Tarih Mete Hoca’yla sevilir
Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Mete Tunçay, sadece uzman bir tarihçi değil, aynı zamanda uzman bir eğitmen.
Bilgisi ve enerjisiyle insanda öğrenme arzusu uyandıran hocadan biraz olsun nasiplenelim dedik. Mete Hoca en tazelenmiş ve güncellenmiş haliyle tarihten, Türkiye’den, eğitimden, insanlardan ve demokrasiden bahsetti.
Bilgi Üniversitesi’ndeki küçük odasına girdiğimizde, en heybetli ve sakallı haliyle bizi karşıladı. Hem tarihçi hem sosyal bilimci hem de hoca. Üstelik 71 yaşında. İnsan bu ağır durum karşısında biraz duralıyor normal olarak. Hoca biraz kilolu da üstelik, sesi de davudi.
Bu genel tablonun sahte olduğu, Mete Hoca’nın 1 dakika içinde daracık yerde müthiş bir sporcu kıvraklığı ve esnekliğiyle bizlere oturacak yer ayarlayıp, önümüze kahveleri koymasıyla anlaşıldı. Sonra hafif alaycı bir tebessümle bakmaya başladı.
Tamam dedim, kesin çaktık. Gerçi soruları biz soracağız ama; cehaletimizi anlamaması imkansız. Ama ilk soruyu hoca sordu:
nOkudun mu kitaplarımı hiç?
Ne demek hocam. Tabii. Sizin eserlerinizle aydınlattığınız...
Tamam tamam, anlaşıldı. Peki bu son İletişim’den çıkan “Mete Tunçay’a Armağan” kitabına baktın mı?
Kem küm. Gördüm de, inceleme fırsatım olmadı efendim. Ama gayet hacimli bir...
Çalışmadın dersine yani, bilmiyorsun?
Bu tür erken gelen hezimetlerden sıyrılmanın yegane yolu, bazı mesleki hileleri devreye sokmaktır. Bunların başında da işi pişkinliğe vurmak, sorumluluğu halka yaymak ve kamuoyu adına konuşmak gelir.
Hocam valla ne güzel söylediniz. Zaten toplum olarak cahiliz. Şu son çıkan kitaptan başlayalım. Siz anlatsanız; biz de öğrensek, okurlar da.
Haberim yoktu benim kitaptan. Benim eski öğrencilerim hazırlamış: Tanıl Bora, Mehmet Alkan ve Murat Koraltürk. İçinde 30 uzman yazarın, tarihçi, araştırmacı ve sosyal bilimcinin kaleme aldığı makaleler var.
Neden “armağan” deniyor ?
İlgili yazar yaşıyorsa böyle denir. Ölmüş ise, ardından, anısına, saygı falan deniyor. Bana öyle geliyor ki, sanki “güle güle” denemediği için “hoşgeldin” deniyor. Bizim Hukuk Fakültesi’nde Sabri Şakir adında bir hocamız vardı. Bir gün sınavda “Dante’ye göre cehennemin kapısında ne yazar” diye sordu. Doğru cevap “Giren, bütün ümitlerini burada bırakır” olacak. Bir arkadaş, “Sabri Şakir hoşgeldin” diye yazmıştı cevap olarak. Bizim durum da buna benziyor biraz.
Sizin bir tarihçi olarak tanımınız nedir? “Ben alaylı tarihçiyim” dersiniz.
Doğru, ben mektepli tarihçi değilim. Siyasi Düşünce Tarihi okudum; oradan olaylar tarihine ve genel tarihe kaydım. Ama bütün temel disiplinlerde eğitim aldım. Bunlar sosyal bilimler dendiğinde, iktisat, sosyoloji, tarih, hukuk, felsefe ve metodolojidir. Dolayısıyla hem temel hem hybride (melez) disiplinlerle tanışırsınız. O yüzden Mülkiye’yi bitirenler benim gibi “Jack of all trades, master of none” (Her şeyden biraz anlar, ama uzman değildir) olurlar.
Bu sanki pek hoş bir durum değil gibi. Yani her şeyden biraz anlayan insan tipi.
