadece kendilerini referans alarak tanımladıkları zaman toplumsal iyi kalmıyor.
* Yani benim ve sizin için ortak bir iyi kalmıyor?
Evet. Siz başka bir iyi tanımlıyorsunuz, ben başka bir iyi tanımlıyorum. Dolayısıyla insanlar çok kolay şiddete yönelebiliyorlar. Çünkü ’Ben bu şiddeti uygulamakla rahatlıyorsam niye uygulamayayım? Bu bana iyi bir his veriyor’ diyor. Geçen sene bir delikanlı, ’Liste yaptım, okulda 60 çocuğu dövdüm, 40’ını daha döversem herkes benim tek güç olduğuma inanacak’ demişti.
* Ne diye gelmişti size?
Ailesi getirmişti, ’Başı beladan kurtulmuyor’ diye... Şimdi bu benim çok defa yazılarımda dikkat çekmeye çalıştığım ’Sosyal Darwinizm’ dediğimiz toplumsal hadisenin bir göstergesi. Sosyal Darwinizm bize şunu söylüyor; ’Güçlü olan ayakta kalır. Zalim olan mazlumu yer. Dolayısıyla şiddet gösteren gösteremeyeni pataklar. O halde sen de mazlum olacağına zalim ol. Sen de vur, sen de kır, sen de parçala! Eğer seni tatmin edecekse, cinayet bile işleyebilirsin!’ Sosyal Darwinizm’de çocuklar çok fazla bencilliğe ve zalimliğe sevk ediliyor. Mesela gençler arasında en acıtıcı kelimelerden biri ’ezik’. Çocuklar bu kelimeyi hakaret olarak kullanıyorlar bir başkasına karşı. Ve tabii ahlâk ve din anlamında bir referans çerçevesi de yok bu çocukların. Nereye yaslanacak çocuklar? Geçmişin töresine yaslanabilir, anasına babasına yaslanabilir, dine yaslanabilir, toplumun genel kurallarına yaslanabilir. Fakat bütün bunları önemsiz addediyor; ’Benim için hepsi değersiz’ diyor. ’Benim çıkarım için iyi olan şey iyidir’ diyor. O zaman ne yapıyor? Kendisi için sıkıntı yaratan birisi varsa mesela, gidip onu dövüyor, bıçak saplıyor. Çok kolayca şiddete yönelebiliyor. Yani narsistik bir şey var günümüzün gençlerinde, geçmişe nispetle.
12 EYLÜL’ÜN ETKİSİ OLABİLİR
* Bunun sebepleri ne olabilir?
İşte 12 Eylül’de bir kuşağın apolitikleştirilip susturulması olabilir, o kuşağın çok büyük eziyetlere duçar olmasını görmüş olabilir diğer insanlar, bu nedenle hemen ondan sonra enteresan bir şekilde Türkiye’de pop kültürünün büyük şahlanışı, gençlerin bu pop kültürüne çok hızlı bir şekilde eklemlenişi olabilir...
Vicdan sahibi bir aile çocuğunu tereddütsüz adalete teslim ederdi
* Michael Jackson’ın ölümünden sonra intihar eden gençleri okuyunca çok şaşırdım. Bizim kuşakta böyle şeyler yoktu. Hiç kimseye tapmadım ben...
Çünkü o zamanlar insanların kafalarında dünyayı dönüştürebilecekleriyle ilgili bir ümit, bir hayal vardı. O ümit, o hayal yıkıldı. Dolayısıyla günümüzün gençleri sadece kendilerini dönüştürmenin peşindeler, anne babalar da sadece çocuklarını dönüştürmenin... Proje çocuklar üretiyorlar! İşte bakıyorsunuz, ata binmeye götürüyor, oradan piyano dersine götürüyor, oradan kursa götürüyor. Çocuklara, çocukluklarını yaşamayı haram kılan, onlara sadece proje çocuk olarak değer veren yeni bir zihniyet boy veriyor. Benim bugünlerdeki ilgi konularımdan birisi, duygusal olarak gelişmiş çocuklar nasıl yetiştiririz konusu. Çünkü proje çocuklarının mutsuz olacağını düşünüyorum. Duygusal olarak daha gelişkin çocuklar çevresel şartları çok daha iyi analiz edip ona adapte olabiliyorlar. Fakat proje çocukların o kadar çok egoları şişiriliyor ki, gerçek hayata çıktıkları zaman, kendilerinin en yetenekli, en zeki olmadığını fark ediyorlar ve büyük bir düşüş yaşıyorlar.
