3 numara baŞ, hapİste bedavaydI İlk tIraŞ!..
Tunus’tan Sağmalcılar Cezaevi’ne getirildim. “Saçınız kesilecek” dediler. “Ben ülkeme dönmüşüm, kolumu da kesseniz razıyım” dedim.
Gülüştük... Başımı 3 numaraya vurdular... Bedel ödüyordum...
Mahkeme salonuna girdik, savcı, hakimler yerlerini almışlar. Bizim Tunus Büyükelçiliği’nden müsteşar Karaosmanoğlu gelmiş, bana tercümanlık yapıyor. Bana sorular soruyorlar. Cevaplıyorum. “Beni ülkeme geri gönderin” diyorum.
Hakim de bana soruyor:
- Madem ülkene gitmek istiyorsun, buraya niye geldin?
Ben kıvırmaya başladım.
Ülkenize geldim, şimdi dönmek istiyorum. Turist sizin ülkenize geliyor, kalıyor, dönüyor. Ben de aynısını yapmak istedim.
Üçüncü duruşmanın sonunda “Kastelli’nin Tunus’ta işlenmiş bir suçu yoktur... Ülkesine dönebilir...” diye karar çıktı.
Yüzüme karşı okudular kararı.
Atilla Aytek beni teslim aldı
Havameydanında yanımda Tunuslu bir görevli, bekliyorum. Baktım karşıdan iki kişi geliyor. Yürüyüşlerinden, giyimlerinden, pos bıyıklarından anladım.
Türk bunlar.
Bana doğru geliyorlar.
Gelip önümde durdular. Merhaba Cevher Bey, ben polis şefi Atilla Aytek, bu da başkomiser Süleyman...
-Bana kelepçe vuracak mısın?
-Hayır Cevher bey. Bana böyle bir talimat vermediler.
Ben, polis şefi Atilla Aytek, başkomiser üçümüz “business class”tayız. Başka kimseyi almamışlar business-class’a... En değerli yolcu benim; 600 milyon doları İsviçre’ye kaçırmış ve içi boş evrak çantasıyla geri dönen Banker Kastelli!
Hostesler gülücüklerle servis yaptılar.
Pilotlar hatır sordular.
Pilotlardan biri bana para yatırmış.
“Yine yatırırım Cevher Bey” dedi.
Ben bu ülkeyi çok sevdiğimi bir daha anladım. Beni ülkeme 4.5 ay sonra getiren uçak İstanbul’da önce askeri havaalanına indi. Bir otobüs yanaştı uçağa, beni indirdiler. Bu otobüse bindik Atilla Aytek, ben ve başkomiser. Yeşilköy Havaalanı Müdürü Başkomiser Nihat Kaner beni 4.5 ay önce İsviçre’ye karımla giderken VIP salonunda ziyaret edip, uğurlamıştı.
Şimdi dönüşümde yine o karşıladı.
Sarıldık, öpüştük!
Şükrü Balcı’nın büyük kıyağı
Otobüs geldi, apronun önünde durdu. Orada İstanbul Emniyet Müdürlüğü Ağır Suçlar Masası Şefi Ahmet Ateşli’ye teslim ettiler beni. Ateşli bana; “Emniyet Müdürümüz Şükrü Balcı sana bir kıyak yaptı. Bu kıyağı hayatın boyunca unutmayacaksın. Seni askeri cezaevine yani Selimiye’ye göndermek istediler. Fakat Şükrü Balcı konuştu sıkıyönetim komutanı ile seni sivil hapishaneye gönderme izni aldı...” dedi. Yatıp çıktıktan sonraki günlerde Şükrü Balcı, bana “Askeri cezaevine gönderseydim, parçalayacaklardı seni...” demişti.
Sağmalcılar Cezaevi’ne beni Ağır Suçlar Masası Şefi Ahmet Ateşli getirdi. Müdürün odasına çıkardılar.
Bir çay getirdiler.
Müdür odasında çayımı içtim.
Koğuşa doğru yürüdük.
O yıllarda General Evren darbe yapmış, sıkıyönetim var. Jandarma hem dışarıda hem içerde güvenlik sağlıyor. Yani o yıllarda cazaevlerinde Allah’ına kadar disiplin vardı. Veli Astsubay, elinde telsizle yanımda yürüyordu. Telsizden bir şeyler söylediler ona, bana döndü.
-Cevher bey affedersiniz.
-Buyur başçavuşum.
-Saçlarınız kesilecek, siz mahkumsunuz.
-Ben ülkeme dönmüşüm, kolumu da kesseniz razıyım.
Gülüştük.
Girdik koğuşun koridoruna, bir sandalye getirdiler. Bir berber peştemaliyle sardılar bedeni.
Başımı 3 numaraya vurdular.
20 yıl önceydi.
Ve içinde ağarmış teller de bulunan saçlarım düştü önüme...
3 numara baş!
Hapishanede bedavaydı ilk tıraş!