Yo, bu gayet yararlıdır. Önce böyle bir temel edineceksin; bunun üzerine uzmanlaşacaksın. Bugün ABD’de alanında çok iyi uzman akademisyenler var; ama oturup iki çift laf edemezsin; çünkü adam alanında çok ileri ama, başka bir şey bilmez. Halbuki Avrupa’da böyle değildir.
Sonradan şimdilerde internette “kutsal bilgi kaynağı” olarak görülen Wikipedia’ya baktım bu İngilizce deyimin kullanım alanı için. Bir de ne göreyim? Lafın bir devamı varmış: “Jack of all trades, master of none; though ofttimes better than master of one.” Yani “Her şeyden biraz anlar ama uzman değildir; lakin genellikle uzman olandan daha iyidir.” Bu insan tipi için verilen örnek de Leonardo Da Vinci idi. Tesadüfe bakınız ki, Mete Hoca’nın üzerinde de bir Leonardo Da Vinci t-shirt’ü vardı.
Hocam bir de metodolojiyi saydınız temel disiplin olarak.
“Hangi sorunları, nasıl ortaya koyalım, öğrenelim”dir bu iş.
Yani?
Dış dünyanın herhangi bir kanuniyeti yok. Biz bir model kurup, onlara mana atfediyoruz. Onun üzerine bir işlem yapıyoruz. Sonra o model terk ediliyor, her şey değişiyor.
Siyasi ve dönemsel etkilerden dolayı mı?
Esas olarak öyle. Bize bu anlamda bir endoktrinasyon yapıldı yıllarca. Sonra fark ettik ki biz birinci sınıf bir ülkenin insanları değiliz.
Neyiz biz? Ya da ne değiliz?
Biz bir anlamda yaratıcı değiliz. Üç büyük uygarlık arasında var olmuşuz. Önce Çin, sonra Arap-İran, şimdi de Batı. Tabii yüzlerce medeniyet özümlenip gitmiş; biz etki altındayken bile kaybolmamışız, varlığımızı sürdürmüşüz, Uyum sağlama becerimiz çok yüksek. Ve bu varoluşumuz da ikinci, üçüncü sınıf değil, birinci sınıf. Yani hem kendimizi koruyabiliyoruz. Ama bunun üstüne de bir şeyler koymak lazım.
Tarihçi dediğiniz nasıl olmalı?
Olanı eksiksiz olarak görmeye çalışacak ve olmayanı uydurmayacak. Tarihçi olmanın temeli budur. Buna iki prensip de eklemek lazım. Birincisi eleştirel bakış açısıdır. Eğer olaylara böyle bakmazsa, onları okuyamaz. Tarihçinin aynı bu fotoğrafçı kardeşimiz gibi, hem geniş açısı hem de zoom’u olacak. İkinci prensip ise çalışkan olmaktır. Eğer değilsen istediğin kadar doğru bak göremezsin.
Hocam çalışkanlık tamam da, çalışma biçimi de önemli herhalde;
Bizde 1. el çalışanlar vardır ve sayıları azdır; bir de 2. el çalışanlar var. Birinciler alanda, arşivde bizzat çalışır, araştırma yapar; bunların sonuçlarını değerlendirir. İkinciler ise bunların yaptıkları çalışmalara bakarak ahkam keser. Ama madalyonun öbür yüzü var.
Ne var o yüzde?
Karl Popper (bilim felsefesinin en önemli isimlerinden) bize “gözlemleyin” derdi. “Neyi” diye sorduğumuzda da, “Ha, demek ki önce bir teori gerekiyor” diye cevaplardı. Yani önce bir “yönlendirici fikir” gerekiyor. Eğer bu yoksa, 1. el çalışan da olsanız, çabalarınız sonuçsuz kalır. Veya sizin çalışmalarınız, ancak bir 2. el tarihçinin yaklaşımıyla değer kazanır. O yüzden el elden üstün olabilir.
Tam bir şeye inanacak gibi oluyoruz, hemen akabinde karşıt bir vaziyeti tarif ediyorsunuz.
