Alper Görmüş: Darbe günlüklerini yaktım
GAZETECİ Alper Görmüş, emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen 3 bin sayfalık günlüğü, mahkeme çıkışında bir arkadaşının ekmek fırınına götürüp yaktığını söyledi.
Gündemdeki gazeteci Alper Görmüş, bir yıldır gündemden düşmeyen ve hakkındaki beraat kararıyla artık yeni bir boyut kazanan “darbe günlükleri” davasını anlattı.
Galiba en iyisi, bu çetrefilli meseleyi kronolojik bir özetle anlatmak: 29 Mart 2007’de Nokta dergisi “2004’te iki darbe atlatmışız” başlığıyla çıktı ve Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlükleri yayınladı. Habere göre günlüklerde dönemin dört kuvvet komutanının Genelkurmay Başkanı’nı da etkisizleştirerek, iktidarı bertaraf etme planları anlatılıyordu.
Özden Örnek, derginin çıktığı aynı gün bir açıklama yaparak, iddiaları yalanladı. 13 Nisan’da askeri savcılık kararıyla Nokta dergisi basıldı, bilgisayar kayıtlarına el kondu. 20 Nisan’da dergi mali sıkıntılar gerekçe gösterilerek sahibi Ayhan Durgun tarafından kapatıldı. 24 Nisan’da Özden, Görmüş hakkında iftira ve hakaret davası açtı.
Kamuoyu bu davayı bir yıldır ilgiyle takip etti. Çünkü gündem, “bu darbe iddiasının gerçekten doğru olup olmadığı”; eğer doğruysa “adı geçen komutanların yargılanıp yargılanmayacağı” ve aynı zamanda da “hangi görünmeyen elin bir Oramiral’in makamına girip, bilgisayarını kopyalayabildiği” sorularıyla derinden sarsılmıştı.
Tabii bu arada ilginç bir gelişme daha yaşandı: Ergenekon soruşturmasını yürüten Savcı Zekeriya Öz, 7 Mart’ta Görmüş’ün ifadesine başvurarak, günlük CD’sini aldı. Öz’ün isteğiyle CD, Emniyet tarafından incelendi. Taraf gazetesinin Emniyet’ten bir yetkiliye dayandırdığı 15 Nisan tarihli habere göre bilirkişi bu günlüklerin Örnek’in bilgisayarında yazıldığını tespit etti.
Derken Örnek’in açtığı ve Türkiye’nin odaklandığı dava 11 Nisan’da sonuçlandı. Alper Görmüş, “iftira ve hakaret” davasından beraat etti. Ancak bu beraat kararını yeterli bulmayan Görmüş şimdi kararı temyize götürmeye hazırlanıyor.
Yani anlaşılan mesele daha uzun bir süre Türkiye’nin gündemini meşgul etmeye devam edecek. Biz de zaten bu sebeple olaya imzasını atan gazeteci Alper Görmüş’le konuştuk. Görmüş’e öncelikle davayı ve bundan sonrasını; ikinci olarak da olayın hafızalarda bıraktığı soru işaretlerini sorduk:
- Birincisi, Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nin “iftira ve hakaret yok” deyip, beraat kararı vermesi, aynı zamanda “Özden Örnek de darbe yapmaya kalkışmış” gibi bir anlam çıkarır mı?
Kamuoyu kanaatinde çıkıyor, bu da bir kazançtır, ama hukuken böyle bir anlam çıkmıyor. Zaten bizim itiraz noktamız da burası. Eğer hâkim, davanın savcısının “mütalaası doğrultusunda” beraat deseydi biz itiraz etmeyecektik. Çünkü Savcı ne dedi? “Görünen gerçekle, gerçek uyum içindedir” dedi. Bu şu demek: “Bu günlükler doğru.” Hakim ise hakkımızdaki beraat kararını şöyle verdi: “Ben beraat kararını savcının mütalaası doğrultusunda vermiyorum. Bu davanın konusu sadece iftira ve hakarettir. Türkiye’de darbe girişimi ya da günlüklerin gerçek olup olmadığı bu davanın konusu değildir.”
- Sizin temyiz gerekçeniz de bu zaten?..
Evet, çünkü biz diyoruz ki, beni “Hakaret ve iftira yoktur, çünkü bu günlüklerin doğru olduğu ortaya çıkmıştır” diye beraat ettirin.
- “Ortaya çıkmıştır” demenizin sebebi Emniyet raporu mu?
Tabii.
- Bu CD’nin incelenmesini kim talep ediyor?
Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz talep ediyor, Emniyete gönderiyor. Ben de doğrusunu isterseniz Taraf gazetesinin manşetini anlatıyorum size şimdi. Çünkü ben aynı zamanda Taraf yazarıyım, ama çok tuhaf bir şekilde…
- Ondan mı öğreniyorsunuz?
Evet, tabii bunu insanlara anlatmak çok zor, ama ne yapayım, inanmazsanız inanmayın diyorum, yapacak bir şey yok. Bana bizim bir muhabir telefon edip ellerinde böyle bir bilgi olduğunu, Emniyetin bu konuda kendilerine bir açıklama yaptığını söyledi. “Ama” dedi, “Bu günlükler nasıl orada bunu bilemiyoruz”, dedi. Yani benim gazetem de günlüğü benim verdiğimi bilmiyordu. Çünkü ben o 7 Mart’ta Zekeriya Öz’le görüşmeden çıktığım andan itibaren hiç kimseye hiçbir şey söylemedim, ne konuştuğumuza dair.
- Niye söylemediniz?
Çünkü savcının bana söylediği orada konuşulan her bilginin orada kalması gerektiği, benim de buna riayet etmem gerektiğiydi. Rica etti, ben de hiç merak etmeyin, dedim. Günlüklerin bir kopyasını Savcı’ya verdiğim bilgisi de dâhil olmak üzere hiç kimseye hiçbir şey söylemedim. Dolayısıyla da Taraf gazetesi muhabiri beni aradığında o zaman anlattım. Ben 7 Mart’ta gittim, böyle böyle oldu diye…
RAPORU BEN GÖRMEDİM
- Peki, Emniyet bunu nasıl tespit ediyor; aynı bilgisayarla eşleştirme yapmasına gerek yok mu?
Teknik olarak buradaki şey nedir, onu bilmiyorum.
- Neyi tespit ediyor o raporda; ne yazıyor?
Ne yazıyor deyince şimdi ben o raporu görmüş gibi oldum yalnız.
- Görmediniz mi?
Tabii ki ben raporu muhabirden öğrendim dedim ya; böyle bir rapor var deyince öğrendim.
- Raporu belki muhabirden isteyip, görmüş olabilirsiniz diye sordum?..
Yok. Teknik olarak nasıl bilmiyorum, ama Taraf gazetesinin yazdığı şu: Emniyetin verdiği bilgiye göre bu günlüklerin eldeki CD’nin Özden Örnek’in bilgisayarından alındığı kesinleşmiştir; ifade bu. Aslında bunun yapılabileceğini ben biliyorum teknik olarak; bu işleri iyi bilen birtakım insanlardan öğrenmiştim. Bir Word dosyasının kime kayıtlı bilgisayarda yazıldığını, sadece o CD’ye bakarak ve arka plandaki resimler, imajlar okunarak mümkünmüş.
