Trump AVM’de dedektiflik oyunu
Ahmet Ümit’in ‘Agatha’nın Anahtarı’ adlı öyküsü AVM’deki Escapist’te kaçış oyunu olarak uyarlandı. Agatha Christie’nin Pera Palas’ta kaldığı odanın benzeri alışveriş merkezinde inşaa edildi; amaç ipuçlarını takip ederek odadan çıkabilmeyi başarmak.
Polisiye, gizem, cinayet, okuyucuyu peşinden koşturan sır perdeleri... Türk edebiyatına ‘polisiye roman’ dalında yeni bir soluk getiren, milyonlarca okuyucusu bulunan bir edebiyatçı-yazar Ahmet Ümit. Ümit’in 1999’da kaleme aldığı ‘Agatha’nın Anahtarı‘ öyküsü, Mecidiyeköy’deki Trump AVM’nin içerisinde yer alan Escapist adlı oyun merkezinde ‘kaçış oyunu’ şeklinde uyarlandı. Agatha Christie’nin 1920’lerin ikinci yarısında İstanbul’da bulunduğu dönem kaldığı Pera Palas’taki 411 numaralı odası, döneme ait objeler, arka fondaki kuş ve deniz sesleri gerçeği birebir yansıtır nitelikte. Yapmanız gereken şey ise öykünün de ana odağını oluşturan gizemli anahtarı bulup odadan çıkmak. Daha önce defalarca bu oyunu oynadığını belirten Ahmet Ümit, “Yazarların eserlerinin bu şekilde interaktif olarak uyarlanması çok hoş. Genç arkadaşlarımız Escapist’te müthiş bir iş ortaya koymuşlar. Bu sayede yeni şeyler öğreniyorum, okuyucularla farklı bir bağlamda etkileşim kurmuş oluyorum” diyor. Ahmet Ümit’le cinayet, polisiye, aşk, edebiyat ve güncel hayat üzerine sohbet gerçekleştirdik.
Fotoğraf: Barış ACARLI
Escapist’te ‘Agatha’nın Anahtarı‘ adlı öykünüz oyun şeklinde tekrar kurgulandı. Bu projeyi nasıl buldunuz?
Escapist’i çok başarılı buldum, oyunu da birkaç kez oynadım zaten. Nasıl ki insanlar sıkıldığından roman okuyor, şehir hayatı onlar bunalttığından dolayı da böyle oyunlar oynuyor. Öykümün konseptini de tam anlamıyla desteklediği için projeyi gönül rahatlığıyla onayladım. Ancak bir sır vermiş olayım, öyküyü okumak pek avantaj sağlamıyor, Pera Palas’ın atmosferini daha gerçekçi hale getiriyor yalnızca. Oyunda kapalı bir odaya girip ipuçlarını takip ediyorsunuz, bir saatlik süre zarfında zekanızı epey çalıştırmanız gerekiyor. Asansöründen daktilosuna, gravürlerden eski dolaplara kadar her şeyi görmeniz mümkün.
Her insan potansiyel bir katil olabilir mi?
Tabii ki her insan potansiyel bir katildir. Bunu besleyen temel güdü ise hayatta kalma durumudur. Yasaların olduğu şehirler, devletler daha önceleri yoktu. Doğada, mağaralarda, savunmasız köylerde yaşıyorduk. Dolayısıyla kendimizi savunmak için öldürüyorduk. Ancak ne kadar medeni olduğumuzu iddia etsek de bu güdü hala varlığını korumakta. Kendimizi yeryüzünün en iyi, en erdemli, en ayrıcalıklı varlığı olarak görüyoruz ve her işi yapabileceğimizi zannediyoruz. Bir tarafımız erdemliyse diğer tarafımız yıkıcıdır. Bütün bunları saptamak, hakikat olarak teşhis etmek gerekir. Ürkmemek ve reddetmemek lazım bu hastalığı.
Bir önceki sorudan yola çıkarsak size göre Türkiye’de seri katil çıkmamasının sebebi nedir?
