Osmanlı’da Ramazan ritüelleri
Osmanlı´da Ramazan hilalin görülmesiyle başlardı...
Osmanlı’da Ramazan hilalin görülmesiyle başlardı. Hilali gören, padişahın onayından sonra ödüllendirilir, Ramazan’ın başladığı halka davullarla ve camilerde yakılan
mahya ve kandillerle duyurulurdu...
Bazı kaynaklara göre, Araplar yaz ayına denk geldiği için “yakıp kavuran” anlamında “Ramazan” demişler bu aya... Kimi kaynaklarda ise “Ramazan”, “bu ayın günahları yakması” olarak açıklanıyor... Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ramazan’ın ne zaman başlayıp biteceği, bugünkü gibi çok öncesinden bilinemiyordu. Devlet görevlilerinin veya halktan insanların yeni Ay’ın doğduğunu bildirmesiyle Ramazan başlardı. Hilâli görenler hemen şahitlerini de bularak mahkemeye giderek durumu bildirirlerdi. Durum araştırılırdıkltan sonra Ramazan’ın başladığına veya bitip de bayram olduğuna karar verilirse, haberi getirenler ve şahitler ödüllendirilirdi. Ramazan’ın gelişiyle birlikte İstanbul sokakları kandillerle aydınlatılırken, camilerin dışı mahya, içleri ise kandillerle süslenir, gelenlere tatlı dağıtılırdı... Ramazanın ilk cuma namazı Ayasofya’da, ikincisi Eyüp Sultan’da, üçüncüsü Fatih’te, dördüncüsü de Cuma Süleymaniye’de kılınırdı.
İftar davetleri
Osmanlı döneminde iftar davetleri Ramazan’ın ilk günü başlamazdı. İnsanların vücutlarını ve psikolojilerini oruca hazırlamaları, ayrıca Ramazan’ın ilk günlerini aileleriyle birlikte geçirmeleri için davetler Ramazan’ın dördüncü gününden itibaren başlardı. Veziriazam ve diğer üst düzey devlet adamları, Ramazan’ın dördünden itibaren âlimleri, bürokratları ve askerin ileri gelenlerini protokol kurallarına göre iftara davet ederlerdi. Veziriazamın davetine katılacak devlet adamlarının listeleri düzenlenerek, padişahın onayına sunulurdu. Davetler, Ramazan’ın 24’ünde padişaha hizmet eden mirahurlar, bostancıbaşı ve kapıcılar kâhyasına verilen iftar yemeğiyle sona ererdi. Ramazan’ın 25’i boş geçirilir, Ramazan’ın son günleri devlet adamlarının birbirlerini bayram tebriki ziyaretleriyle geçerdi. Padişahlar iftarlarını genelde sarayda yapardı. 19. yüzyılda nadiren de olsa veziriazamlara veya ulemadan birine haber vermeden iftara gittiler. Padişahlar, aynı dönemde devlet adamlarına ve ordu mensuplarına iftar yemeği vermeye de başladılar.
Pilava altın nohutlar koyulurdu
Osmanlı’da iftarlara mahsus bir âdet de “diş kirası” idi. Kaynaklara göre ilk diş kirası veren, Fatih Sultan Mehmet Han’ın sadrazamı Mahmut Paşa’ydı. Sadrazam Mahmut Paşa, pilava altın nohutlar koyar ve “Servete nâil olan kimsenin ağzında, cömertçe sarf etmek için altun bulunmalıdır” derdi. Mahmut Paşa’nın başlattığı bu gelenek, zenginlerin, misafirlerine yemek bitiminde para veya küçük hediyeler vermesi ile sürmüş...
İftar sofralarında neler vardı?
İftar sofrasında oruç, iftariyeliklerle açılırdı. Çeşitli peynirler, siyah ve yeşil zeytin, reçeller, pastırma, hurma ve pide yenirdi. İftariyeliklerin ardından çorba servis edilir, çorba bitirildikten sonra 40 kaptan fazla et, sebze padişahın sofrasını donatırdı. Güllaç başta olmak üzere pek çok tatlı da ana yemeklerden sonra yenirdi. Konaklarda oturan Sultanefendi ve Şehzadeler, Ramazanın 15’inde saraya dâvet edilirdi. Mehter eşliğinde gelen hanedan mensupları, evvela Mukaddes Emanetler dairesini ziyaret ederdi. Padişah, Has Oda’yı ziyaret edenlere “destimal” denilen mendiller dağıtırdı. Daha sonra da Eyüp Sultan ziyareti için Topkapı Sarayı’ndan ayrılırlardı. Kadir Gecesi mutlaka Ayasofya’da kutlanırdı. Padişahın Ayasofya’ya geleceğini bilen halk, kolay kolay başka yere gitmez, muhakkak bu koca mâbede akın ederdi. Ramazan gecelerinde şehzade ve hanımsultanlar, musiki fasılları da düzenlerdi.