- Peki siz 7 Mart’ta Savcı Öz’e niçin gitmiş oldunuz?
Savcı benim tanık olarak ifademe başvurmak istedi. Biliyorsunuz, savcıların hakları, bütün vatandaşlardan isteyebiliyorlar.
- Ve sizden CD’yi mi aldı?
CD’den bir kopyayı kendilerine verirsem yürüttükleri soruşturma açısından bunun çok iyi olacağını, böyle bir kopyayı kendilerine verip veremeyeceğimi, eğer ben vermesem de benim davamın devam ettiği mahkemeden alma haklarının olduğunu söyledi. Ben de verdim bir kopyayı kendilerine. Ondan sonra da işte bildiğiniz şey oldu. Kopya CD Emniyet’te incelendi.
- Emniyet kayıtlarına böyle bir bilirkişi raporu girdi, ama mahkeme kayıtlarına girmedi galiba, değil mi?
Evet, biz son duruşmamızda İstanbul Savcılığına başvurarak, sözü edilen raporun Bakırköy’e, yani bizim mahkemeye getirilmesini istedik. Ama hakim, savcının olumlu mütalaasına rağmen “Bu rapora gerek yok” dedi. Dolayısıyla hukuki yönden bir kayıt altına girmemiş oldu.
- Yalnız burada akla takılan şu: Günlükler gerçekten Özden Örnek’e ait ise o zaman bunun ortaya çıkacağını bile bile size neden dava açtı?
Ben şey diye düşünüyorum, o anı kurtarmak için… Çünkü o an hakikaten dava açılmaması durumunda kabul anlamına gelecekti.
İDDİAMI İSPAT HAKKI TANINSIN
- Peki temyiz başvurusu yapıldı mı?
Yapılmadı, çünkü yazılı gerekçeyi bekliyoruz. Bizim davanın gerekçesi daha ortada yok. O yüzden şimdilik sadece “süre tutum dilekçesi”ni verdik. Bu süre tutum dilekçesi de “Kararın gerekçesini yazdığınızda lütfen bizi bilgilendirin, çünkü biz bunu temyiz edeceğiz” anlamına geliyormuş...
- Siz bu kararı temyize götürerek en son gittiği yere kadar götürmek istiyorsunuz, galiba değil mi?
Tabii, yani benim en başından itibaren söylediğim şuydu: Biz bir iddia ortaya attık. Doğru olabilir de olmayabilir de… Ama ben “İddiamız doğru” diyorum. Dolayısıyla bize gazeteci ve vatandaş olarak ispat hakkı tanınsın. Bunun zemini de yargıdır, değil mi? O yüzden ben de bütün gücümle hukuk çerçevesinde yapılabilecek ne varsa yapacağım.
- Bunu yaparken tek amacınız gazetecilik mi, yoksa iddialar doğruysa eğer darbecileri yargının önüne çıkartmak mı?
İkisi birden.
- Ama işte bu hiç yapılamadı, Kenan Evren örneği ortada?
Evet, ama bizim de sonuçta hiç fena bir yol almadığımızı düşünüyorum. Neden? Çünkü şu anda kamuoyu kanaati bakımından, özellikle beraattan sonra ciddi bir şey var artık. Artık herkes bizim buradaki köylü kardeşlerimiz bile şöyle konuşuyor: “Tamam anladık ki olmuş bir şeyler. Şimdi de kapatılıyor. Sana da beraat verdiler, git kardeşim uğraşma, dediler.” Kamuoyunda bu kanaatin oluşmuş olması bile çok önemli. Bunun üzerinden şimdi pekâlâ bir şey yaratılabilir.
- Nasıl olacak?
İşte burada şu benim asıl yandığım meseleye geliyoruz… Bu ülkede gerçekten demokrat ruhlu, gerçekten bir daha darbe olmasını istemeyen bir medya olsaydı başlatacağı bir kampanya çok önemli sonuç verirdi. Ama maalesef şu anda büyük basında böyle bir hava yok. Hatta sosyalist basında da böyle bir şey yok. Orada da “Yiyin birbirinizi” çizgisi var.
TEK OLASILIK TEMYİZ
- Özden Örnek aleyhine 10’a yakın suç duyurusu var?..
Sekiz galiba…
- Dava açanları tanıyor musunuz?
Hiç birini tanımıyorum ben.
- Onların ilerleme olasılığı var mı?
Yok, çünkü bütün suç duyuları cumhuriyet başsavcısı tarafından genelkurmay askeri savcılığına gönderiliyor. Oradan da izin çıkmadığı için hiçbiri bir davaya dönüşemiyor.
- Yani bu davanın tek ilerleme olasılığı sizin temyiziniz?..
Evet, çünkü aslında biliyorsunuz Türk hukuk sistemi maalesef sivil savcılara askerlerin takibini mümkün kılmıyor. Ama benim avukatım Ümit Kardaş’ın söylediğine göre emsal dava var. Bir albaya isnat edilen suç Türk Askeri Ceza Kanunu’nda olmadığı gerekçesiyle o kişinin sivil mahkemelerde yargılanması gerektiğine hükmetmişti. Bu çok önemli. Askeri Ceza Kanunu’nda “darbe girişiminde bulunmak” diye bir madde de olmadığına göre bu karar emsaldir o zaman. Ayrıca Ümit Kardaş doğrudan doğruya Ergenekon soruşturmasını yürüten savcının da dört komutanın ifadesini alması gerektiğini söyledi.
- Ama Ergenekon savcısının dört komutanın ifadesini alması demek, herhalde Türkiye’nin üzerindeki bütün bulutların çarpışması demek olur, değil mi?
Tabii, ama böyle bir şey olur mu, bu yönde hiçbir bilgim yok.
- Ergenekon’la bu günlükler arasında siz bir bağ kuruyor musunuz?
Organik bir bağ, organik bir devamlılık konusunda hiçbir şey diyemem. Bu konuda elimde bir veri, delil, hiçbir şey yok. Fakat konsept olarak 2004’teki o konseptin bugün aynen yürürlükte olduğunu düşünüyorum.
- Size bunu düşündüren nedir?
Birincisi o konseptte sivil kurumları harekete geçirmek vardı. İkincisi de tıpkı Cumhuriyet gazetesinde Doğu Silahçıoğlu’nun yazdığı gibi hükümeti yönetemez hale getirme planından söz ediliyordu. Dolayısıyla bir yandan kitlesel eylemler bir yandan da Ergenekonvari ya da Atabeylervari birtakım çeteleşmelerin yol açacağı bombalamalar, cinayetler, öldürmelerle siyasi ortamı zehirleyip, ülkenin yönetilemez hale getirilmesi gibi bir şeydi o konsept… Bu devamlılığa baktığımda böyle bir analiz yapabiliyorum, ama asla organik bağ vardır demiyorum…
- Ancka Ergenekon’un da durduğu söyleniyor?..
Ben durduğu kanaatinde değilim. Tam tersine ben çok ilginç bir iddianame bekliyorum. Bence kuvvetli bir iddianame olacak. Ondan sonra da başka adımlar atılabilir diye düşünüyorum.
ALPER GÖRMÜŞ’ÜN GÖZÜNDEN DARBE GÜNLÜKLERİ
- Bu darbe iddiasını hiç bilmeyen, daha önce hiç duymamış birisine siz nasıl özetlersiniz; geçen yıl Nokta’da yayınladığınız bu günlüklerin içeriğinde ne var?
