Muz Sesleri insanın derisini yüzen bir aşk romanı ama bununla sınırlı değil
Ece (Temelkuran), sadece köşe yazılarındaki üslubu ya da ele aldığı konularla değil aynı zamanda kitaplarıyla da kendini hep köşesinin adı gibi “Kıyıda” tarif etti.
Tıpkı dokuz ay yaşadığı Beyrut’u ve buradan hareketle Orta Doğu’yu ve aşkın iç savaş halini anlattığı Muz Sesleri adlı yeni romanındaki gibi... Beyrut’ta bir “hiç kimse” olarak yaşadığını ve bunun ona yaradığını, korkularından sıyrıldığını ve dinlediği hikâyelerde kendi hikâyesinin o kadar da önemli olmadığını gördüğünü söylüyor... Ve böylece; tek evinin hikâyeler olduğunu ve bu romanla da “eve yani edebiyata dönüş biletini” aldığını...
Türk edebiyatında yazarlar bir yere gidecekse bu genelde Paris olur... Ama daha çok Batı... Sen ise Beyrut’u seçtin. Neden Orta Doğu?
Bu politik bir tavır... Kendi hikâyemize mahkum ediliyoruz ve ben bunu istemiyorum. Çünkü bir İngiliz, bir Amerikalı gelip, bizim hikâyemizi yazabiliyor ya da Doğu’nun hikâyesini... Ama hep belli hikâyelere mahkum oluyor, böyle bir gerçeklik var. Ben de bu yüzden “Başkasının hikâyesini yazabilirim” dedim ve Beyrut’a gittim... Batı’ya değil Doğu’ya... Çünkü biz oraya aidiz.
Orta Doğu’ya mı aidiz, ama hep Batılı olmak istiyoruz?
Orta Doğu’ya aidiz. Bundan kaçarak kişisel kimliklerimizi de bunun üzerine kuruyoruz. Bu da çok sancılı gereksiz bir enerji sarfiyatı... Öte yandan kitap sadece Beyrut’ta geçmiyor Oxford ve Paris’te de geçiyor. Bir tek İstanbul’da geçmiyor, gerçi bu aralar İstanbul edebiyatta çok moda...
2010’un da gelmesiyle İstanbul sunulması gereken bir proje mi oldu?
Evet, İstanbul’u sevmek de bir proje, bir kariyer haline geldi. Oysa Türkiye ile ilgili yazmak benim için çok zor. Çünkü bu ülkenin hikâyesini yazamayacak kadar duygularla yüklüyüm. Belki hâlâ yeterince kurtulamadığım aidiyetlerim var. Yazı yazmak için bütün aidiyetlerden kurtulmak gerek ve edebiyat için cinayetler işlemek zorundasın. Buna da en sevdiklerinle başlarsın. Önce en sevdiklerinin beğenip beğenmeyeceklerini bırakırsın. Yani en sevdiklerini öldürüyorsun kafanda en sonunda da kendini... Bu cinayetleri işlemeden hakiki edebiyat yapılabileceğine de inanmıyorum. Ülkeni de öldürmen gerekebilir. Belki buna hazır değildim. Bu kadar duygusal bağlantımın olmadığı bir yerde, hakikate çıplak gözle bakmak bana iyi geldi...
Hiçbir zaman ne edebiyatın ne de gazeteciliğin prensesi oldum
Romanda görüyoruz ki, Beyrut farklı ülkelerden ve milletlerden insanların buluştuğu bir yer. Ancak bundan kasıt, New York değil. Yani bir düş için gelinen bir yer değil...
Evet, Beyrut’a evini arayanlar geliyor. Evinin nerede olduğunu bilmeyenler ve evini arayanlar... Bu roman bu anlamda benim de eve, edebiyata dönüş biletim oldu. Çünkü orada o kadar çok hiç kimsesin ki, böylece istediğin her neyse onu olabilir hale geliyorsun. Bunu başka şehirde bulur muydum, bilmiyorum ama ben kendi Beyrut’umu buldum. Bana kim olduğumu öğreten ve olmak istediğim kişiyi gösteren...
Ne öğretti?
Tek evimin hikâyeler olduğunu ve başka da evimin olamayacağını. Daha da önemlisi bununla başa çıkmayı öğretti. Cemal Süreyya’nın bir sözü vardır; “Mutsuzluğumu hak etmek için yazıyorum” diye. Ben de yalnızlığımı hak etmek için yazıyorum. Ve yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Yetişkin olmak böyle bir şey, insan kendine alışıyor sonunda.
Bu roman eve yani edebiyata dönüş biletim diyorsun. Roman olduğu için mi?
19 yaşından beri profesyonel olarak yazıyorum. Bu beni kendi ülkemden çok uzaklara sürükledi. Şimdi yine kendi ülkeme geri dönmeye çalışıyorum, edebiyat ülkesine. Ait olacağım bir “biz” var mı? Hep oldu ama bazen olması gerektiği kadar büyük bir “biz” değildi bu. Zaten bir çoğumuzun Türkiye’deki mutsuzluğunun nedeni bu. Edebiyat yapanların da “bizler” içinde eriyebileceğinden emin değilim. Ama keşke öyle bir biz olsaydı içinde eriyebileceğim ve yok olabileceğim.
Beyrut’taki günlerimden sonra kendimi korkusuz hissediyorum
Bu roman için dokuz ay Beyrut’ta yani her an her şeyin olabileceği bir şehirde yaşadın. Kendini özgürleşmiş hissediyor musun?
