Muhafakazâr bir evde dinini öğrenerek büyüdü
Yardımseverliği annesinden öğrendi çocukken yoksullara yemek taşırdı
AYŞE KULİN:Dinimizde “azizelik” mertebesi
olsa Türkan Hanım’a verilirdi
Sadece kendi mutluluğunun peşinde koşabilecekken cüzzamla mücadeleye adadı kendi. Herkes cüzzam hastalarından kaçarken o çaylarını içti, “Onlara dokunun” dedi. Ama hayatının son günlerinde evi basıldı. Tepki elbette büyüktü, cenazesindeki kalabalık gibi. Ama yaşarken olduğu gibi ardından da çok şey söylendi. “Misyoner” dendi ya da “komünist...” Böylece öğrendik ki bu ülkede bunlar hâlâ “öcü”ymüş! Doğu’daki kız çocuklarının okumasını sağladığı için de eleştirildi. Çünkü bu eğitim Türkçe’ydi. Ama “Bu kızlar kaderlerine mi bırakılmalıydı” soruları atlandı.
Umarım, Ayşe Kulin’in “Tek ve Tek Başına, Türkan” romanı ile bir insanın sadece “yaşatmak” için çalışmasının anlamını kavrarız. Çünkü romandaki Halime’nin hikâyesi bile tarihin Türkan Saylan’dan Florence Nightingale’den bahseder gibi bahsetmesi gerektiğini gösteriyor.
Ancak Türkiye’nin en çok okunan, en sevilen yazarlarından olan Ayşe Kulin’in onu rahat rahat kaleme alamadığını söylemesi de insanı umutsuzluğa düşürüyor. Hani, imam cenaze namazında sorar ya, “Merhumu nasıl bilirdiniz” diye, galiba bunun yanıtı Ayşe Kulin’in romanın adında saklı; “Tek ve tek başına!”
* Türkan Saylan için misyoner dendi, Hıristiyan dendi...Bunun en büyük nedeni de annesinin İsviçreli olmasıydı... Ama romanda görüyoruz ki, Saylan çoğu kişinin okuyamadığı duaları bile biliyor...
Muhafazakâr bir muhitte okumam vardı. Genç bir adam, “Türkan Saylan çocukları Hıristiyan yapıyor farkında mısınız?” demişti. Ben de “Bana bir isim verebilir misiniz, mesela Ayşe’yi Hıristiyan yapmış, gibi” demiştim. Ama o zaten her şeyi bildiği için “İsme gerek yok ben biliyorum” demişti. Oysa böyle tek vaka yok. Toplanan burslar bu çocukların devlet okullarında okuması için harcanıyor, yoksa özel bir Türkan Saylan okulu yok ki, çocuklar Hıristiyan yapılsın. Ayrıca aile “evet” derse bu burs veriliyor. Kimseye zorla bir şey yaptırmak mümkün değil. Maalesef değil. İsviçre’de yollamayın bakalım çocuğunuzu hapse girersiniz, çocuğunuzu da sizden alırlar. Neyse... Sonra adamın derdi anlaşıldı. Bu burs için Kızılhaç da para vermişmiş! Kızılhaç depremde yardım etmedi mi? Bizim Kızılay’ımızın karşılığı değil mi? Bunun doğru olmadığını onlar da biliyorlar ama kendilerini çok iyi kandırıyorlar.
* Romanda okuyoruz ki, dinle ilişki kuvvetli. Onun inancını nasıl yorumluyorsunuz?
Saylan’ın annesi Müslümanlığı seçmiş bir kadın. Sonradan Müslüman olduğu ve kendini kabul ettirmesi gereken bir kayınvalidesi olduğu için herkesten daha çok din eğitimi alıyor, duaları daha iyi öğreniyor. Bir de aile birliğine inandığı için şunu düşünmüş olabilir: Evleniyorum kocam Müslüman, çocuklar Müslüman büyüyecek, bir çatlak yaratmayayım. Türkan Saylan da bilinçli olarak dini öğreniyor; din nedir, felsefesi nedir diye... Mutaassıp bir evde yaşıyor, duaları biliyor, inançlı biri. Tabii iş temposu içinde namaz kılamıyor. Ama ruhen, kumaş olarak inanan biri... Bence onun Allah’la bir bağı da var. Din iyilik yapmak, insanları kurtarmak, onlara el uzatmaksa... Çünkü o buna inanan biri.