İkiye ayırarak söyleyeyim: 1-Geniş günlükler 2-Dar günlükler. Geniş günlük sadece benim bildiğim bölüm. Yaklaşık 3 bin sayfa. Sadece ben okudum. 1957’de bir deniz lisesi öğrencisiyken Özden Örnek’in tuttuğu notlarla başlıyor ve emekli olduğu 30 Ağustos 2005 tarihine kadar geliyor. Bazı bölümleri çok daha düzenli ve disiplinli tutulmuş, ama sonuçta 1957 ile 2005 arasını kapsayan bir zaman diliminden söz ediyoruz.
- Dar kapsamlı günlükte ne var?
Şahsi bölümleri ayıkladığımda ortaya çıkan, tamamen kamuyu ilgilendiren ve bizim Nokta’da yayınladığımız günlük, bu dar kapsamlı olan. Sadece 2003–2005 arasını kapsıyor. Yaklaşık bin sayfa.
- İçeriğinde ne var?
Günlüğün bu bölümlerinde 2004’te iki darbe girişimi anlatılıyor. Birincisinin kod adı “Sarıkız”. Sarıkızı, Kara, Hava, Deniz ve Jandarma Kuvvet komutanları birlikte planlıyor. İkincisinin kod adı “Ayışığı”. Onu planlayan ise sadece Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur. Amaçları AKP’yi bertaraf etmek, bunu yaparken gerekirse dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ü de istifaya zorlamak.
- Neden, “Sarıkız” ya da “Ayışığı” isimleri takılmış, belli mi?
Yok, ben de merak etmiştim, ama hiçbir ima yok.
- Peki, “Sarıkız” nedir, nasıl planlanıyor?
Çok ilginç başlıyor: Örnek, 30 Ağustos’ta Deniz Kuvvetleri Komutanlığı koltuğuna oturuyor ve hemen 3 Eylül tarihli günlükte şöyle yazıyor: “Bugün öbür komutanlar ziyaretime geldi ve ben anladım ki bundan sonra bahriye işlerinden çok siyaset konuşacağız.” Gerçekten de bütün o dönem boyunca ne zaman bir araya gelseler sürekli olarak bu konuyu konuşuyorlar. Hep “Konuşmaya başladık, konu hemen eylem planına geldi” gibi ifadeler var günlükte.
- Günlükten anladığınız kadarıyla konuyu hep eylem planına getiren, meseleyi dürtükleyen kim?
Şener Eruygur. Yani o çok açık. Zaten Özden Örnek sürekli olarak şikâyet ediyor günlüklerinde. “Bu adam ne bu böyle, bu kadar hırslı” diyor.
- En gönülsüz hangisini buldunuz “Sarıkız”da?
Özden Örnek tabii. Hatta ben üzüldüm onun için. Çünkü mesela 27 Mayıs’ta bile çok üzülüyor ve şöyle bir not yazmış günlüğüne: “Biz böyle mi olacaktık? Bizim ülkemiz seçilmiş iktidarların darbeyle devrildiği Güney Amerika gibi mi olacaktı? Bize hiç böyle öğretilmemişti.” Bu Sarıkız’da da hep bir isteksizliği var.
- Ondan sonraki ikinci isteksiz kim; Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman mı, Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına mı?
Yalman. Çünkü bir aşamadan sonra bariz bir şekilde Özden Örnek ile birlikte ikisi “Hayır” diyor ve meselenin dışında durmaya çalışıyorlar.
DARBE GÜNLÜKLERİNDE BÜYÜKANIT VE BAŞBUĞ PAŞA NASIL TANIMLANDI?
- Sebebi de o Anadolu turu mu?..
Evet, Yalman Anadolu’daki bütün orgeneral ve korgeneral rütbesindeki subaylarla görüşüp şu tespiti yapıyor: “Evet, herkes memnuniyetsiz. Subaylar memleketin iyiye gitmediğini düşünüyor. Ama hiç kimse bu gidişin darbe ile durdurulması gerektiği kanısında değil. Bunu doğru bulmuyor” diyor. Bu çok ilginç, çünkü günlükteki 3 Aralık 2003 tarihli nota göre Yüksek Askeri Şura’nın hazırlık toplantısına bütün kuvvet komutanları, donanma komutanı, akademi komutanı, 8–10 general katılıyor ve Hilmi Özkök her birine “eylem planı” hakkındaki görüşlerini soruyor.
- Ama bu durumda Hilmi Özkök de işin içindeymiş gibi olmuyor mu?
Zaten Özden Örnek o günü “Tek tek hepimize sordu. Hemen hemen herkes bir şekilde müdahale yanlısı hükümete… Ama en sonunda Hilmi Özkök bize şöyle dedi: Hepinizi dinledim, teşekkür ederim; ama muhtıra yok, demokratik usullerle uyarı görevimizi yerine getireceğiz” diye not etmiş. Sonra da şöyle demiş Özden Örnek: “Evet böyle dedi, ama biz de hepimizin birlik olduğunu göstermiş olduk, hepimiz aynı şekilde konuştuk. Muhtıra yok diyerek yalnız kalmış oldu. Ama çok geç. Çünkü böyle bir toplantıyı yapmış olmakla kendisi de ister istemez işin içine girmiş oluyor.” Aynen böyle not düşmüş Örnek…
- Peki Hilmi Özkök’ün “Olmaz”ıyla Aytaç Yalman Paşa’nın “Olmaz”ı arasında ne kadar zaman var?
Özkök, 3 Aralık 2003’te söylüyor bunu. Yalman’ın sözleri ise 13 Mart 2004 tarihli günlükte not düşülmüş. Yani arada yaklaşık bir dört ay var.
- Yani o dört ay Hilmi Özkök’ün “Olmaz”ına rağmen planı tartmaya devam etmişler?..
Tabii o dört aylık süre içersinde işler çok ilerliyor. “Yapmazsa onu da diskalifiye ederiz” gibi bir noktaya geliyorlar. Bu dört aylık süre içersinde sürekli taze tutuluyor bu konuşmalar.
- Demek ki Hilmi Özkök gözden çıkarılıyor; hem dış, hem iç darbe olacak?
Tabii zaten, “Dinci” diyorlar Özkök için… Ama o aradaki dört aylık süre sonunda Örnek ve Yalman da darbe olamayacağına karar veriyorlar.
- Ya Eruygur ve Fırtına Paşa?..
Onlar bastırmaya devam ediyor…
- Hiç Büyükanıt ya da Başbuğ Paşa’nın adı geçiyor mu?
İkisi de geçiyor… O da şöyle çok ilginçti; biz günlükleri yayınladığımızda Büyükanıt daha yeni Genelkurmay Başkanı olmuştu ve biliyorsunuz kimi kesimlerde, “Büyükanıt gelecek ve bu şeriatçıların canına okuyacak” diye bir beklenti vardı. Oysa benim okuduğum günlükte Büyükanıt hiç öyle geçmiyordu. Başbuğ da öyle...
- Nasıl?
Şöyle, ikisinin de adını anarak bu çalışmadan, yani bu “vatanı kurtarma” çalışmasından uzak durduklarını tespit ediyorlar ve çünkü diyorlar, önleri açık… Yani “kariyerist” olmakla suçluyorlar ikisini. Ben o zaman okuduğumda çok şaşırmıştım.