CEM BİR PROJE ÇOCUĞU!
* Duygusal açıdan gelişmiş çocuklar nasıl?
Onlar, insanların isteklerini anlayabilen, duygularını iyi okuyabilen çocuklar. En güzel tabiriyle, duygu okur-yazarı çocuklar diyebiliriz onlar için... Dolayısıyla çok iyi insan ilişkileri kurabilen, duygusal paylaşıma önem veren ve daha zengin hayatlar yaşayabilen çocuklar... Ben bu çocukları bir yazımda ‘organik ve hormonlu’ diye ayırmıştım. Organik çocuk diye tanımlayabileceğim bu tarz bir çocuk, mesela merhameti baştan bir değer olarak kabulleniyor. Çünkü onun anne-babası çocuğuna merhameti aktarmayı önemli bir vazife olarak görüyor. Çocuğunu sadece yarışan, bir başkasını yarışta dirsek darbesiyle saf dışı bırakacak zalim kişi olarak yetiştirmiyor. Başka insanların da ihtiyaçlarına kulak veren, onlara iyilik etmeyi çok önemli bir görev bilen, merhameti hayatının en temel noktasına yerleştirmiş, asla bir başkasına kötülük, zalimlik yapmayı kendine yediremeyen biri olarak yetiştiriyor...
* Öyleyse Cem Garipoğlu’nu nereye koyacağız?
Benim kanaatime göre o da fazlasıyla narsistik bir kişilik ve ’Ben Kuşağı’nın üyelerinden biri...
* Galiba aynı zamanda da bir proje çocuğu... Beş dil biliyor. Bu yüzden küçük yaşında yurtdışına gönderilmiş tek başına...
Evet. İşte bakın, insanları sadece proje çocukları olarak yetiştirip, onların duygularına eğilmezseniz, onlardan soğukkanlı katiller de çıkabiliyor. Ben ailenin tutumunu çok yadırgadım. Yani bu ölçüde vahşice bir cinayet işleyen bir insan ailesi tarafından tereddütsüz götürülüp emniyete teslim edilmeliydi. Vicdan sahibi bir insan çocuğunu götürüp adalete teslim ederdi.
* Bazı psikologlar ‘Anne-babayı da anlamak lazım’ diyor...
Burada çok vahşice bir cinayet var. Henüz bilmiyoruz ama muhtemelen taammüden, planlanarak, kasıtlı olarak işlenmiş bir cinayet. Ben anne-babanın, ’Çocuğum kötü bir şey yapmış bile olsa, başka bir insanın canını acıtmış bile olsa, o benim çocuğumdur, dolayısıyla ona mutlaka kol kanat germem, onu korumam gerekir’ anlayışının, günümüzün o narsistik kültürünün bir semptomu olduğunu düşünüyorum. Yani herkesin sadece kendi kabilesi ve kendi klanı için yaşadığı, kimsenin bir başkasına hizmet etmeye yanaşmadığı, ötekinin acısını içinde duymadığı, fevkalade narsistik bir duruş bu. Eğer, Türkiye bu psikopatik, bu antisosyal iklimden sıçrayıp bir silkiniş yapacaksa, merhamete dönmekle yapacak bunu. O yüzden ben merhamet adlı kitabıma, ’Kalbe dönüş için son çağrı’ alt başlığını koydum. Eğer merhametimiz de yoksa bir hiçiz biz. Vahşi, yırtıcı hayvanlardan hiçbir farkımız yok, bir cangılda yaşıyoruz ve ancak birbirimizi öldürerek ayakta kalabiliyoruz demektir. İşte merhamet, Münevver için merhamet duyabilmektir. Orada ailenin yapması gereken en önemli şey o büyük ıstırabı hemen hissetmek ve Münevver’in ailesiyle kendilerini özdeşleştirmek olmalıydı. Çocuklarını korumak değil... Münevver gencecik bir kızdı, ailesinin onun hakkında büyük ümitleri vardı, bu kadar vahşice katledilmesi, asla üstü örtülmemesi gereken bir olaydı. O ailenin de Münevver’i bir obje olarak, bir nesne olarak, bir yük, bir dert olarak değil, hayatını kaybetmiş gencecik bir insan, bir fidan olarak algılaması gerekirdi.