Bu romanı yazmak bir yıl sürdü. Beyrut’ta 8.5-9 ay kaldım. Özgürleştim mi, bilmiyorum ama kendimi korkusuz hissediyorum. Özgürleştim mi? “Eyvallahsız” olmak istiyordum şimdi biraz daha eyvallahsızım, diyebilirim. Bu çok yorulduktan, çok korktuktan, çok hırpalandıktan sonra eve gidip divana oturup ayaklarını altına alıp limonlu çay içip gökyüzüne bakmak gibi...
Bunu savaşın ortasında bulmak... Bunu nasıl yorumlamalı?
Orada öyle insanlarla tanıştım ki korkularım anlamlarını yitirdi. İnsanlar en önemli, en acı, en kederli, en çözümsüz hikâyenin kendisininki olduğunu zannediyor. Daha kötü hikâyelerle karşılaşınca kendi kendini kabulleniyorsun. İnsanın matematiği de böyle bir şey; senin yaranın dermanı başkasının yarasında.
Peki senin hikâyen... Bu hikâyenin Beyrut’ta yarasını sardığı kişiler oldu mu?
Güzel kısmı buydu. Burada biriyim, orada ise biri değilim... Dolayısıyla hikâyemi anlatmak zorunda kalmadım. Beyrut’ta hikâyeler o kadar kolay anlatılmaz. Mesela kimse kolay kolay siyasi görüşünü söylemez. Kimse bana hikâyemi sormadı. Bu da benim hoşuma gitti, çünkü burada o kadar çok tüketim nesnesine dönüştüm ki...
Nasıl bir tüketim nesnesi?
Ben de her köşe yazarı gibi tüketim nesneyim. Tabii genç bir kadın olunca iyice nesne haline geliyorsun. Bundan çok yorulduğum zaman gitmiştim Beyrut’a. Yani tüketim nesnesini oynamaktan bıktığım zamanda. Çünkü burada eşitsiz bir ilişki var, insanlar beni tanıyor ama ben onları tanımıyorum, onların hikâyelerini bilmiyorum... Ama Beyrut’ta beni kimse tanımıyordu bu da bana iyi geldi.
Yaşar Kemal önce ”olmamıııııış“ dedi
Romanı yazarken Yaşar Kemal’in eli hep üzerinde olmuş... Nasıl bir desteği oldu?
Biraz yazmıştım, ona verdim, okudu; ”Olmamııııış, olmamııııış “ dedi. Bana ”Sen hikâyeni saklıyorsun“ dedi. Ondan sonra Beyrut’a tekrar gittim ve tekrar romanı kurdum... Beyrut’tayken Yaşar Kemal’le de telefonda konuştuk, nasıl gidiyor, diye... En sonunda Yaşar Kemal, büyük bir zarafet gösterdi ve dedi ki, ”Otur dizimin dibine ben ne biliyorsam sen de bileceksin.“ Dolayısıyla onun hakkını ödeyemem. Aynı şekilde Ayşe Baban’ın da...
Peki ”olmamıııııış“ deyince hiç bozulmadın mı?
Bozulmaz mıyım? Hani, kalp çizerler ya, altında incecik, sivri bir uç oluşur, işte orası kırıldı ama edebiyat da böyle bir şey... Döve döve olmalı. Çünkü yazı artık çok çarçur edilen bir şey haline geldi, herkes yazıyor. Oysa olmamalı.
Aşk seni alıp tersine çevirmiyorsa aşk değildir
Romanda aşk önemli bir yer tutuyor ama bu yıkıcı bir aşk... Neden aşkı bir iç savaş olarak görüyorsun?
Aşk çok fazla hediyelik bir eşyaya dönüştürüldü. Oysa aşk alıp seni tersine çevirmiyorsa, aşk olduğuna çok inanmıyorum. Sana başka bir kapı açmıyorsa ve o kapıdan girmek senin için tehlikeli değilse bence orada aşk yoktur. O yüzden kitabın arka kapağında “Bir iç savaştır aşk” yazıyor. Politikasız, savaşsız bir aşk olacağına inanmıyorum. İnsanın omuzlarından tutup organlarını değiştirene kadar sarsan bir şey olmadığı sürece bence o aşk değil. Eğer kendi kendinden utanacağın bir şey yapmıyorsan o aşk değil. Yani “Ne kadar rezil olursak/ O kadar iyi! (Can Yücel’in Sevgi Duvarı şiirinden) dedirtmiyorsa... Çok kolay bir şeymiş gibi, gülerek yaşanılan bir şeymiş gibi bahsediliyor aşktan ama o bence aşk değil. Çünkü aşkın içinde elbette neşe var ama keder de var.
Peki bu bir aşk romanı mı yoksa Beyrut üzerinden yükselen Orta Doğu’nun romanı mı?
Birçok katmanı var, kimileri bir aşk romanı olarak okuyabilir. Evet, bu insanın derisini yüzen bir aşk romanı ama bununla sınırlı değil. Mesela mühendis okuyucular için içine küçük tohumlar koydum ancak o mühendis okuyucuların bulduğunda yeşereceği tohumlar bunlar. Ayrıca bir başka katmanında politika da var. Burada reel siyasetten bağımsız, insanın kalbini yönetecek bir politikadan bahsediyorum.