- Kimin değerlendirmesi bu?
Hepsinin ortak değerlendirmesi. Birkaç yerde geçiyor bu…
KAT SAYI VE ANNAN PLANI
- Peki bu arada komutanların AKP’de en tepelerini attıran şey ne olmuş; günlükten çıkardığınız ne?
Mesela kat sayı meselesine çok sinirleniyorlar. Ama en önemli çıkış noktaları Annan Planı. Zaten bütün hikâye onun üzerine kuruluyor. “Kıbrıs’a ilişkin duyarlılığı kaçırmamak gerektiği, onu kaçırırsak işimizin zorlaşacağı” şeklinde ibareler var bolca. “Hazır böyle milli bir hassasiyet varken bu şeriatçıları başımızdan atalım.” Böyle bir şey…
- Plan ne kadar hazırmış “Sarıkız”da; şunu alacağız, bunu yapacağız gibi şeyler var mı?
Yok, işin sadece felsefesi var. Ama bir 10 Mart lafı da var mesela. Şener Eruygur “10 Mart’ta yapmalıyız” falan diyor. Kıbrıs’taki referandum öncesinde yani… Ama sonra Özden ve Yalman karşı çıkınca Sarıkız ve 10 Mart sadece bir temenni olarak kalıyor.
- Günlüğe göre sonra “Ayışığı” çıkıyor?
Evet, Sarıkız orada bitiyor. Zaten 2004 Ağustos’unda Aytaç Yalman emekliye ayrılıyor. Emekliye ayrıldığı gün ziyaretine gidiyor Özden Örnek… Hatta ona mantı yapıyor Aytaç Yalman… Orada bir daha konuşuyorlar bu işin olmadığını, olamayacağını… İşte “Ayışığı” lafı da ilk ve son kez günlükte orada geçiyor. Diyor ki Özden Örnek Aytaç Yalman’a, “Şener kendi başına bir şeyler yapıyormuş duyduğumuza göre. İsmini de ‘Ayışığı’ koymuş. Kendi başına bir şey hazırlıyormuş. Fakat Genelkurmay Başkanı bunu öğrenmiş ve gerekli uyarılarını yapmış” falan diyor.
Yani ümitsiz bir şey olarak dile getiriyor, hiç ciddiye almıyor.
- Peki sizce hangisi daha ciddi bir girişimdi?
Bence Ayışığı’yla ilgili Sarıkız’dan da ciddi bir hazırlık yapılmış. Power point sunumlar hazırlanmış. Bütün kurumlara ve siyasetçilere kod adları verilmiş. Hangi aşamada, kimlerle ne yapılacağı belirlenmiş. Çok ayrıntılı bir şey… Ne bileyim mesela dönemin Cumhurbaşkanı Sezer ola ki itiraz ederse o zaman ne yapılabilir? “Gemi aslanı” (Başbakan’a verilen isim) direnirse “tayfalar”a (Bakanlar Kurulu) ne yapmak lazım falan gibi bilgiler var. ABD’ye ”Çıyan”, AB’ye “Sırtlan” diyor. Mesela çıyan ve sırtlana karşı yapılması gerekenler falan sıralanmış.
- Peki Ayışığı nasıl noktalanıyor?
O konuda hiçbir şey bilmiyoruz. Ama anladığımız kadarıyla Genelkurmay Başkanı bunu hemen istihbar ediyor ve “Saçmalama” diyor. Zaten Eruygur da, Örnek de 2005’te emekli oluyor.
DARBE KONSEPTİ DEĞİŞTİ
- Şimdi eğer tüm bu günlük iddiası doğruysa, siz nasıl bir analiz yaparsınız; Sarıkız ve Ayışığı’nın darbeler tarihimizdeki yeri nedir?
Galiba öncekilerle kıyaslanmayacak kadar ihtiyat var. Öncekilerin gözü karalığıyla kıyasladığımızda burada çok ince eleyip sık dokuma ve “Başımız belaya girer mi?” korkusu ön planda. Yani “Biz bunu yaparsak ve başarısız olursak ne olacak” korkusu çok bariz. Bence en önemli şeylerden biri bu.
- Neye güvenemiyorlar?
Birincisi dış dünya, ikincisi piyasa. ABD’den destek almadıkları çok açık ve “Ekonomik kriz çıkarsa biz bunun altında kalırız.” Bu iki korku çok ciddi.
- Kamuoyunun arkalarında olduğunu düşünüyorlar mı?
Yok, “Biz bugün darbe yapıp gelsek ertesi gün, 12 Eylül’ün ertesi günü gibi olmayacak” diyorlar. “Bize, iyi ki geldiniz, gibi bir şey yok” diyorlar. Bu darbeden vazgeçiren bir diğer önemli etken de tabii medya. Medya desteğini yetersiz buluyorlar. Doğrusu günlükleri okuyunca ben de bir kez daha anladım ki, Türkiye’de hiçbir demokrasi dışı oyun medyanın desteğini almadan kurulamaz ve bunu da bütün oyun sahipleri biliyor.
- Bir de günlüğe göre or’lar ve kor’lar meselesi var; hani Aytaç Yalman’ın dediği?..
Evet, toplam beş tane neden saydım. Bu şeyler gerekçe gösterilerek “Darbe olamaz” diyorlar. Ama Şener Eruygur gayet gözü kara bir şekilde, hiçbir şeyi dinlemiyor. Ne olursa olsun el koyalım havasında… Günlüklere bakınca ikinci dikkatimi çeken husus ise şu oldu: Darbe konsepti değişmiş görünüyor. Klasik bir darbenin artık çok zor olduğu, onun yerine gerek devlet içindeki gerek toplumdaki birtakım sivil unsurları daha otoriter bir mecraya sokmak gerektiği anlayışı var. Bence Sarıkız ve Ayığışı’nın en önemli özelliği bu. Ama bu nedense rahatsızlık yaratıyor. Klasik bir darbe üzerine konuşmak insanlara daha kolay geliyor da, “Artık öyle değil, böyle bir yeni konsept var” dediğimde bizzat konuştuğum insanlar rahatsızlık duymaya başlıyorlar. Çünkü Cumhuriyet değerlerinin ve laikliğin savunucusu biri kendini bu konseptin gönüllüsü olmasa da, parçası olduğu gibi bir duyguya kapılmaktan rahatsızlık duyuyor. O yüzden zaten Cumhuriyet mitingleri için “Kusura bakmayın, ama siz demokrasi için yürüdüğünüzü falan söylüyorsunuz da öyle değil maalesef. Sizin iradeniz öyle olabilir, ama başka bir irade yönlendiriyor sizi” diye yazmıştım. Bugün de öyle inanıyorum. Ben bugün o Cumhuriyet mitinglerinin arkasındaki dinamiğin hâlâ bunlar olduğunu düşünüyorum. Kim ne derse desin, ne kadar kızarsa kızsın bana, benim fikrim bu.
DEĞİRMENE SU TAŞIMAK MI, ÇANA OT TIKAMAK MI?
- Yalnız aynı mantıkla bakılırsa mitingcilerle sizin aranızda da en azından şekil açısından bir benzerlik kurulabilir?..