KARŞISINDAKİ DE ETTEN VE RUHTANDI AMA...
* Anne-baba çocuklarını koruyabilir belki ama dedenin, amcanın farklı davranması gerekmez miydi?
İyi ki bu konuyu açtınız. Bence Cem Garipoğlu’nun yargılanıp adalete teslim olması kadar önemli bir süreç de, baba bunu ısrarla vurguluyor ve çok doğru bir vurgu bu, ona yataklık eden, onu kollayan, adaletten kaçıran mekanizmalar her neyse hepsinin çok iyi bir biçimde cezalandırılması. İşte maşeri vicdan ancak böyle tam manasıyla rahatlayacaktır.
* Peki Cem Garipoğlu nasıl bir kişilik?
Cem Garipoğlu, aslında zamanımızın ruhunu yansıtan bir örnek. Tahminlerime göre, çok doymuş, çok doyurulmuş, kendisine manevi bir referans çerçevesi sunulmamış, hayatı nasıl anlamlandıracağını tam manasıyla kavrayamamış, dolayısıyla çok kolay şiddete yönelen, karşısındaki insanı kolayca nesneleştirebilen, onun da etten ruhtan olduğunu fark edemeyen bir kişi. Zamanımızın hastalıklı, narsistik atmosferinin bir semptomu olarak algılıyorum onu.
* Parayla doyrulmuş çocuklarda şiddet eğilimi daha mı fazladır?
Bu işin çok parayla da alâkası yok. Önemli olan sevgiyi vermek. Sevginin yanında çocuğunuza para ve imkan da sunarsanız, problem yok.
* Cem için, sadece parayla doyrulmuş öteki taraf eksik kalmış diyebilir miyiz peki?
Öyle mi olduğunu çok bilmiyorum.
* Küçük yaşta bir başına yurtdışına gönderilmiş, birkaç dil öğrensin diye...
Eğer bir çocuk anne-babadan yeterince şefkat, ilgi, sevgi görmeden büyümüşse, hep böyle hormonlu bir şekilde ’Sen iyisin, süpersin, harikasın’ şeklinde büyütülmüşse, yeri gelir, kendini ilahlaştırır, o büyüklenme duygularının içine girer ve karşısındaki insanları da kendisine hizmet edecek zavallı objeler olarak algılamaya başlayabilir. Nitekim enteresan bir şey, Münevver’le ilgili olarak bir yerde, ’O kenar mahalle sürtüğü’ diyordu. İnsan sevdiğiyle ilgili böyle konuşur mu? Ben MSN yazışmalarında o lafı gördüğüm zaman çok şaşırmıştım. Bu çok ayıp, çok tuhaf bir şey. İnsan sevdiğiyle ilgili asla böyle konuşmaz, konuşmamalı.
* Yani Cem Garipoğlu, Münevver’i öldürme hakkını gördü kendinde öyle mi?
Tabii bu bir cinnet anı mıydı, taammüden girişilmiş, planlanmış bir cinayet miydi bilmiyorum. Fakat narsistik bir cinayet, çünkü öldürdükten sonra hemen teslim olmuyor. Pişmanlığını dile getirmiyor. Kendi hayatını sakınıyor. Bir başka insanın hayatını çok vahşice yok ediyor, bir başka insanı katlediyor, fakat kendi hayatını çok kutsal, çok dokunulmaz, çok önemli buluyor. İşte o yüzden narsistik.
* Aslında cinnet geçirip katil olan pek çok kişinin hemen teslim olduğunu biliyoruz...
İşte burada kafa karıştıran, mide bulandıran şey de bu kişinin kendisini korumak için çok ayrıntılı, çok ince bir plan yapabilmiş olması. Bu kadar vahşice insan katleden biri nasıl oluyor da, kendi hayatının bu kadar değerli, bu kadar korunmaya layık bir hayat olduğunu düşünüyor? Fazlasıyla narsistik bir cinayet. Adeta kendine tapınan, kendine aşık biri Cem Garipoğlu...
