Gazete Vatan Logo

Moda tasarımından vazgeçtim ama yastık işini bırakmaya niyetim yok

70´li yılların Türkiyesi uzun saçlı küpeli ve deri pantolonlu Rıfat Özbek´e hazır değildi

Bundan 5 sene önce arkadaşımla Yalıkavak Marina’da dolaşırken, bir mağazanın önünde aniden durduk. Değerli tabloları andıran özenle dizilmiş yastıklar “Dur yolcu” diyordu. “Gel, bizi seyret, kumaşlarımıza dokun, bizi hisset.”İçeri girdik, mağazayı bir resim sergisi gibi gezdikten sonra, yanımızda duran beye “Pardon, bu yastıklar ne kadar?” diye sorduk.“Bu yastıklar çok özel Hint kumaşlarından yapılmıştır” diye konuşmaya başlayan adamı görünce şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacaktık. Rıfat Özbek değil miydi bu? Hani zamanında Londra’yı tasarımlarıyla kasıp kavuran, Prenses Diana’dan Madonna’ya, Cher’den Janet Jackson’a ünlülerin modacısı olan Özbek. Şimdi Yalıkavak’ta esnaf mı olmuştu? Seçtiğim yastıkları gruplayıp, paketleyip, elime tutuştururken, gördüğümüzün gerçek olduğuna emin olmak için arkadaşımla hâlâ birbirimizi çimdikliyorduk. Sonraki yıllarda o dükkanın çok iyi müşterisi oldum. Özbek’in hem ortağı hem partneri olan, yastıkların yüzde 80’ini tasarlayan Erdal Karaman’la çok iyi arkadaş olduk. Bu sene çiftin 2002 yılından beri oturdukları
Yalıkavak’taki evlerine misafir oldum. Hem buz gibi limonatalarını içtim,
hem bir moda devinin, Yalıkavak’ta esnaf olma hikayesini dinledim. Huzurlarınızda Rıfat Özbek...

* Üniversitede mimarlık okudunuz? Nasıl seçtiniz bu bölümü...

Bilinçli bir tercih değildi. Resmim iyi diye, “Bari mimarlık okuyayım” dedim ve Liverpool Üniversitesi’ne kayıt oldum. Görüntü olarak şahane binalar yapıyordum. Ama binayı ayakta tutmak için gerekli matematik, statik derslerinden çakıyordum. Bir de 70’li yıllar... Hippiyim. Londra’da çılgın bir gece hayatının içindeyim. Okuldan da hayat boyu nefret etmişim. Yedi senelik okulu, üçüncü senenin sonunda bıraktım.

* Sonra...

Cemil İpekçi bizim aile dostumuzdur. Mimari okurken yazları Cemil’in atölyesine staja giderdim. Orada bu iş için yaratılmış olduğumu anladım. Saint Martins’e girdim ve moda eğitimine başladım. Türkiye’de modacılık o zaman terzilik gibi görülüyordu. Babam mimarlık eğitimimi yarıda bırakmama biraz sitem etse de, beni kararımda serbest bıraktı. Ben de hayatımda ilk kez bir okulu severek okudum ve yüksek bir dereceyle bitirdim.

* Markayı nasıl kurdunuz?

Önce çalışma izni almak için “Monsoon”da işe girdim. Monsoon için yaptığım tasarımlarla yavaş yavaş tanınmaya başladım. Zaten mezuniyet defilem dahi Londra’da ses getirmiş, Sunday Times’ın ünlü moda editörü Michael Roberts hakkımda yazı yazmıştı. Ben de “Bari kendi markamı yaratayım” dedim.

* Nasıl buldunuz bu cesareti? Şimdi yurt dışında tanınan birçok modacımız var. Ama ilktiniz. Londra da dünya modasının kalbi...