Nasılmış, kuralım bakalım…
- Yani bir taraf meydanlara çıkıyor; çünkü iktidara sesini duyurmak istiyor. Bunun için mitingi kimin düzenlediğiyle çok da ilgilenmiyor. Ama siz onlara “Büyük fotoğrafa bak, kullanılıyorsun” diyorsunuz. Bu arada siz de günlükleri yayınlıyorsunuz; çünkü darbeye karşısınız. Ve siz de bu yüzden günlükleri kimin sızdırdığıyla çok ilgilenmiyorsunuz. O zaman aynı mantıkla biri de çıkıp size diyebilir mi, “Sen de kullanıldın, büyük fotoğrafa bir bak” diye?
Şimdi şöyle bir simetri var burada: Bir yerde darbe girişimi var, bir yerde de darbe girişimini zorlaştırma. Yani birinde darbe girişimcilerinin değirmene su taşımak var, birinde de onların çanına ot tıkamak var. Dolayısıyla ben kendimi son derece rahat hissediyorum. Hiçbir problemim yok, ama o kişilerin kendilerini rahat hissetmediğini, en azından bunu düşünmeleri gerektiğini düşünüyorum. Beni neyle itham edecekler; “Kardeş, ama sen de sonuçta bak bu darbe girişimcilerini zorda bırakmış oldun” mu diyecekler? Evet diyorum ben de, doğru haklısınız, zorda bıraktım.
- Peki sizce ne yapmalı sokağa çıkmak isteyen bir vatandaş; çünkü öyle bir şey söylediniz ki artık ne yapsa zan altında kalacak o vatandaş… Yani kimin mitingine gittiğine mi dikkat etmeli, kendi mitingini kendi mi düzenlemeli; çözüm ne olmalı sizce?
Çözüm daha eleştirel bakması… Acaba doğru mu yapıyorum ben, başka bir şey mi yapmam lazım, bu değil mi acaba yapmam gereken, diye sormalı. Çünkü Türkiye’de laik orta sınıfın demokratlaşması diye bir problem var. Bizim bunu halletmeden kurtuluşumuz yok. Şahsen ben felsefi olarak kendini inançsız gören biriyim. Benim bir dine aidiyetim yok ve kendimi tabii ki geniş laik felsefe çerçevesinde mütalaa ediyorum. Ama o kadar darlaştı ki bu koca felsefe, geldi geldi son derece dar sembollere indirgendi. Dolayısıyla sonuçta ciddi demokrasi zaafları taşıyan, toplumu muhafazakârlaştırma yönünde bariz emelleri olan bir siyasi teşkilatla, gerçekten Batıda olduğu gibi hakiki bir demokrasi isteyen laikler arasında bir şey yapıldığında ben elbette ki kendimi orada görüyorum. Ve bu kesimin AKP’ye karşı düzgün bir demokrasi mücadelesinden, ama gerçekten demokrasi içeriği olan bir mücadele yürütmesinden başka çare görmüyorum.
AKP KORKAK
- Nokta baskını ve darbe günlükleri meselelerinde AKP’nin performansını nasıl buldunuz? Çünkü bunlar CHP döneminde yaşansa “Darbecileri kolluyorlar” denir de acaba AKP hakkında ne demek gerekir?
Korkaklar… Zaten Türkiye’deki bütün demokratlara göre AKP’nin temel problemi bu. Demokratik mücadelenin gereklilikleri konusunda esasen uzlaşmayla meseleleri götürmek, bir adım ileri-iki adım geri atmak tavrındalar. Türkiye’nin esas demokratik ihtiyaçları konusunda açık, net, güvenilir bir siyaset gütmüyorlar. Nokta olayında da bunu bir kez daha gördük.
SADECE İKİ ŞEYİ GİZLEDİM
- Bu bütün günlük, baskın, kapatılma ve dava sürecinde en çok kimlerden destek gördünüz?
Kendini “demokrat” diye niteleyen çok sayıda insan bana e-mail attı o dönem. Hemen hepsi de okurdu.
- Siyasetçiler?
Siyasetçiler için bizim yazdıklarımız “cıs” konular, Nokta da “lanetli” bir dergiydi. O yüzden bizden uzak durdular. Bir tek Ertuğrul Günay arayıp net bir destek verdi, o kadar. Bir de sivil toplum kuruluşlarından arayanlar oldu. Hak-İş Başkanı Salim Uslu, İHD, Mazlum-Der, gazetecilik örgütleri… Hatta Basın Konseyi falan bile baskınla ilgili tepki göstermişti.
- Sanatçı, akademisyen?..
Sayarken ya unuttuklarım olursa diye korkarım, ama Mahir Günşıray’ı mutlaka belirtmem gerekir. Baskın günü kalkıp Nokta’ya gelmişti.
- Olumsuz tepki gösterenler çok muydu?
Birkaç gazeteci kesin bir dille reddettiler bu günlükleri… Hatta “imalat” diyenleri çıktı. Ama genel çoğunluk sessizliği tercih etti. Tepkiler içinde en büyük pay sessizliğindi.
- Avrupa ya da ABD’deki meslektaşlarınızdan ya da birtakım yabancı kuruluşlardan ilgi oldu mu?
Oldu, dış basına epeyce söyleşi verdim o zaman. Ama konuştuklarım hep Avrupa basınıydı, ABD’den hiç arayan olmadı.
- İstihbarat örgütlerinden peşinize düşenler oldu mu ya da buna dair bir şey hissettiniz mi?
Esrarengiz hiçbir şey olmadı. Tek bir tehdit yok. Telefonum dinleniyor mu diye üzerinde bile durmadım. Çünkü dinlense ne olacak, dinlenmese ne olacak… Belki gazetecilik dışında başka bir profil çizseydim o dediğiniz esrarengiz şeyler de olacaktı, ama her şeyi o kadar şeffaf götürdük ki; neyi bildiğimi de söyledim, neyi gizlediğimi de…
- Neyi gizlediniz?
Birincisi kaynağımı, ikincisi de günlüklerin kamuyu ilgilendirmeyen şahsi bölümlerini… Bunların dışında gizlediğim hiçbir şey yok.
ŞU FASIL BİR BİTSİN, BENİ BİR DAHA KİMSE GÖREMEYECEK
- Meslekte yıllardır daha geride, daha editöryel bir konumunda dururken artık epey şöhretli bir gazeteci oldunuz?..
Yok yahu, ben burada köylüyüm. Alçak gönüllülük göstermek için falan söylemiyorum, gerçekten benim hiç böyle şeylerim yoktur. Ben şöhretli olmayı hiç istemiyorum ki…
- Ama istemeseniz de oldu; daha çok programdan çağrılmıyor musunuz, telefonunuz daha çok çalmıyor mu?
Evet, maalesef böyle oldu. Zaten beni tanıyanlar şaşırıyor; buna nasıl dayanıyorsun diye… Çünkü beni kapatın bir yere, ekmeğimi suyumu verin, altı ay çıkmayayım. Büyük bir zevkle yaşarım. Öyle de yaşamak istiyorum ben. Onun için geldim buralara. Ama şimdi mecburen hikâyeyi savunmak adına ortalardayım. Ve bu benim için işkence gibi bir şey. Zaten şu fasıllar bir kapansın, beni bir daha kimse göremeyecek. Burada basit ve yavaş bir hayat yaşayacağım.