Münevver cinayetini neticelendiren toplumun kamusal vicdanı oldu
* Hocam, Münevver Karabulut cinayetine toplum neden bu kadar ilgi gösterdi? Bu cinayeti diğerlerinden ayıran neydi?
Bu cinayette zengin oğlan-fakir kız hikâyesi vardı ama onun ötesinde biz bu cinayette, imtiyazlı kesimlerin cezalandırılmayacağı, bu kesimlerin bir yolunu bulup mutlaka kanundan kaçabileceği yolundaki o yıllanmış inancın test edildiğine şahit olduk. İnsanlar bunun tersinin gerçekleşmesini çok istediler. Bu kez bu önyargıyı, bu yenilmişliği, bu yılgınlığı tersine çevirmek istediler. Türk halkı o yüzden bu cinayeti çok sahiplendi. Aslında basını da, polis teşkilatını da itekleyen bu oldu.
* Basına da reyting getirecek bir konuydu tabii...
Doğru. Fakat toplumsal düzeyde çok büyük bir baskı oluştu. Bu işi neticelendiren yine toplumun maşeri, yani kamusal vicdanıdır. Toplumun o genel havasıdır, herkesin Münevver ve Münevver’in ailesiyle kendisini bu kadar kolay özdeşleştirmesi ve mazlumun hakkını arama konusunda gösterdiği gayrettir.
* Ya Münevver’in babasının çabaları?
Muhakkak katkısı oldu. Fakat asıl mesele onun bu feryadının halk tarafından işitilip, benimsenmesiyle ve insanların adaletin tecelli etmesi konusunda yaptığı baskıyla oldu.
Cem’in yakalanması toplum üzerinde iyileştirici bir etki yarattı
* Peki insanlar ne öğrendi bu cinayetten? Biz biraz daha merhametli bir toplum olabilecek miyiz?
Toplum bir defa merhametsizliğin galip gelmeyeceğini öğrendi. Merhametsizliğin üzerinde hangi rütbe olursa olsun, o merhametsiz kişi hangi imtiyazdan yararlanıyor olursa olsun, onun eninde sonunda adalete hesap vermek zorunda olduğunu gördü. Bu, insanların içindeki incinmişliği onardı. Bu, milletin terapi olduğu bir süreçtir ve bence çok mühim bir süreçtir. Bu cinayet sonrası katilin cezalandırılacak olması, insanlar üzerinde sağaltıcı, şifa verici bir etki yaptı. İnsanlar dediler ki, ’Evet adalet tecelli edebilir. İnsanların imtiyazları onları adaletin kılıcından korumaz.’
* İnsanlar üzerinde iyileştirici bir etki yaptı dediniz...
Evet. Cem Garipoğlu’nun yakalanması adil bir yargılanma süreci içinde hak ettiği cezayı bulacak olması, toplum üzerinde adalete olan inancı pekiştirici, kolluk kuvvetlerine olan inancı pekiştirici ve devletin insanlar arasında düzeni eşitlikle ve adaletle sağlayan bir organizma olduğuna yönelik inancı pekiştirici bir işlev gördü.
Ruha iyi gelen kitaplar yazıyor...
Kendi tanımıyla ’zihin bilimi’ profesörü... 1966 yılında Ordu’da doğdu. Hacettepe (ingilizce) Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Uzmanlık eğitimine 1989-1995 yılları arasında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda devam eden Prof. Dr. Kemal Sayar, Vakıf Gureba Eğitim Hastanesi ve Çorlu Asker Hastanesi’nde psikiyatri uzmanı olarak çalıştı. 2000-2004 yılları arasında Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2002’de Kanada Mc Gill Üniversitesi Transkültürel Psikiyatri Bölümü’nde konuk öğretim üyesi olarak çalıştı. Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde ’Gençlik Kliniği’ni kurdu ve dört yıl boyunca yöneticiliğini yaptı. Halen Fatih Üniversitesi’nde öğretim üyesi... Bu arada, ruha iyi gelen çok sayıda kitap kaleme aldı; ‘Ruhun Labirentleri, Merhamet, Yavaşla ve Her Şeyin Bir Anlamı Var’ bunlardan sadece birkaçı...