Rahat ettim Londra’da... Burada bir sürü baskılar... Kendim gibi bir Cemil’i tanıyordum o kadar... Oysa orada birçok insan vardı. “Anormal değilmişim” dedim kendi kendime... 70’lerin Türkiye’si uzun saçlı, küpeli, platform ayakkabılı, deri pantolonlu Rıfat Özbek’e hazır değildi. Olsaydı, markamı belki de Türkiye’de yaratırdım. Genç cesareti de var o zaman... Babamın bir tanıdığı 40 bin pound sermaye koydu. O parayla Harrods’ın orada küçücük bir dükkan açabildim. İşte 43 sene oldu, hâlâ Londra’dayım.

Yılın İngiliz modacısı seçildim ama Türk olduğumu herkes biliyordu

* Marka nasıl tanındı peki?

Londra’da dükkan açınca hemen İngiliz Vogue, İtalyan Vogue geldi röportaj yaptı. 4 yıl sonra Alberta Ferretti’nin sahibi olduğu, Jean Paul Gaultier, Moschino gibi firmaların üretimini yapan grubun bünyesine katıldım. Bu arada Alberta Ferretti o zaman moda işinde bile değildi. Babaları yönetiyordu şirketi... Onların gücü ile birleşince hızla büyüdük. Büyük ofisler, Milano’da, Londra’da, New York’ta showroomlar açtık.

* Peki siz orada Türk modacı olarak mı tanınıyordunuz, Türk asıllı İngiliz modacı olarak mı?

İngiliz pasaportum vardı. İki kez “British Designer of the Year (Yılın İngiliz Modacısı)” ödülünü aldım. O kategoriye girebiliyordum. Ama herkes Türk olduğumu biliyordu. Hiçbir zaman “Ben İngilizim” demedim. Değilim zaten. Annem babam Türk, Türkiye’de doğdum büyüdüm.

Prenses Diana, ‘Akşam içkiyi çok kaçırdım deyince’, resmiyet bitti

* Diana ile buluşma hikayenizi çok merak ediyorum. Anlatsanıza...

İngiliz Vogue’undan bir editör sadece sarayla ilgilenir. Bir gün saray editörü aradı ve Prenses Diana’nın Vogue’da gördüğü kırmızı elbiseyi beğendiğini, bana provaya gelmek istediğini söyledi. Biz tabii Allaah! Bir heyecan... Birkaç gün öncesinden uyku tutmamaya başladı beni.

* Karşılaşma anınız...

O zamanki bina büyük bir loft. Sanayi tipi asansörü var, kapısı ağır. Geldiğini haber alınca aşağı indim. Hem asansörün kapısını açmak, hem kendisini karşılamak için... Bir baktım aşağıda yok. Meğer yalnız başına merdivenden çıkmış. Ne koruma, ne bir şey... Neyse bize nasıl konuşacağımızı öğrettiler. Önce reverans yaptık, sonra “Maam (hanımefendi)” diye hitap ettik. İçmek için ne arzu ettiğini sordum. “Dün akşam içkiyi çok kaçırdım. Bana sert bir kahve yapın” dedi. O anda aramızdaki resmiyet uçtu gitti,
rahatladım.

* Ne kadar doğal...

Koskoca İngiltere prensesinin, yeni tanıştığı bir modacıya “İçkiyi fazla kaçırdım” demesi, Diana’nın gerçekten ne kadar samimi, ne kadar halktan biri olduğunu gösteriyor. Çok sevilmesi tesadüf değildi.

* Peki kırmızı elbise hariç, başka bir şey aldı mı?

Kırmızı elbisenin provalarını yaptık. Dedi ki “Ben bu elbiseyi sarayda arkadaşlar arasında verdiğim davetlerde giyeceğim. Çok seksi bir elbise, dışarıda giyemem.” O yüzden o elbiseyle hiçbir fotoğrafı yoktur. Turkuaz renkli, ay yıldızlı ceket aldı. O ceketle birçok resmi vardır. Sonra saraya gittim, provalara... William ve Henry küçücüktü, ortalıkta koştururlardı. William’ın düğününü izlerken, duygulandım.