UĞUR MUMCU’YA DA GELİRDİ, BİZE DE GELDİ
- Bu sizinkisi bir gazetecilik başarısı mıdır?
Nokta’nın bütünü bir gazetecilik başarısıydı, ama benim yaptığım bir gazetecilik başarısı değildi. Çünkü bu haberleri, basının o kötü klişesiyle söylersek, biz “ele geçirmedik”; bu tür haberler gelir.
- Peki, bunun öbür adı “servis” midir?
Siz isterseniz öyle deyin, hiç gocunmam bundan, ama bu pejoratif anlamda, belden aşağı vurmak üzere kullanılan bir söz… Benim söylediğim ise şu: Bu tür haberler ele geçirilemeyecek kadar zordur; şimdiye kadar bu tür haberleri “ele geçirdik” diye sunan gazeteciler de ikiyüzlüdür; burada bir gazetecilik başarısı yoktur…
- Ama cesaret var?..
Doğru, belki X gazetesine gitse asla yayınlanmayacak olan bu haberi yayınlama cesareti var. Belki dosyayı iyi sunmaktan da söz edebiliriz.
- Editörlük de var, o kesin?..
Tamam, eyvallah, orada alçakgönüllülük göstermiyorum, o da var! Çünkü üç bin sayfayı süzmek gerçekten kolay bir iş değil. Ama onun ötesinde büyük bir gazetecilik başarısı yok, çünkü geliyor bu haberler.
- Mesela hemen aklımıza Uğur Mumcu geldi şimdi. Onunkine araştırmacı-gazetecilik deniyordu; sizinkiyle benzerlik var mı?
Evet, tabii ki. Çünkü sonuçta Uğur Mumcu da gelen dosyalar üzerinden, çok iyi gazetecilik yaparak, ayıklayarak, seçerek ve kendi ideolojisini de belli ölçüde katarak yorumluyordu. Onunki de böyle bir şeydi sonuçta. Çünkü bu tür haberler ancak devlet içinde birtakım yarılmalar falan olur, oralardan sızar. İdeolojik çatışmaların, fikirsel veya zümresel çatışmaların olduğu zamanlar gazetecilerin en iyi dönemleridir. Dolayısıyla bize de böyle geldi. Biz de bunları kontrol ettik, doğru mu diye baktık, kendimizce değerlendirdik, kamusal olarak çok önemli olduğuna karar verdik ve yayınladık.
- Peki “gelir” ya da “sızar” demekle “servis yapılır” arasındaki belden aşağılık nerede, çizgiyi nereden çiziyorsunuz?
Malum “servis” deyince hemen ajanlar gözümüzün önüne gelir. “Birileri birilerini kullanıyor” falan gibi şeyler gelir…
- İyi de zaten başka hangi nihai amaçla verilir ki?..
Tabii ben onu da söylüyorum. Kişisel menfaat, zümresel menfaat, ideolojik yaklaşımlar vs. vs. oralardan gelir.
- O yüzden iyi servis-kötü servis, ama sonuçta bunun adı servis?
Deyin canım; ama böyle deyince ne oluyor biliyor musunuz? O “servis”, “kullanılma” gibi laflar öne geçiyor ve içerik unutuluyor. Yani zaten “Kim sızdırdı”yı bizim Türk basını içerikten çok daha fazla tartıştı. Ben tabii ki kim sızdırdı, neden sızdırdı, nasıl sızdırdı sorularını meşru görüyorum. Ama bunu içeriği gizlemek amacıyla yapmak kasıtlı; çok yanlış.
- Aslında burada ne kadar haklı olduğunuzu bizim söylememize bile gerek yok; evet, birinci mesele bir darbe planının yapılıp yapılmadığı, eğer doğruysa bu kişilerin yargılanıp yargılanmayacağıdır; ama ikincisi de bu bilgileri o devlet içindeki yarılmadan kimin sızdırdığı, kimin servis yaptığıdır; yanlış mı?
Hayır, değil, ben bunları meşru buluyorum. Bunların sorgulanmasından hiç rahatsızlık duymuyorum, zaten cevabım da hazır: “Evet” diyorum, “Zaten başka türlü olmazdı” diyorum.
KİMİN SIZDIRDIĞINI HİÇ MERAK ETMEDİM
- Size bu dosyaların geldiği koridordan geriye doğru ilerleyip, acaba bu nereden, hangi anlaşmazlıktan, nereden çıktı, bu top bizim kucağımıza nereden geldi diye bir araştırma yaptınız mı?
Hayır, hayır. Çünkü orada işte o esrarengiz meseleler devreye girer. Ama bir analiz yaptım kendimce. Bence bu dosyaları ordu içinde, bu ordunun da normal demokratik bir ülkenin ordusu gibi olmasını isteyenler sızdırmıştır, en büyük ihtimal bu. Aynısını Avni Özgürel de söylemişti.
- Birinci ihtimal bu. Başka ihtimal var mı sizin üzerinde durduğunuz?
Çok genel anlamda, Türkiye’de ordunun darbe yapmasını istemeyen birileri. Şu veya bu nedenle istemiyor olabilir ordunun darbe yapmasını...
- Mesela AKP iktidarda kalsın isteyenler olabilir?..
Olabilir, ama bir gazeteci olarak bu beni hiç ilgilendirmez.
- Gerçekten ilgilendirmez mi?
Hayır.
- Merak etmez misiniz nereden çıktı bu diye?
Hiç. Çünkü ne yapacağım. Diyelim ki böyle bir sonuca varıldı, ne yapacağız, yazmayacak mıyız onu?
- Hayır, illa ki öbür uca gitmeye gerek yok, ama mesela şu Utah Üniversitesi iddiasının aslı astarı var mıdır diye bakılabilir herhalde?
Ama onların sonra hikâye olduğu ortaya çıktı. Ayrıca beni de ilgilendirmez. Bunu çok net bir şekilde söylüyorum. Ben doğru mu diye bakarım ve kamusal alana bakarım.
- Genelkurmaya ait bilgilerin, içeriği ne olursa olsun, Kuzey Irak’taki bir yapılanma ya da bir cemaat tarafından ele geçirilmiş olduğu iddiası “Acaba orada nasıl bir haber var” diye araştırmaya değmez mi yani?
Olaya böyle bakarsanız o zaman gazetecilik dışı birtakım şeylere gidersiniz. İşte o zaman o bahsettiğiniz esrarengizliklerle falan karşılaşmaya başlarsınız.
- Kötü mü yani bunu araştırmak?
Kötü tabii ki. Gazeteci niye böyle şeylerle uğraşsın? Gazetecinin eline gelen haberin doğru mu olduğuna bakması lazım, önemli mi, kamusal mı, değerli mi, birtakım özel hayatları rahatsız ediyor mu, özel nitelikli mi vs. onlara bakar. Yoksa bunu ön plana geçirmeye başladığınızda…
- Ön plana geçirin demiyoruz, ama…
Bakın, onu soruyorsanız, merak etmedim hakikaten. Sadece o konuda yazılanları çizilenleri okudum, ama hiç merak etmedim.
- Bir gazetecinin bir şeyi merak edip öbürünü merak etmemesi kişisel refleksleriyle alakalıdır herhalde?
Ben haberi merak ederim.