E, öyle olacak tabii. Hemen inanma. Hem nalına hem mıhına bir süreç bu.
Nasıl başlamış bu tarih denilen süreç?
Başlangıçta tarih yoktu (gülüşmeler…). Tarih yazımı dediğimiz şey güncel olayların aktarımından ibaretti. Sonra dinlerin kuvvet kazanmasıyla din tarihleri yazılmaya başlandı; daha sonra da hanedan tarihleri, vakanüvisler geldi. Burada ister istemez bir meşrulaştırma işlevi görmüştür tarih. Yani sırtında böyle bir küfesi vardır.
Can sıkıcı bir durum.
Ama başka bir şey yazmak da biraz “sıkar.” Şimdi bile zordur. Tabii böyle bir tarih öğrencileri de sıkıyor. Ortaokul ve lisede tarih sevilmiyor. Hâlâ olayların hangi tarihte geçtiği ve isimler üzerinde ısrar ediliyor. Çocuklara “belletmek” üzerine kurulu bir sistem. Hiç bir empati yok; tersine telkin var. Gerçi bunlar yavaş yavaş değişiyor ama, işte biraz yavaş değişiyor.
Bir de klasik, bu hep iyi taraflarımızı gösterme arzusu vardır.
Eksik olmaz bu. Tarih bizim övüngenlik alanımız olmuş.
Biraz da bu yüzden, sanki tarih “sağcılar”ın alanıymış gibi oluyor.
Maalesef. Yıllardır bunu kırmaya çalıştık. 1984’te yayınlanmaya başlayan “Tarih ve Toplum” dergisi bunu kısmen başardı. Ama tabii yayın ve satış olarak bir zamanların “Hayat Tarih” dergisinin başarısına kimse erişemedi bir daha.
Resmi tarih- alternatif tarih kavramlarına da bir açıklık getirir misiniz bu noktada?
Resmi tarih, malum. İçinde abartılar, hatta yalanlar var. Ama tümden de yabana atamazsın; içinde sayısız dokümanı var, bilgisi var. Fakat bunu eleştirenlerin çoğunun kafasında da aslında başka bir resmi tarih var. Buna alternatif tarih diyorlar ama, aynı şeyleri başka bir dogmatiklikle öneriyorlar. Onların da başka ideolojik yönelişleri var.
Hocam biraz da aktüel siyasi gelişmeleri sorsam. Siyasi düşünce tarihi sizin alanınız.
Hep bilinen şeyler. Bizde siyasi demokrasi kültürü yok. Demokrasi bir yaşam biçimi. Buna ulaşmak için, gayri demokratik yöntemler kullanıyorsan; zaten kaybedersin toplum olarak. Bu bizim açmazımız. Mesela son yıllarda Türkiye’de en çok vurgulanan kavram “istikrar ihtiyacı.” Aman istikrarı kaybetmeyelim de ne olursa olsun. Ne olsun mesela? Seçimlerde yüzde 10 barajı koyalım, koalisyon olmasın. Yani ne? Yani oyların yarısı boşa gitsin. Yahu böyle bir şey olabilir mi?
Ne yapacağız peki?
Demokrasiden başka çaremiz yok. Onu içimize sindireceğiz bir defa. Yargı sistemimiz iyi sınavlar vermiyor, adalet yavaş işliyor. Eğer hukuku bağımsız ve üstün kılmazsan, demokrasi dersinden baştan çakarsın. Yani demokrasi çözüm sonrası erişilecek bir ödül, bir hal değildir. Demokrasi meselelerimizi çözerken bize lazım.
Mete Tunçay’la bir süre daha konuşuyoruz daldan dala. Hocanın adeta genç bir öğrenci heyecanıyla anlattıkları, anlattıklarına eşlik eden jestleri, bitimsiz gibi görünen merakı, enerjisi ve temposuna ayak uydurmak zor. Aşırı sıcak havada, sanki adrenalin soluyor. Ayrıldığımızda hafif moralimiz bozuk. Zira Allah kahretsin, bilmediğimiz ne çok şey var. Ama sevinçliyiz. Çünkü Mete Hoca gibi bunları öğrenebileceğimiz bir insan var.*
“Mete Tunçay’a Armağan” kitabının önsözünden hareketle bir sonsöz.