İki eşi de ev hanımı olmasını istedi
* Romanınızda Türkan Hanım’ın özel hayatına girmekten kaçındığınızı söylüyorsunuz. Gerçi iki evliliğine değinmişsiniz. Ama mutsuz evlilikler bunlar. Neden?
Çünkü iki eşi de ondan ev kadını olmasını bekliyor. Oysa onun için görevleri (cüzzamla mücadele ya da kız çocuklarının okuması) özel hayatından önce gelmiş. İlk eşi aksi ve huysuz da biriymiş. Nitekim boşanmak istediğini söyleyince tokat atıyor. İyi ki de atmış, aksi halde belki boşanmaktan vazgeçer ve kendi yolunda ilerlemeyebilirdi. İkinci eşi de ev kadını gibi olmasını istiyor.
* Bu kadar güçlü bir kadını taşımak zor olmalı. Sizce nasıl bir erkek Türkan Saylan’ı taşıyabilirdi?
Kendi misyonu olan, idealist biri. Türkan Saylan dışında böyle biri daha tanıdım, Recep Yazıcıoğlu’nu. O da hiçbir zapturapta gelmeyen, halk için, iyilik için çalışan biriydi. Para, hükümetler onun için hiç önemli değildi. Yoksul biriydi, evini gördüğümde, “Bir valiyi böyle yaşatıyorsak... memurumuza iyi bakmıyoruz” demiştim. Ama Türkan Saylan’la Recep Yazıcıoğlu’nu yan yana getirmeye çalışıyorum, yine olmazdı. O evin içinde çok hareket olur, hatta dünya bir tuhaf dönmeye başlardı.
‘Mutlu oldu mu?’ diye çok sordum kendime
* Romanı yazarken ağladığınız bir yer oldu mu?
Oldu. Sanırım evlilikleri ile ilgili bir bölümü yazıyordum. Sabaha karşıydı. Çok ağladım. Şu soruyu sordum; hiç çok mutlu olduğu bir dönem olmuş mu? Hayatını boşa harcamamıştı. Daha mutlu olabilirdi. Bir de çok hastalık geçirdi. “Bunlar büyük haksızlık” demiştim. Çekmediği kalmamıştı; on üç ay yüzü koyun yat, hamile kalınca verem ol, ikinci çocuk doğunca yine verem ol, bunları atlattığında da kanser... Onu atlat, yine kanser... O yüzden hani, eşin, işin, çocukların hepsinin içinde olduğu tam bir mutluluk aradım, “Her şey tamam” dediği... Ama bulamadım.
Çocukluk arkadaşının verdiği mektuplar sayesinde bu romanı yazdım
* “Adı Aylin”, “Füreya” hatta “Köprü...” Her biri Türkiye’nin tanınmış isimleri üzerine yazılmış biyografilerdi. “Türkan” bunların bir devamı mı?
“Türkan”ın kitaplarım arasında farklı bir yeri var. Türkan Hanım’ın kendisi onunla ilgili bir kitap yazmamı istemişti. Ancak hakkında çok kitap yazılmış, her şey anlatılmıştı. Bunları tekrarlayan bir kitap yazmak da içime sinmiyordu. Türkan Hanım’ın hastalığı ağırlaşınca çok üzüldüm ve düşünmeye başladım. Önce “Onun üzerinden cüzzam hastalarını anlatayım” dedim. Tıpkı “Köprü”de Recep Yazıcıoğlu üzerinden bir bölgeyi anlattığım gibi. Türkan Hanım bunu duyunca, “Çok iyi olur” dedi. Ancak tam bu sırada kolumdan rahatsızlandım ve üç ay yazı yazamadım. Ben iyileştiğimde de o çok ağırlaşmıştı. Bir ara Türkan Hanım, “Mektuplar var” demişti, ancak hastaların yazdığı mektuplar olduğunu sanarak çok üzerine düşünmemiştim. Yani Türkan Hanım’ın bana arkadaşlarıyla olan özel mektuplarını ya da aşk mektuplarını vereceği hiç aklıma gelmemişti...
* Hani polisten kurtulan ve üzerine çok espri yapılan aşk mektuplarını mı?