Semai kahvehaneleri
Ramazana has bu kahveler, semai okunduğu için bu ismi almış. Diğer kahvelerden farklı olarak bazı özellikleri ve ayrıcalıkları vardı. Her şeyden önce giriş paralıydı. Kahvede bir kişi kitap okur, diğer herkes dinlerdi. Kitap okuyan kahve parası vermezdi. Kahvenin yüksek bir sediri olur, aşıklar bu sedir üstünde atışırlardı. Kazanan aşık, ertesi akşam bir başka semai kahvesine misafir olurdu. Semai kahveleri, Ramazanın ilk günü açılır, arife günü kapanırdı. Bu kahvelerin girişinde “Muamma Levhası” denilen çerçeveli, boş bir levha bulunurdu. Kahveye gelen biri, bilmece ya da muamma yazıp oraya asar, bu muammayı çözen de muammayı yazan kişinin ortaya koyduğu hediyeyi alırdı.
Ramazan eğlenceleri
Ramazan eğlencelerine yalnız Müslümanlar değil, gayrimüslim halk da katılırdı. 16. yüzyıldan itibaren şehrin hüner ustaları ve sanatkarları tarafından Karagöz-Hacivat, kukla, meddah, musiki fasılları ve orta oyunu sahnelenmeye başlamıştı. İstanbul’daki Ramazan eğlenceleri, mevsime göre kapalı veya açık mekanlarda gerçekleştiri-liyordu. Halk da bu gösterilere rağbet ediyordu.
Sultan Abdülaziz’den habersiz ziyaret
“Padişahların dışarıya iftara gitmesi vaki olmazdı. Sadece Sultan Abdülaziz, methini çok duyduğu Yusuf Kâmil Paşa’nın yemeklerini tatmak için konağına, hem de habersizce gitmişti. Zenginliği ve cömertliğiyle tanınan paşa, alnının akıyla o iftardan çıkmıştı. Başbakanlar arasında
iftar davetleri ve yemeklerinin nefasetiyle meşhur olanlar vardı; Avlonyalı Ferit Paşa, Cevat Paşa, Tevfik Paşa sayılabilir. Buna karşılık Said Paşa ise hiç kimseyi davet etmemesiyle kötü bir şöhret yapmıştı.”
En ilginç iftar
“II. Abdülhamit’in ilk başbakanlarından Ethem Paşa, tarihe en ilginç iftar yapan kişi olarak geçmiştir. Orucunu açmak için seçtiği yer, kimsenin aklına gelmeyen bir mekandı. Paşa, Beyazıt Kulesi’ne sofrayı hazırlatmış ve tepeden İstanbul manzarası seyrederek iftar yapmıştı. Ethem Paşa’nın Beyazıt Kulesi’nde iftar yapması pek çok dedikoduya sebep olmuş, “Kendisi öyle hoppa ve züppe değildi. Mutlaka yanındaki birisi aklını çelmiştir” diyenler de çıkmıştı...
Zengin konaklarında iftar
Zengin konakları, Ramazan’da fakirlerin gözdesiydi. Zira bu konaklarda iftar yapma şansına sahiptiler. İsteyen istediği zaman, davet edilmeye gerek duymadan, beğendiği konağın kapısını çalıp, “İftara Tanrı misafiri” der ve bu durum yadırganmazdı. Bu tür davetsiz misafirler için konaklarda ayrı sofralar hazırlanırdı. Konaklarda iftar için 3 sofra kurulurdu; evin beyi ve misafirleri için, evin hanımı ve misafirleri için, evin uşakları, misafirleri ve davetsiz misafirler için... Sofralar ayrı olsa da yemekler aynı olurdu. Namaz odaları bulunan büyük konaklarda, teravih namazı kıldıracak medrese talebeleri tutulurdu. Konak halkından başka civardan isteyenler de burada namaz kılabilirdi. Orta halli aileler ise yedi akşam komşulara iftar verirdi...
Devlet meseleleri yerine yemek sohbeti
“Devlet işleri Ramazan’da normal seyrini takip etmez, aksamalar görülürdü. Devlet daireleri öğlene kadar çalışmaz, ikindiden sonra da kapanırdı. Dönemin Başbakanı Hüseyin Hilmi Paşa, ‘Oruç kafasıyla birbirimizle kavga ederiz’ diyerek, Bakanlar Kurulu toplantılarını iftardan sonraya almıştı. Bu, isabetli bir karardı. Çünkü daha önce Avlonyalı Ferit Paşa zamanında iftar yaklaşınca bakanlar, devlet konularını bırakırlar, yemek konularını konuşmaya başlarlarmış. Maarif Vekili Haşim Paşa da hep balık pilakisi tarifi yaparmış. Kibar bir zat olan Başbakan kızar, fakat ses çıkarmazmış. Bir gün ciddi bir meselede Haşim Paşa söz isteyince, ‘Paşa sen sus, balık pilakisi konusu gelince konuşursun’ diyerek intikamını almış.”