- Ben de birinci olarak darbeyi ama ikinci olarak da kim 1957’den beri yazılmış bir günlüğü bir Orgeneral’in bilgisayarından çalmayı başarabilmiş, onu merak ederdim.
Siz Nokta’nın yayın yönetmeni olsaydınız keşke… Muhtemelen başka şeyler de öğrenecektik; ama ben bu meraksızlıktan…
- Bu bana has bir merak olmasa gerek, bunu okur da, gazeteciler de, herkes merak ediyor. Ama siz ise sanki böyle bir merakın direkt olarak “darbenin üstü örtülsün”cüler tarafından uydurulmuş bir şey olduğunu düşünüyorsunuz?..
Hayır, hayır katiyen. Ben, “Biri doğru, diğeri yanlıştır” falan demiyorum. Ama benim gazetecilik anlayışım bu diyorum.
- Onu da başka gazeteciler mi araştırsın yani?..
Çok istiyorlarsa araştırsınlar yani, evet.
KAYNAĞIM BANA GÜVENEN BİRİ
- Bir dedikoduyu soralım: Dosyanın önce patronunuz Ayhan Durgun’a geldiği, onun size verdiği?..
Yanlış.
- Andıç ve STK haberleriniz de çok önemliydi, ama bu darbe günlükleri acayip bir şey bir gazeteci için… Böyle göktaşı gibi önünüze düştüğünde ilk ne hissettiniz?
Esas duygum “Allah be” duygusuydu, “Maden bulduk” duygusu…
- Bir yandan da ateşten top gibi değil mi?
Tabii ilk düşündüğüm, “Doğru mu?”. Çünkü değilse yanarız. Dolayısıyla okumaya o duyguyla başladım. O kuşkuyla… Gerçi kaynağım konusunda çok emindim ama…
- Siz böyle kozmik ilişkileri olan bir gazeteci misinizdir? Hani istihbarat örgütleri, vesaire…
Öyle olmadığım belli değil mi? Şimdiye kadar yapıp ettiklerime bakın.
- Tamam, değilsiniz de, peki o zaman nasıl bir kaynak bu? Bir arkadaş değil herhalde?..
Bana güvenen biri demek ki… Nereden güvendi? Muhtemelen o güne kadar ki gazeteciliğimle ilgili bir şey.
- Yani demek ki sizi dışarıdan takip eden biri?
Bana güvenen birisi sonuçta, ama şu duyguyla da getirdiğini biliyorum: “Bunu ancak siz düzgün bir şekilde yayınlarsınız. Başka yerlerde ya yayınlanmaz, ya da kadük olur.”
- Andıç, günlük, STK… Üçü de aynı yerden mi geldi?
Buna cevap vermem.
MERAKLISI DEĞİLİM, AMA ÖDÜL VERİLMEMESİ İLGİNÇ
- Siz herhangi bir ödül aldınız mı bu yayınlardan sonra?
Yok, iyi ki de almadık. Çünkü bizim meslekte bu ödül işi tatsız bir noktaya geldi. Artık herkes birbirine ödül veriyor. Oysa ciddi bir meslek örgütü olur, o verir. Dolayısıyla ödül verilmedi diye üzülmedik.
- Ama enteresan verilmemesi?..
Gerçekten hiç ödül meraklısı değilim, ama evet, bence de enteresan. Sonuçta bir yıl boyunca bu ülkede en çok tartışılan, üzerine en çok açıklama yapılan haber hangisi deyince başka bir şey akla geliyor mu?
HIRSIZLIK DEYİNCE RAHATLAYACAK MISINIZ?
- Andıç ve STK belgeleri için değil, ama diğerinin sonuçta şahsi olması sebebiyle şunu sorsak ne dersiniz: Günlüklerin kopyalanması hırsızlık mı, değil mi?
Mahkeme de bu ifadeyi kullandı; müştekinin avukatı “Yasadışı yollardan ele geçirildiği için bu CD’ler kanıt teşkil etmez” dedi. Hatta ola ki Mahkeme bir bilirkişi heyeti kurarak bu CD’lerin incelenmesine karar verirse, ona da karşı çıkacaklarını söyledi.
- Sizin şimdi bize bir şey söylemeniz davayı etkilerse geçelim bu konuyu; ama doğrusu siz aka ak, karaya kara diyebildiğiniz için, o rahatlıkla sorduk…
Hayır, ama sonuçta bu kelimeler rahatsız edici. Çünkü şu bariz değil mi; devletin içinde bir mahkeme kararıyla gidilip o günlükler oradan alınmamış, bunu biliyoruz, dolayısıyla ben gazeteci olsam bu soruyu soramam böyle… Ne dememi istiyorsunuz, yani bunu söylesem rahatlayacak mısınız?
- Ben rahatlamam, ama sizin kadar içinde olmadığım için belki de meseleye bir miktar daha dışarıdan bakabiliyor; darbeyse darbe, hırsızlıksa hırsızlık diyebiliyorumdur?..
Ama birileri birilerine sormadan bir şey alıyor diyelim ki; belli ki burada yasal bir süreç yok, bu çok açık değil mi? Neyi konuşuyoruz tam anlayamadım, hakikaten anlayamadım. Anlasam cevap da vereceğim ama…
- Yok hayır, cevap verdiniz zaten…
Peki.
- Mesela aynı şeyi şöyle de sorabilirim: 28 Şubat döneminde Fadime Şahin ile Ali Kalkancı’nın telefon kayıtları ortaya çıktı. Gerçi ona yasal bir dinleme deniyor, ama sonuçta iki insanın bütün özel hayatı ortaya saçıldı. Bir yandan tarikat yapısı deşifre edildi, fakat diğer yandan da bu insanların hayatına hiçbir hassasiyet gösterilmedi. Yani hep işin bir de diğer bir tarafı var ve siz orada nerede duruyorsunuz; söyleyecek bir cümleniz var mı diye soruyorum…
Tamam, ama böyle sorun. Çünkü ben bu günlüklerde kamusal önemi olan bölümü ayıkladın ve özel hayatı ilgilendiren bölümlere asla girmedim. Hakikaten elimden geleni yaptım kişisel olarak zarar görmemesi için, ama onun dışındaki her şey kamusal… Yani bir darbe sizin, benim hayıtımı doğrudan ilgilendirir yurttaş olarak… Dolayısıyla “Ya bu adamın günlükleri yahu, günlük yayınlanır mı” denemez.
- Ben de denir demiyorum, sadece meseleye bir de öbür tarafından bakalım diyorum. Ama bu tip bir şey sorduğumda hemen savunmaya geçiyorsunuz. Demin mesela biraz fazla tepki verdiğinizi düşünüyorum.
Olabilir, ben de çünkü sonuçta bir yıldır… Değil mi?
- Farkındayım, o yüzden ben de daha yumuşak ifadelerle sormaya çalışıyorum ama…
“İyi kız gazeteci”… (Gülüyor bu kez…)
- Evet, ama...
Pardon ya, kusura bakmayın, ama ben de bazı sorulara “Bunu geçin” gibi bir cevap vermek istemediğim için izah etmeye çalışıyorum. O arada da belki ifadelerde biraz problem oluyordur.