Onları kullanmadım. Ölümünden sonra Gökşin Hanım (14 yaşından beri arkadaşı) bana kendi mektuplarını verdi. Onları 150 sayfalık bir deftere temize çekmişti. Böylece Türkan Saylan’ın iç dünyasını keşfetme ve iç sesiyle yazma şansını yakaladım. Ama onun özel hayatına girmedim. “Füreya” çok kapsamlı bir biyografiydi. Onun hangi eseri hangi ruhla yaptığı bile vardı. Ancak bunu Türkan Saylan da yapamazdım. O Füreya gibi değil. Onu istismara hazır bekleyen çok büyük bir kesim var. Her şeyi yanlış anlayıp kulp takmak için bekleyen... Romanda elbette iki eşiyle olan evlilikleri var ama o kadar. Bu yüzden bu kitap bir biyografi değil “Ayşe Kulin’in Türkan Saylan’ı”dır.
Parmaklarını kesti, hayata bağladı
* Bu çok acı bir şey. Türkiye’nin en sevilen yazarlarından biri olarak “otosansürde bulunmak zorunda olduğunuzu” söylüyorsunuz. Bu da bir mahalle baskısı...
İstismar edilmesine sebep olmak istemedim. Çünkü Türkan Saylan’a demediklerini bırakmadılar. Hıristiyan dediler, komünist dediler, “Ne şeriat ne darbe” dediği için İzmir mitinginde konuşturulmadığı halde darbeci dediler, hastalığının en ağır döneminde evini bastılar. Biz Türkler garip insanlarız, değerleri bir türlü takdir edemiyoruz. Bu kitabı Amerika’da yazmış olsaydım inanın daha ilginç bir roman ortaya çıkardı. Yazarken serbest değildim, hep dikkat etmem gerekti.
* Oysa romadaki Halime’nin hikâyesi bile Türkan Saylan’ı sevmek ve onun özel biri olduğunu anlamak için yeter.
Bizim dinimizde ya da toplumumuzda “azizelik” mertebesi olsaydı Türkan Hanım’a giderdi. Halime’nin hikâyesi gerçek bir hikaye. (Takma isim kullandım.) Çığ altında kalmış, kurtarıldığında bacakları donmuş bir genç kız bu. Doktorlar bacaklarını kesecekken Türkan Hanım’ı çağırıyorlar. O da cüzzamla mücadele için tesadüfen Elazığ’da. Türkan Hanım kızın bacakları kesilirse hayatı biteceğini biliyor, çünkü ne evlenebilir, ne iş yapabilir. Sabaha kadar kızın bacaklarını muayene ediyor. Bir ara bir sıcaklık hissediyor. “Acaba elimin sıcaklığı mı” diyor, gidip ellerini buz gibi suyla yıkayıp tekrar kontrol ediyor. Saatlerce... Sonra “Bu bacakta can var” diyor. Ama bacağı kurtarmak için donmuş ayak parmaklarını, pensle çıt çıt kesiyor. O kadın bu sayede yaşamış ve evlenmiş. Ama bacakları kesilseydi tüm hayatı bitecekti.
Genelevlerde de çalışmalar yaptı
Herkese dokunan ve seven biriydi. Genelevlerde çalışma yapıyor, çünkü zührevi hastalıklar bulaşıcı olabiliyor. Buradan kapılan bir hastalık da aileye yayılıyor. Bu zinciri takip edebilmek ve önlem alabilmek için herkesle tek tek konuşuyor Türkan Saylan. Bu insanlar zorla konuşmaz, ancak iyilikle konuşursanız kendini size açar ve hepsi de açıyor. Böylece aileleri kurtarıyor. Kim bu kadar uğraşır?
O yüzden bir azizelik mertebemiz olsaydı ona verilirdi, diyorum. Sanırım cenazesinde ona bu mertebe verildi de. Taa nerelerden gelmişti o cüzzamlılar hatırlıyorsunuz değil mi?
Biri bana “Örnek insanı tarif eder misiniz” dese hiç düşünmeden Türkan Saylan derim
* Türkan Saylan 20’li yaşlarında cüzzamla mücadele için yollara düşüyor ve bu şekilde ülkesiyle tanışıyor. Tıpkı Che Guevera gibi. Acaba böyle bir hastalıkla mücadele için özel biri mi olmak gerek?