Londra gecelerinde Manolo (Blahnik) ve Mario (Testino) ile eğlenirdik

* 80 ve 90’lar en meşhur olduğunuz yıllar. Kimlerle arkadaştınız, nerelere giderdiniz?

Her gece başka bir partiye giderdik. Manolo (Blahnik) çok yakın arkadaşımdı, hâlâ da öyle... O zaman çok tanınmazdı. Sex and The City’den sonra çok meşhur oldu. Sonra Mario Testino ile çok yakındık. O fotoğrafçı bile değildi. Gümüş takı, kemer filan yapardı.

* Peki bu kadar şaşaayı yaşadıktan sonra insan modayı nasıl bırakabiliyor?

24 yıl sonra kendimi tekrarlamaya başladım. Seviyorlardı, yine alıyorlardı. Piyasa ünlü modacıların kendilerini tekrarlamasından, tutan tarzın devam etmesinden hoşlanır. Ben hiç sevmem. Çok yorulmuştum. 12 dakikalık bir defile için, 6 ay perişan oluyordum. Zirvede bıraktım. Özbek markası 2001’de bitti.

* Chanel, Lanvin ölse de markaları devam ediyor. Özbek de böyle olabilirdi.

O markaların devam ediyor olmasını tasvip etmiyorum. Para için devam ediyor. Modacı transferlerinde büyük paralar dönüyor, şaşırıyorum. Marka bana göre yaratıcısıyla vardır.

Erdal benim her şeyim onunla yaşlanalım istiyorum

* Peki bıraktınız, Özbek’in kapısına kilit vurdunuz. Sonra ne yaptınız?

Türkiye’ye geldim. Bodrum tatiline çıktım ve Erdal’la tanıştım. O günden beri 12 senedir beraberiz.

* Erdal, sen tanıyor muydun Rıfat Özbek’i?

Erdal: Ben Aydınlı’yım. Askerden yeni dönmüşüm. Kendime yepyeni bir hayat kurmak için Bodrum’a gelmişim. Rıfat Özbek diye bir modacı hayatımda duymamıştım.

Rıfat: Onun dünyası değil zaten... Ayrıca benim en meşhur olduğum zamanlar, Erdal büyük ihtimalle çocuktu. 78’li o. Mesela ABBA’nın Dancing Queen’i çalarken dalga geçiyorum onunla... “Ben Londra’da kulüplerde deli gibi dans ederken, sen yeni doğmuştun” diyorum.

* Hayatınızdaki en uzun birlikteliğiniz Erdal değil mi?

En uzun... İnşallah birlikte yaşlanırız. Bu yaştan sonra yeni bir insan tanıyamam. Her insan yüküyle, geçmişiyle geliyor. Erdal’la mutluyuz, huzurluyuz.

* Erdal, sana neler kattı, Rıfat Özbek’le birlikteliğin?

Neler katmadı ki... Dünya para versem, böyle bir okula giremezdim. Benim içimde de bir şeyler varmış demek ki, ortaya çıktı. 2003’te Rıfat’a defilelere hazırlanırken yardım etmeye başladım...

* Bu evde ne kadardır oturuyorsunuz?

Erdal: 2001’de buraya geldik. İçinde virane bir ev olan ormanlık bir araziydi burası... Çıktık, başka yerlere baktık. Bir sene arayıp, bir şey bulamayınca burayı baştan yapmaya karar verdik.

* Yıkmadan bir ev yapabildiniz yani Rıfat Bey...

Aynen! (Gülüyor) Bu ev hem ilk mimarlık denemem oldu, hem de ilk dekorasyon denemem. Londra’daki evim de ilginçtir. Koyu yeşiller, kırmızılar, safirler... Mücevher renklerinden oluşur. O evi ziyarete gelen eski bir müşterimin, meşhur kulüp sahibi kocası “Muazzam burası...” diyerek bana kulübünü dekore etmemi teklif etti. Şimdi Londra’nın en lüks gece kulübünü tasarlamakla uğraşıyorum.