İçim ezildi.
Gıkımı bile çıkartmadım.
Bedel ödüyordum.
Koridordan yürüyoruz. Bir demir kapının önüne geldik, durduk. Demir kapının üstünde “füze” yazıyor. Füzenin anlamını içeri girince anlıyorsun. Demir kapı açılıyor, sen füzeye sürülen bir mermi gibi içeri giriyorsun. Demir mazgallardan yürüyorsun, yürüyorsun yürüyorsun. 3-4 basamak bir merdivene geliyorsun. Merdiven yukarı çıkmıyor.
Aşağı inen bir merdiven.
Merdivenden iniyorsun, bir hücrenin önüne geliyorsun.
Açtılar kapıyı.
2 metre boyunda, 1 metre eninde bir hücre. En dipte tuvaleti var. Tuvaletin ağzı açık. Klozet kapağı, su rezervuarı yok. Hücrede su da yok. Suyu sen dışardan aldırıyorsun.
İçte benim yeni mekanım.
Kayışımı aldılar.
Saatimi de aldılar.
Hücrede karyola yoktu, yer yatağı vardı. Hücrenin kapısına iki nöbetçi diktiler, “Allah kurtarsın....” deyip çıktılar. Hücrenin kapısı dışardan kilitlendi.
Her iki saatte bir nöbet değişimi yapılıyordu.
“Kelepçe takmayın” ricası
Sağmalcılar Hapishanesi’nde o tarihte 4 bin mahkum vardı. Koğuşlar 400 kişilikti. 700 tane de bu benim konulduğum gibi hücre odalar vardı. Hapishane kurallarına uymayanları ceza olsun diye bu hücrelere koyarlardı. Beni ise daha ilk günden hücreye koydular.
Sağmalcılar Kumandanı, bana “Bizim korumamız altındasın. Ne isteğin varsa yerine getirilecektir. Zannediyorum 10 gün içinde çıkarsın...” dedi ve o gün mahkemeye çıkartılacağımı bana bildirdi.
- Yalnız bir şey var.
- Nedir kumandanım?
- Mahkemeye giderken mahkum elbisesi giyeceksin. Kural budur.
Getirdiler mahkum elbiselerini; lacivert! Benim bedenime uygun olanını verdiler. Giydim. Ne derlerse olur diyorum. Bendeki kibirsizliğe biraz hayret ediyorlar. Kumandanın gözlerine baktım. Sesimdeki bütün etkileyiciliği kullanarak; “Sizden bir ricam var” dedim.
- Ellerime sakın kelepçe vurma!
Binbaşının yüzü asıldı.
“Mümkün değil” dedi.
Mahkeme başladı.
Ana adı...
Baba adı...
Doğum yeri diye sorup kayda geçiliyor. Ayrıca benim şubelerimin olduğu Ankara, İzmir, Adana, İzmit, Samsun, Konya, Eskişehir, Antalya, Denizli, İstanbul bütün bu şehirlerde hakkımda tutuklama kararı çıkmış, vicahiye çevrildi.
Duruşma ertesi gün saat 11’e ertelendi.
İkinci gün aynı arabalar, aynı jandarmalar, aynı yüzbaşı, ben aynı elbiseler içinde geldik. Saat 11’de mahkeme başladı...
Yine gazeteci sürüsü!
Patlayan flaşlar.
Çekilen fotoğraflar.
Mahkeme heyeti de ilk gün ne yaptıysa aynısına devam etti. Ben hukuktan anlamıyorum... Avukatlarıma güveniyorum... Hakim, üçüncü güne erteledi. Beni alıp yeniden Sağmalcılar’da ”füze hücreme“ götürüp koydular.
Üçüncü gün yine mahkemeye, Sultanahmet’e getirdiler.
Baktım beni yargılayan hakim sertleşiyor, konuşmaları sanki beni cezalandıracakmış gibi... 20 dakika sürdü duruşma. Ve yeniden aşağıya nezarethaneye indirildim.
Beni götürdüler yine Sağmalcılar’a....
Ertesi gün getirdiler yine Sultanahmet’te Adliye’ye. Dördüncü gün hakimin sorularına cevap verirken birdenbire yeniden heyecan fırtınası içine giriyorum ve;
- Nerede bu insanlar?
- Nerede halktan topladığım 3.5 milyar dolar parayı götürüp kendilerine verdiğim banka sahipleri, şirket sahipleri, holding sahipleri? Onlar gelip sayın hakim size söylemiyorlar mı ”Kastelli’nin kimseye borcu yoktur... Halka borçlu olan biziz....“ demiyorlar mı?
Diyorum...
Çok duygulanıyorum...
Ve ağlamaya başlıyorum...
Hakim, avukatım Prof. Çetin Özek’e dönüyor, ”Ne kadar gururlu bir insan, ben 30 yıllık hakimim böyle duygusal bir mahkum görmedim“ diyor.
Hakim, duruşmayı 15 Kasım’a erteledi.
