İran zor durumda!
İran İslam Cumhuriyeti'nin tarihinde gördüğü en geniş protestolardan yedi ay sonra İranlılar bir kez daha sokaklarda. İranlılar genel olarak ekonomideki kötü performansı, özel olaraksa ulusal para birimi riyalin geçirdiği devalüasyonu protesto ediyor. Dünyadaki en hiperenflasyonlu para birimlerinden biri haline gelen riyal, son birkaç ayda değerinin yüzde 50'sinden fazlasını kaybetti. Birkaç hafta önce İran merkez bankası dolar karşısında riyalin kurunu sabitledi; ancak karaborsada dolar ve diğer bazı para birimleri resmi rakamların iki kat üzerinde alınıp satılıyor.
Mevcut protesto dalgası, ülkenin kötü yönetimine karşı duyulan genel öfkenin bir parçası olarak görülebilecek olmasına rağmen, birçok açıdan çok mühim bir duruma işaret ediyor. Kapsam açısından kısıtlı olmasına rağmen, taşıdığı ağırlık itibarıyla müesses nizam açısından oldukça zorlu görülüyor. Bu sefer arkasındaki itici güç piyasalar, yahut halk dilinde “pazar” olarak bilinen şey.
Pazar, modern İran tarihinde önemli bir oyuncu olageldi. 1979 devrimi sırasında greve giderek, Pehlevi rejimini dizleri üstüne çökerten de pazardı. Pazar, geleneksel olarak İranlı din adamlarının da iktidar odağı oldu. Sünni geleneğin aksine, Şiilikte din adamı sınıfıyla varlıklı tabaka arasında her zaman güçlü bir bağ olageldi.
Genel olarak tüm Müslümanların, senelik gelirlerinin ve mülklerinin değerinin en az kırkta birini Müslüman topluluğunun hizmeti için zekat olarak vermeleri gerekir. Fakat Şii inanç sistemine tabi olanlar zekata ek olarak yıllık gelirlerinin ve/veya mülklerinin değerinin yüzde 20'sini “benzemeye çalıştıkları zevata” (merce-i taklîd) ödemelidirler. Bir Şii, bu yüzde 20'yi doğrudan kendisini taklit ettiği kişiye vermelidir; kendi başına fakirlere dağıtmasına veya başka bir maksatla harcamasına izin yoktur. Bu miktara “beşte bir” anlamında “humus” denir. Bu da İran'daki Şii din adamları sınıfının, dini müeyyideler gereği, genel olarak bütün İran piyasa gelirlerinin yüzde 20'sini kontrol ettiği anlamına gelmektedir.
Pazar, geçmişte birkaç ailenin kontrolündeydi. 1979 devriminden sonra bu aileler siyasete girdiler; çok sayıda imtiyaz elde ederek daha da zenginleştiler. Ayrıca humuslarını ödedikleri farklı Ayetullahlarla münasebetler geliştirdiler. Bu ödenen humusların karşılığında, Ayetullahlar onlar için birer koruyucu vazifesi görmekteler.
İran ekonomisi büyüdükçe, orta ölçekli teşekküller ve girişimcilerden oluşan yeni bir liberal piyasa gücü ortaya çıktı. Yeni liberal piyasa gücü ve geleneksel pazarlar, bir arada var olacakları için istikrarı destekliyorlardı. Bu arada, İran'ın ekonomi ufuklarında üçüncü bir ağırlık merkezi ortaya çıktı: Devrim Muhafızları. Bir elinde petro-dolarlar, diğer elinde silah tutan Devrim Muhafızları, İran iş dünyasında adım adım bir azmana dönüştü. Bu genel vaziyet ise İran'a karşı en sert uluslararası yaptırımların uygulandığı zamana denk geldi.
İran siyasetini bekleyen senaryolar
Eski cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ın görev süresi boyunca ülkenin varlığı, uluslararası yaptırımlar nedeniyle azalmaya başlamış, harcamaları ise uluslararası maceraperestliği nedeniyle artmıştı. Bu durum, Devrim Muhafızları’nın İran pazarına daha fazla nüfuz etmesine yol açtı. Neticede İran pazarı Devrim Muhafızları’nın elinde boğulurken, İran ekonomisi de uluslararası ekonomik yaptırımlar yüzünden boğuldu.