Türkan Saylan gerçekten özel biri. Hani bana “örnek insanı tarif eder misiniz” deseler, Türkan Saylan’ı tarif ederim. Kendini insanlığa adamış özel biriydi o. Cüzzamla mücadeleye 20’li yaşlarında başlıyor. Bu yaşta, hem de o dönemde, hangi kadının seçeceği meslek bu? Üstelik güzel bir kadın.
* Mesela hemen sorayım; siz de insancıl, empati yeteneği olan birisiniz. Bir cüzzamlıya dokunabilir misiniz?
Türkan Saylan’ı tanımamış, bu kitabı yazmamış olsaydım hayır. O ise köylere gidiyor, cüzzamlıların kapılarına oturup çaylarını içiyor, “Onlara dokunun” diyor. Tüm bunları öğrendikten sonra, dokunmak için gayret ederim. Düşünün o ne kadar iyi ve özel biri ki, hiç çekinmeden dokunuyor. Gerçekten özel biriydi... İnsanlarda ışığı görüp onu avizeye de dönüştürdü. Mesela Ayşe Yüksel. Çok gayretli ve yetenekli biri ama arkasında Türkan Saylan durmasaydı belki başhemşire olarak kalacaktı. Ama şimdi bir profesör, kürsü başkanı...
Yardımseverliği annesinden öğrendi çocukken yoksullara yemek taşırdı
* Sizce onun bu özelliğinin nedeni neydi? Genç, güzel, şehirli bir kadın... İstese Avrupalarda yaşar, gezer tozar...
Galiba annesi. Kendisi de son günlerinde buna kani olmuştu. Muhafazakâr ve disiplinli bir annesi varmış. Türkan Saylan en büyük çocuk olduğundan ya da onda cevher gördüğünden ona çok yüklenmiş. Bu yüzden annesine biraz küskündü, “Üvey kardeş olduğumu düşündüğüm anlar oldu” demişti. En büyük çocuk olduğu için annesi küçüklere karşı hep daha koruyucu olmuş. Türkan Saylan’dan da onlara annelik yapmasını istemiş. Aslında bu özel bir durum değil, büyük çocuklardan hep bu istenir. Ama bu durum, büyük çocuklarda “Sevilmiyor muyum?” duygusu yaratır. Bu onda da olmuş. Bunları anlatması beni çok etkilemişti. İşte annesi bu nedenle ona sorumluluk duygusunu biraz daha fazla aşılıyor.
* Üstelik bunu sadece kardeşleri için değil tüm mahalleli için aşılıyor...
Evet, babası önceleri zengin ama sonra işleri kötüleşince tüm paralarını kaybediyorlar. Ama annesi yoksul kalmasına rağmen yine tüm mahalleye yardım etmeye devam ediyorlar. Ekip biçtikleri bir arsa var. Oradan toplanan meyve ve sebzeleri mahallenin yoksullarına gönderiliyor. Türkan Saylan başta, yanında diğer kardeşleri durmadan yoksullarına yemek taşıyorlar. Yani sorumlu bir çocuk olarak yetiştiriliyor.
* Peki böylesi iyi birine nasıl oldu da kıydık? Onun evinin basılması bülbülü öldürmek gibiydi. Bu durumu siz de düşünmüş olmalısınız, yorumunuz ne?
Hem de hastalığının o aşamasında değil mi? Zaten o olaydan kısa bir süre sonra vefat etti. Ama bunu hepimize mal etmemek gerek. Bu bir sindirme, bastırma olayıydı. Ama ne oldu? Geri tepti. Evet, onu çok insan seviyordu, cenazesi yine kalabalık olacaktı. Ancak bu olay üzerine herkes cenazeye koştu. Ben böyle iki cenaze gördüm. Biri Hrant’ındı, diğeri Türkan Saylan’ın... İstanbul dolmuştu o gün, yürüyecek yer yoktu.
* Kültür Bakanı’nın “Türkan Saylan’ı da görmeyin” sözlerini nasıl yorumlamıştınız...
Görülecek bir şeyi yoktu ki, görmesinler. Hayatına baksalar zaten darbeyle uğraşacak vakti olmadığını anlarlardı. Hayatı hastalık tedavi etmek, cüzzamlı kurtarmak, ölmekte ya da solmakta olana hayat vermekle geçmiş bir kadındı Türkan Saylan. Bence burada çağdaş eğitime takıldılar. Ama Türkiye çağdaş eğitimsiz hiçbir yere gidemez, çünkü hiçbir ülke gidemez!