Sağmalcılar’da ana koridorun sonunda müdür odası vardır. Onun yanında bir tane yazıcı odası bulunur. Hapishane komutanı beni ya kendi odasında ya da yazıcı odasında görüşe çıkartırdı. Gittim yazıcı odasına, Çetin Özek gelmiş, ”Hiç merak etme biraz uzadı ama sonunda çıkacaksın...“ diye moral verdi.
Yanında Yiğit Okur da vardı.
Yiğit Okur, binbaşıdan; ”Biz yan odaya geçebilir miyiz, Cevher Bey’le...“ diye izin istedi.
Yan odaya geçtik.
Yiğit Okur bana ne dedi biliyor musun?
- Cevher Bey, ben sizin avukatlığınızdan çekiliyorum.
Bırakacağım sizin davayı...
Ağır geliyor bu dava bana. Ben bu işin altından kalkamayacağım.
Ben de ona dedim ki; ”İsviçre’ye kendin geldin. Avukatlığıma sen talip oldun, tereyağından kıl çeker gibi bir günde kurtaracağız seni dedin.“
-Evet ama şimdi yapamayacağımı anladım.
-Yiğit Bey, siz benimle 4 milyon dolara (600 milyon liraya) anlaştınız. 15 milyon lira da peşin aldınız.
-Tamam da ben onun 5 milyon lirasını Çetin Özek’e verdim. Diğer 5 milyonu da masraf ettim.
Yiğit Okur, çekiliyor, kaçıyor.
Çetin Özek, ”Ben devam edeceğim bu davaya... Benim için çok ilginç bir dava...“ diyor.
Çetin Özek, iyi avukat fakat çok ukala. Çok kompleksli.
Bu arada gazeteler yine senaryo yazmaya devam ediyor.
Kastelli için özel bölüm ayrıldı. Özel koğuşta kalıyor. Hapishanenin bir resmini koymuşlar “İşte özel bölüm burada” diye yazıyorlar.
Bir günde çıkacaktım.
1.5 ay daha hapisteyim.
Yiğit Okur davadan çekildi
Hücrede yatmaya devam ediyorum.
Basın yalan yazmayı ve halkın gözünde benim itibarımı iki paralık etmeyi sürdürüyor. Avukatım, ”Ben bu davanın yükünü kaldıramam“ diyerek beklenmedik bir çekilme yapıyor.
Ne oluyor?
Nereye gidiyorum?
2 Aralık oldu.
Yeniden geldik Sultanahmet Adliyesi’ne, duruşma başladı.
Hakim daktilo kıza yazdırıyor:
”Kastelli adıyla bilenen Abidin Cevher Özden, elleri bağlı olmayarak getirildi. Duruşmaya başlandı. Açık olarak duruşmaya devam olundu. Savcı mütealasını okudu. Cevher Özden’in emniyeti suiistimalden beraatine....”
Hakim “beraatine...” dedi.
Ben sahne sanatçılarının izleyicilerine öpücük göndermesi gibi elimi dudak- larıma götürüp, sevgilerimi hakime yolluyorum....
Hakim öpücüğü alıyor.
Okumaya devam ediyor....
Hisarbank çekinden 18 ay
“....İstanbul Bankası’na verilen çeklerden dolayı da beraatine....” diyor, ben yine öpücüklerimi gönderiyorum... Fakat Hisarbank’a verdiği çeklerden dolayı da “mahkumiyetine...” diye okumaya devam ediyor... Yani ben Hisarbank’ın sahibi Ahmet Kozanoğlu ile Ömer Çavuşoğlu’na verdiğim çeklerle onların saflığından ve bilgisizliğinden istifade etmişim.
Ahmet Çavuşoğlu saf!
Ömer Çavuşoğlu saf!
Bu saf ve bilgisiz bankacılar beni karşılıksız çek verdi diye mahkemeye bile vermemişler. Fakat açılan kamu davası, hakim kamu adına beni “Hisarbank’a karşılıksız çek vermekten” suçlu buluyor.
“Bu suçtan dolayı 18 ay mahkumiyetine, fakat Cevher Özden’in iyi halinden dolayı mahkumiyetinin 15 aya indirilmesine karar verilmiştir.”
“Mahkememiz duruşmayı bitirmiştir.”
Hakimin suratına baktım.
“Allah cezanı versin” dedim.
Bu sefer de hakim bana öpücük gönderdi. 8 ay 25 gün içerde yattım.
25 Mayıs’ta tahliye oldum.
Herkes çekildi çevremizden, yanımda çalışan bir çocuk vardı, geldi BMW otomobiliyle beni saat 6.30’da aldı hapishaneden. Cezaevinden evime geliyorum. Yollarda insanlar beni otomobilin içinde görüyor.
Banker Kastelli geçiyor.
Kastelli geçiyor.
Tahliye olmuş.
Diye el sallıyorlar.
İnanamazsın.
Bu sevgiyi yaşamak lazım....!