Mete Tunçay kimdir?
Tarihle toplum arasındaki hoca
1936’da İstanbul’da doğdu. 1958’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. 1961’de siyasal bilimlerden doktorasını veren Tunçay, 1961-63 yıllarında Rockefeller bursuyla London School of Economics and Political Science’ta incelemeler yaptı. 1966’da Türkiye'de Sol Akımlar 1908-1925 adlı çalışmasıyla doçent oldu. 1972'de Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden istifa etti. 1974-1975 yılları arasında Kültür Bakanlığı Yayınlar Daire Başkanı oldu. 1975-1977 yılları arasında Milli Kütüphane’de müşavirlik yaptı. 1978'de Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki görevine döndü. Aynı yıl Sovyet Bilimler Akademisi’nin konuğu olarak Moskova, Leningrad ve Bakü’de; 1979-80’de de Fulbright bursuyla ABD Stanford Üniversitesi’nde araştırmalarda bulundu. 1983’te 1402 sayılı yasayla üniversiteden uzaklaştırılan Mete Tunçay, bu tarihten sonra 10 yıl süreyle aylık Tarih ve Toplum dergisini yönetti. Halen Bilgi Üniversitesi’inde öğretim üyeliği yapmaktadır. Tunçay’ın Türkiye’de Sol Akımlar I (1908-1925) - (1. baskı Bilgi Yayınevi, 1967; 3. baskı BDS Yayınları, 1991), Türkiye’de Sol Akımlar II (1925-1936) (BDS Yayınları, 1992) ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1. baskı Yurt Yayınları, 2. baskı Cem Yayınları) adlı kitapları ve sayısız makale, derleme ve çevirileri vardır.
Üç uygarlık arasında varolmuşuz. Önce Çin, sonra Arap-İran, şimdi de Batı. Uyum sağlama becerimiz yüksek. Bu varoluşumuz da ikinci, üçüncü değil, birinci sınıf.
Mete Tunçay’a armağan olsun
Mehmet Ö. Alkan, Tanıl Bora ve Murat Koraltürk’ün hazırladığı “Mete Tunçay’a Armağan” adlı kitap, hocanın araştırma, derleme ve çevirileriyle katkıda bulunduğu üç alana ilişkin özgün makalelerden oluşuyor. Siyasal düşünceler tarihi ve siyasetbilimi; Türkiye’de solun ve sol düşüncenin tarihi; Türkiye’de erken Cumhuriyet dönemi ve tek parti rejimi üzerine, konularının uzmanları tarafından yazılan yazılar, kitabı önemli bir başvuru kaynağı da yapıyor. Kitabın önsözü Mete Hoca’nın nadir özelliklerini özetliyor. Sonrasındaki röportaj da mutlaka okunmalı. Hem tarihten hem hocadan ders almak isteyenler için.
İlber Ortaylı ve tarihçinin tarifi üzerine...
“İlber eskiden bana takılır dururdu hep “Seninki tarihçilik değil, gazetecilik” diye. “Nedenmiş o” diye sorunca da, “Senin konuştuğun adamlar henüz yaşıyor” derdi ve devam ederdi “biz burada eski dokümanları okuyoruz hocam.” Sonra bir gün, 70’li yıllarda, Sovyet Rusya zamanında, Moskova’daki Şarkiyat Enstitüsü’nde çalışırken bir adamla karşılaştım. Adam Rus ve kaba bir ortaasya Türkçesi konuşuyor. Anlaşıldı ki kendisi bir Göktürk epigrafisti. Yani eski yazıtlar uzmanı. Dedi ki “Darih gağıt üstünde olabilemez, daş üstünde olur; daş da gırık olacak.” Döndüğümde hemen İlber’e koştum ve dedim, “Senin yaptığın gibi kağıt üstünde olmaz bu işler; taş olacak işin içinde, taş.”