Bu konunun biraz abartıldığını düşünüyorum. Sonuçta Amerika’ya gittiğiniz zaman her köşe başında bir katil sizi beklemiyor. Seri katilleri popüler yapan şey, onların işlediği cinayetlerden çok, bu cinayetleri konu alan romanlar ve filmler. Hannibal Lecter gibi. Bunların profillerine baktığımızda yalnızlık göze çarpar. Bu kişi küçükken travmaya uğramıştır ve gelecekte bir şekilde onu bilinçaltından çıkaracak bir olaya maruz kalmıştır. Bizde de seri katiller var ancak yaygın olmamasının sebebi, yalnızlığın pek fazla olmaması. Sevgiliniz sizi terk etse arkadaşınız vardır, aç kaldığınızda halinize acıyan komşunuz veya başkası size bir şey gönderir. Ne olursa olsun hayat devam ediyor, çok sert bir şey olmuyor yani. Seri katili yaratan iklim, yalnızlık ve yabancılaşmadır. Sonuç olarak yabancılaşma az olduğu için bizde de seri katil pek çıkmıyor, umarım da çıkmaz zaten. İnsan öldürmek marifet değildir.
Polisiye yazarını komplo teorisyeni olarak düşündüğümüzde asıl katil kim oluyor?
Kimin yaptığı artık pek önemli değil. Günümüzde üzerinde durulması gereken şey, ‘neden yaptı?’ sorusu. Benim bir sözüm var: “Her katilin bir hikayesi vardır, o hikaye ki size insanı anlatır” diye. Ülkedeki adaletsizlik, aile içi şiddet bütün bunları dikkatlice irdelemek lazım. Neden sorusunu ise ben ve eserlerim cevaplayamaz. Okur romanlarımı bitirdiğinde düşünmeye başlar, vicdanıyla ve ruhuyla hesaplaşmaya girişirse işte o roman başarılı olmuş demektir.
Bugünlerde yaşananları anlamak için nelerin izini sürmek gerekir?
Şu yaşadığımız kara günleri geride bırakmak için daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük olması gerekiyor. Öncelikle nefret dilini ortadan kaldıracağız, içimizdeki katili öldüreceğiz. Birbirimizi düşman olarak görmekten vazgeçmemiz lazım. Şu anda savaş, nefret ve öfke kültürü var. Bunlar ise, ölümü, kanı ve çatışmayı besliyor. Kimliksel ayrışmaların oluşturduğu fay hatları ortadan kalkarsa, bütün problemler barışçıl bir şekilde çözülürse içimizi ağlatan patlamalar da sona erer.
Yazar, karakterleri arasında herhangi bir ayrımcılık yapmaz
İster polisiye roman ister başka türde olsun, yazar hiçbir karakterle kendini özdeşleştirmemeli. Oradaki her şeydir yazar. Eseri yaratırken yazarı da bir tanrı gibi düşünmek gerekir.Tanrı nasıl hayatı dizayn ettiyse, yazar da bu şekilde ele alır eserini. Dolayısıyla ne iyilerden ne de kötülerden yanayım.
Kusursuz cinayet yoktur
Bireysel vakalarda kusursuz cinayet diye bir şey yoktur. Devlet ya da istihbarat örgütleri profesyonel olarak gerçekleştirebilir fakat bireyi ele alırsak, planı bir şekilde yolunda gitmez, olay mahallinde şüphe çeken kanıt bırakır. Her şeyi kenara bırakalım, en nihayetinde insan olduğundan dolayı yüreğindeki vicdan devreye girer.
Türkiye’de polisiye edebiyatın itibarı benimle beraber geldi
Kalite ve üretkenlik açısından 1996’ya kadar iyi durumda değildik. İlk polisiye metin 1841’de Edgard Allen Poe’ya ait olan Morg Sokağı Cinayeti’dir. Bundan yaklaşık 40 yıl sonra Ahmet Mithat ‘Esrar-ı Cinayet’i kaleme aldı. Sonra bunun arkası gelmedi çünkü bizimkiler polisiye edebiyatı küçümsediler. Gerçi Batı‘da da bu edebiyat türünün itibarı İkinci Dünya Savaşı‘ndan sonra iade edildi. Aynı şekilde herkesin hemfikir olduğu gibi Türkiye’de de bu itibar benimle beraber geldi diyebilirim.