2013 yılında Hassan Ruhani cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandı. Ekonomik planı iki temele dayanıyordu: Birincisi Devrim Muhafızları’nın ekonomideki rolünü dengeleyerek piyasalara bir nefes alanı sağlamak; ikincisi de ülkenin nükleer meselesiyle ilgili olarak uluslararası toplumla bir anlaşmaya vararak, İran ekonomisine nefes aldırmak. Başlangıçtaki başarılara rağmen, Ruhani'nin ekonomik planının her iki ayağı da neticede çöktü. Kardeşinin Temmuz 2017'de tutuklanmasıyla birlikte Ruhani Devrim Muhafızları’yla anlaşmak zorunda kaldı. ABD'nin nükleer anlaşmadan Mayıs 2018'de çekilmesiyle de İran’a yönelik ekonomik yaptırımlar yeniden uygulamaya konuldu.
Ruhani'nin şu anda yüz yüze olduğu durum için hiçbir hazırlığı yoktu. Bu yüzden üzerinde gittikçe artan bir baskı var. Bu baskı bazı analistlere, Ruhani'nin görevini tamamlayamayacağı tahminlerini yaptırıyor. Bu tezle devam edecek olursak, Cumhurbaşkanı Ruhani için dört senaryoyu masayı yatırmak gerekir: Birincisi istifa ki 27 Haziran'da yaptığı açıklamada buna hazır olmadığını açıkça belirtti. Ayrıca İran siyasi kültüründe böyle bir gelenek de yok. Sonuçta istifa zımni bir şekilde sorumluluğu kabul etmek demektir. İran örneğinde ise uzun zamandır ülkedeki herhangi bir sorunun ilan edilmiş hazır suçluları olarak, ABD ve İsrail vardır. İkincisi, dini liderin onu görevden alması. Hukuken mümkün olsa da Hamaney böylesine riskli bir karara imza atamaz. Üçüncüsü, Devrim Muhafızları eliyle gerçekleşen geleneksel bir darbe yoluyla görevden uzaklaştırılması. Bu da meşruiyet sorununu ön plana çıkarıyor; zira dünya kamuoyu böyle bir senaryoya hazır değil. İran halihazırda zaten meşruiyet eksikliğinden mustarip; bunun üstüne bir de birçokları tarafından terörist bir örgüt olarak görülen, adı çıkmış bir askeri güç tarafından gerçekleştirilen bir darbe eklenirse, bu her şeyi iyice karman çorman hale getirecektir. Dördüncüsü ise görevi kötüye kullanmak suçlamasıyla meclis tarafından görevden alınması. Bu senaryo, milletvekillerinin üçte iki desteğini gerektiriyor ve içinde bulunulan konjonktür itibarıyla bu sayıya ulaşmak kolay değil.
Yukarıdaki senaryolardan hangi birinin gerçekleştiğini düşünürsek düşünelim, bu ne yazık ki ülkenin ekonomik sorunlarını çözmeyecektir. Ruhani ne mevcut ekonomik krizin tek müsebbibi ne de onun çözülmesi yolunda bir engel. Çözüm yolundaki en büyük engel, İran iktidar seçkinlerinin bu gerçeklere yönelik genel ve kasti cehaleti. Herhangi bir ekonomik krizde meçhul komisyoncuları suçlamaya alışkınlar; böylece ülkenin hükümet tarafından değil de üç-beş “broker” tarafından yönetildiği izlenimi veriyorlar. Daha da kötüsü, ekonominin zor kullanarak onarılamayacağını anlamak istemiyorlar. İşte bu yüzden de piyasanın yakınıp durduğu konuları ele almak yerine, piyasayı tehdit ediyorlar. Örneğin Ruhani, mevcut gösterilerin başlamasından çok kısa bir süre sonra yaptığı bir açıklamada, yargının protestocuları ezmesini talep etti ve birkaç saat sonra da İran yargısının başı olan zat ortaya çıkarak grevcileri uzun hapis cezaları ve idamla tehdit etti.