Pollini’nin teklifini para için kabul ettim

* Modayı bıraktıktan sonra Pollini’ye, Mavi’ye tasarımlar yaptınız. O niye?

Paraya ihtiyacım vardı. Bu eve çok para harcadım. Pollini’nin sahibi de Ferretti’ler... Aradılar bir gün. “Yeterince dinlendin mi? Yeni bir marka çıkarıyoruz, başına geçmeni istiyoruz” dediler. Tam zamanında geldi bu teklif. Dört sene Pollini’ye tasarım yaptım. Orada da çanta, ayakkabı, gözlük çizmekten sıkıldım. Benim zamanımda hiçbir modacı çanta, ayakkabı çizmezdi. O Hermes’in, Louis Vuitton’ın işiydi. Kıyafet provasından çok, aksesuar seçimleri vaktimi alıyordu. “Ben bunun için dönmedim moda dünyasına” dedim. İhtiyacım olan parayı kazanmıştım zaten. Bıraktım yine...

İlk yastıkları artan kumaşlardan dikmeye başladık çok ilgi gördü

* Yastık markası nasıl doğdu peki?

Bu evi dekore ederken hiç yastık bulamadık. Payetli, pullu, tüylü içleri kırpık dolu yastıklar vardı hep. İhtiyaçtan doğdu. Deneyelim, dedim. İlk önce koleksiyonlarımdan artan kumaşlardan dikmeye başladık, sonra Bodrum Pazarı’ndan, Kapalıçarşı’dan aldığımız kumaşlarla devam ettik. Yalıkavak’ta küçük bir dükkanla başladık, şimdi Londra’dayız. Altı ayda kar etmeye başladı Londra’daki mağaza... Müthiş gidiyor.
Erdal: Bir nedeni de tüm yazımızı burada geçiriyor olmamızdı. Aşağıda bir meşguliyetimiz olsun, gidip geleceğimiz bir dükkanımız olsun dedik. Tek dükkan diye başlamıştık ama iş yine büyüdü.

* Bir gün Yastık’tan da sıkılırsanız, ne yapacaksınız?

Sıkılmam. Erdal o işi aldı, götürüyor. Tasarımların çoğunu o yapıyor, son halini bana gösteriyor. İşletmeyi de iyi biliyor. Eski bir müşterim için yaptığım kulüp dekorasyonu bitsin, yastık işine daha ağırlık vereceğim. New York’tan, Saint Tropez’den, Paris’ten markanın temsilciliğini isteyenler var.

Ünlü modacının bilinmeyenleri

* Özbek, Londra’ya gittiğinde bir kişiyi bile tanımıyormuş. Otobüsten Piccadilly Meydanı’nda inmiş, ilk iş olarak kulağını deldirmiş.
* İngiliz Vogue’un başındayken Özbek’in küçücük dükkanını ziyaret eden Anna Wintour’un, modacının başarısındaki katkısı çok büyük.
* Her işe son anda karar verenlerden... “Küçükken bebeklere filan kıyafet dikmezdim. Modacı olmak gibi bir hayalim yoktu. Haşarı bir çocuktum” diyor.
* Batıl inançları yok. İspatı olan şeylere inansa da, başka gezegenlerde hayat olduğuna emin olduğunu söylüyor.
* Çocuk çok seviyor. İngiltere’de arkadaşlarının çocuklarına bakıyor, yeğenine tapıyor. Ama kendisi çocuk sahibi olmayı hiç düşünmemiş.
* En sevdiği mutfak İtalyan ve Türk mutfağı. En iyi yaptığı yemek makarna, somon ve risotto. İngiliz misafirlerine de sık sık kuru fasulye, pilav pişiriyor.
* Yalıkavak’a geldiği zaman Londra’yı, Londra’ya gittiği zaman Yalıkavak’ı özlüyor. Başka şehirlerde rahat edemiyor.




Haberin Devamı