ÖZDEN ÖRNEK’İN HAPSE GİRME FİKRİ BİR AN RAHATSIZ ETTİ
- Birinin günlüklerini okumak bir süre sonra o insanla nefes alıp vermek gibi de bir şey olmalı. Acaba böyle bir tecrübe sonunda Özden Örnek Paşa’ya hiç sempati duydunuz mu?
Evet, üstelik o kadar da değil. Yani eyleminin içeriğini hiç tartışmam bile. Darbe girişimi asla kabul edebileceğim bir şey değil. Ben sivil siyaset alanını savunuyorum ve bu konuda hiçbir “Ama”m da yok. Ancak doğrusunu isterseniz kendisini sempatik buldum ve hatta karakter olarak kendime yakın hissettim diyebilirim.
- Aaa bu çok ilginç; neyi mesela yakın buldunuz?
Mesela çok ciddi hiyerarşi eleştirileri var. Ordu demek hiyerarşi demektir değil mi, yani orada artık ben bile bunu kabul ederim onu. Ama ordudaki o hiyerarşiye, bazı şeylerin tek düzeliğine, sürekli aynı şeylerin tekrarlanmasına, o bayramlardaki havaya ilişkin çok güzel eleştirileri var. Ordunun halkla kurduğu ilişkiye dair önemli şeyler söylüyor. 27 Mayıs’a ilişkin müthiş eleştiriler ypıyor.
- Benzer düşündüğünüz şeyler de var yani?..
Ben şunu da söyleyeyim, bu günlükleri yayınladığımızda iş ilerler ve sonuçta yargılanırlar gibi bir şey aklımın ucundan geçmemişti. Çok tuhaf, ama bir gün kızım bana hatırlattı, “Baba bu iş sonuna kadar gider de Özden Örnek yargılanır mı?” diye… Bunu duyunca bir an çok kötü hissettim kendimi. Gerçekten… Ve kızıma “Yok ya olmaz herhalde” dedim. O kadar tuhaftı ki oradaki ruh halim… Yani bir yandan “darbe girişimi yargılanmalı”, zihnim böyle konuşuyor, ama bir yandan da, muhtemelen Özden Örnek’in bende yarattığı şey nedeniyle, böyle hakikaten hapis falan gibi şeyler olunca kendimi de ikna etmek için “Yok yok olmaz öyle şey” dedim. Böyle bir ruh hali yarattı bende.
- Belli ki ister istemez arada bir bağ kurmuşsunuz ve aslında bir gün mutlaka karşılıklı oturup konuşmalısınız?
İnşallah, ben çok isterim.
GÜNLÜKLERİ ARKADAŞIN FIRININDA YAKTIK
- 29 Şubat’taki duruşmaya günlükleri üç bavulda getirdiniz; nasıl oldu o iş?
Mahkeme günlüğü ibraz etmemi isteyince avukatlarıma sordum, onlar da CD’den çıktı götürmek daha doğru, hep böyle oluyor dediler. Emin misiniz dedim, evet eminiz, dediler. Bunun üzerine ben ne uğraştım biliyor musunuz… Çünkü kimseye emanet edemiyorum.
- Doğru aslında, peki nereden aldınız o kadar çıktıyı?
Güvenilir bir yer buldum ve gittim başında durarak aldım. Ama onunla da bitmedi ki mesele. Bu sefer cilt sorunu çıktı. Bana kalsa ben torbalara koyup götürecektim, ama avukatlar dedi ki, “Ciltletmek lazım.” Nerede ciltleteceğim, ben bir yere bırakamam bunları dedim. Doğru sen de haklısın falan dediler. Ben de onun üzerine bir çare buldum: Büyük bir zımba ve kalın klasörler aldım, tek tek delip, onları klasörlere koydum. 17 klasör tuttu.
- Bu aşamalarda sizden başka kimse görmedi yani günlükleri?
Yok, bir tek ben gördüm. Baştan beri o konuda çok titizdim.
- Arkadaşlarınız falan hiç “Bir ver de okuyalım” demediler mi?
Tabii çok istediler. Gazeteci arkadaşlarım istedi. Ama kusura bakmayın dedim, bu çok özel bir şey, kimseye gösteremem.
- Yani siz bir yandan da hep Özden Örnek’i mi korudunuz?
Evet, ama buna baştan beri çok kararlıydım ve çok şükür bugüne kadar geldik.
- Şu ana kadar sizden başka kimse okumadı?
Hayır, kimse okumadı.
- Peki, sonra o klasörleri bavula mı koydunuz?
Tabii, üç bavul oldu. Götürdük; hakim dedi ki bu ne? Günlükler dedim. Dedi, el yazısı mı? Hayır dedim, bu bilgisayar çıktıları. Hakim dedi ki, “Olmaz böyle, biz sizden CD olarak istiyoruz.”
- Off, çok kötü olmuşsunuzdur herhalde?..
Aynen şimdi sizin gibi iç geçirdim ve “Olur” dedim, “Bir dahaki duruşma öncesinde dosyaya koyar getiririz.”
- Ya o 17 klasör ne oldu?
Duruşmadan sonra bir arkadaşımın ekmek fırınına gittik. Hepsini orada yaktık.
İki saat sürdü hepsini yakmam ve ben de başından sonuna kadar bekledim fırında. Sonra arkadaşlar fırında etli bir şey yapmışlardı.
- Günlüklerin ateşinde mi?
Yok, o kadar değil. Ama günlükleri yaktıktan sonra oturduk çay içtik, pide yedik falan, enteresan bir geceydi yani. Kimse görmeden ancak o şekilde kurtulabildim onlardan.
ÇOCUKLUK HAYALİ KÖYDE YAŞAMAKTI; BAŞARDI
Gazeteci Alper Görmüş, 21 Kasım 1952’de Kars’ta doğdu. Babası öğretmen. Üç kardeş. Çocukluk ve ilk gençlik yılları Alibeyköy’de geçti. Haydarpaşa Lisesi’nde parasız yatılı okudu. İ.Ü. İşletme Fakültesi mezunu. 1977-80 arasında Aydınlık dergisinde çalıştı. Dergi 12 Eylül’de kapatılınca 1986’ya kadar çiçekçilik, halıcılık, muhasebecilik, kitapçılık, elektrik malzemesi satıcılığı gibi işlerle uğraştı. Anabritanica’nın çıktığı dönemlerde redaktörlük yaptı. 1986’da Nokta’ya girdi. 3-4 yıl sonra Aktüel dergisine geçti. 1995’te dergideki bir haberde “terör örgütünün propagandasını yapma” suçundan 3 ay cezaevinde yattı. Ahmet Altan döneminde kısa süreli bir Güneş gazetesi deneyimi oldu. Daha sonra Yenişafak’ta Kürşat Bumin’le birlikte “Medyakronik” köşesini hazırladı. Temmuz 2006’da gelen teklif üzerine Nokta’nın genel yayın yönetmeni oldu. Burada yayınladığı “darbe günlükleri” haberi nedeniyle hakkında açılan hakaret davasından geçen 11 Nisan’da beraat etti. Halen Taraf gazetesinde medya eleştirileri yazan Alper Görmüş’ün 20 yaşında bir kızı var. Görmüş, ortaokul arkadaşıyla birlikte çocukluk hayallerini geçen yaz gerçekleştirdi ve artık Kalkan’ın Üzümlü köyünde yaşıyor. Gündemdeki gazeteci, koyu da bir Galatasaray taraftarı. (Milliyet)