Trump'la müzakere seçeneği
Aslına bakılacak olursa, İran'ın ekonomik krizinin tek bir çözümü var: ABD ile doğrudan müzakerelere yeniden girmek. Ortak algının aksine Başkan Trump müzakereye, kendinden önceki diğer ABD başkanlarından daha açık. Ama tarzı tamamen farklı; General MacArthur'unkine çok benziyor. MacArthur (Japonlar tarafından tanrı olarak görülen) Japon İmparatoru Hirohito'yu 27 Eylül 1945'te Tokyo'daki ABD Büyükelçiliği’ne çağırdı; yanlarında sadece bir tercüman olmak üzere onu boş bir odaya aldı ve bir saatten daha az bir zaman zarfında anlaşmaya vardılar. Bir işadamı olarak Trump için zaman çok kıymetli ve bu yüzden onun boşa geçirilmemesi gerekiyor. Sadece iktidarı gerçekten elinde tutanla (bu durumda dini lider) müzakerelerde bulunabilir. Bu durumu mesela (Kuzey Kore'de yarı-tanrı gibi görülen) Kim Jong-un'la yaptığı görüşmede görebiliriz. Trump Kuzey Kore liderini Singapur'a getirtti ve onunla yüz yüze oturup konuştu. Hamaney'in dini statüsü, Trump'ın umurunda bile değil. Ona göre Hamaney sadece İran'ın lideri. Dolayısıyla herhangi bir anlaşmaya varılabilmesi için Hamaney'le doğrudan, yüz yüze konuşmak istiyor.
Fakat şu an itibarıyla Hamaney böyle bir seçeneğe hazır görünmüyor. Sonuç olarak, İran için en muhtemel senaryo, Ortadoğu'nun Venezuela'sına dönüşmek. Rejimin şimdiye kadarki stratejisi İranlıları ülkenin Suriye'ye dönüşeceği konusunda korkutmaktı. Fakat lüks yaşam tarzları göz önüne alındığında, İranlılar için Venezuela örneği de daha az korkutucu değil. Böyle bir durumda karışıklıklar devam edecektir. Rejim bu karışıklığı bastırmakta başarılı olsa dahi kargaşa çok daha güçlü bir şekilde yeniden ortaya çıkacak ve er ya da geç kontrolden çıkacaktır.
İran'ın genel durumu Türkiye için de endişe verici. İran'da yaşanabilecek herhangi bir ciddi istikrarsızlığın büyük ihtimalle Türkiye üzerinde doğrudan etkileri olacaktır. Açıkçası İran'dan kaçan herhangi bir kimse ne Irak'a ne de Afganistan veya Pakistan'a iltica eder. Akılda tutulması gereken diğer bir şey İran'ın Suriye olmadığı, nüfusunun Türkiye'ninki kadar büyük olduğudur. Halihazırda üç milyondan fazla Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye, İran'dan da gelecek bir insan dalgasını kaldıramaz. Suriyeli mülteciler örneğinde, Türk hükümeti ve toplumu olumlu karşılık verdi. Bu olumlu karşılıkta Suriye ve Türkiye arasındaki ortak geçmiş ve dini yakınlık genel duruma olumlu katkıda bulundu. Fakat İran söz konusu olduğunda görünen şey, çatışmalarla dolu bir geçmiş ve mezhep farklılığı. Bu nedenle İran'dan gelecek bir insan dalgası, Türkiye için gerçek bir güvenlik sorunu olacaktır.
İran'da istikrarsızlığı desteklemek Türkiye'nin çıkarına değil. Ancak Irak, Suriye ve Bosna örneklerinde gözlemlendiği gibi, Türk değerleri bu ülkenin baskıcı rejimlerle saf tutmasına izin vermiyor. İran rejimi, kendi halkının tepesine binmeye devam ederse, bu Türkiye için özellikle büyük bir zorluk anlamına gelecektir. Dolayısıyla Türkiye er ya da geç, istikrar ve ilkeler arasında seçim yapmak zorunda kalacağı gerçek bir ikilemde kalacaktır.
Türkiye için en güvenli alternatif, uluslararası toplumla İran arasında arabulucu rolü oynamak suretiyle üçüncü bir tercihte bulunarak ön alıcı bir hamle yapmak. ABD'nin nükleer anlaşmadan çekilmesi tam da Türkiye'nin cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinden geçtiği bir eşiğe denk geldi. Dolayısıyla, beklenenin aksine, Türkiye'nin alacağı konum henüz belli olamadı. Artık seçimler sona erdiğine göre, Türkiye kendine yakışan rolü oynamaya devam etmelidir. Bölgede en büyük nüfuz sahibi ülkelerden biri olan ve İslam dünyasında devasa bir yumuşak güce sahip olan Türkiye, ayrıca bir NATO üyesi olarak, ABD ve İran arasında yeni bir anlaşmanın mimarı olabilir. Bu diplomatik çabaların özünde ise dini liderle Trump arasında gerçekleşecek doğrudan bir müzakere olmalıdır.