İttihat ve Terakki sandığınız gibi değil...
Türk edebiyatının güçlü kalemlerinden, polisiye türünün ustası Ahmet Ümit'in ilk baskısı 250 bin olan yeni romanı Elveda Güzel Vatanım İttihat ve Terakki’nin 20 yılını ele alıyor.
926 yılının o hüzünlü sonbaharı... Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, genç cumhuriyet ayaklarının üzerinde durmaya çalışıyor. O büyük altüst oluşun içinde bir adam: Şehsuvar Sami… Bir zamanların İttihat ve Terakki fedaisi, şimdilerin yorgun komitacısı. Şehsuvar Sami’nin etrafında dönen amansız bir entrika. Bir yanda kaybettiği ama hiçbir zaman yüreğinden çıkartamadığı sevgilisi Ester, öte yanda yaşanılan tarihsel bozgun… Kaybedilen bir ülke, kaybedilen bir şehir, kaybedilen bir hayat. Ve aklında hep aynı soru: Devlet mi kutsaldır, yoksa insan mı? Ümit romanından bahsederken şunları söylüyor: “Roman tabii ki tarihi örgü içerisinde ama burada çok önemli bir aşk hikayesi var. Şehsuvar Sami yazar olmak istiyor ama devrime yakalanıyor. Ester diye bir Yahudi kıza aşık. O dönem Selanik nüfusunun yüzde 60'ı Yahudi. Nitekim Yahudiler bir devlet kurulacaksa bunu Selanik'te kurmayı öngörüyordu. Osmanlı yenilmese bu ideal gerçek olacaktı belki de. Dolayısıyla bütün hikayeyi aşk üzerinden anlatıyorum. Çünkü kız da şair, anarşist ruhlu biri. 1926 yılında Pera Palas'ta başlıyor roman. Çünkü artık her şey bitmiş, Şehsuvar Sami hesaplaşma içerisine giriyor, 45 mektup yazıyor kıza. Aynı zamanda birileri de Şehsuvar Sami'nin peşinde, bunun da polisiye entrikası var. Yani okuyucular bu romanı, hem aşk, hem tarih, hem politik - gerilim hem de casusiye olarak da okuyabilir. Çok katmanlı bir roman...”
Taraf tutup kayırmam mümkün değil. Hakikate ihanet bir yazarın yapabileceği en kötü şey.
Doğrudan giriş yapmak istiyorum sorulara; neden İttihat ve Terakki?
Tarih tüm romanlarımda yer alıyor ancak bütünüyle tarih olan romanım çok az. Dört yıldır bu eser üzerinde çalışıyorum. Cinayet teması ve geçmişle bağ kurmak ilk fikrimdi. Bir kere inanılmaz entrikalı bir dönem. 1926'yı anlatıyorum romanda. İttihat Terakki'yi anlatma nedenim ise günümüz. Bugün hala pek çok sorunla uğraşıyoruz. Bunun tarihte bir takım köklerinin olması lazım. Odaklandığım fikir şu: "Acaba bugün yaşadığımız sorunların hakikaten ne kadarı bugünkü problemlerden kaynaklanıyor? Ne kadarını geçmişten miras almışız." Çünkü İttihat ve Terakki dönemi demek Osmanlı'nın yıkıldığı, Birinci Dünya Savaşı'nın yaşandığı, cumhuriyetin kurulduğu çok çalkantılı dönem. Hem dünya hem de Osmanlı büyük fırtınalar içinde. Oradan da genç bir devlet ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bahsettiğim gibi bugünü anlamak için o döneme dönmek gerektiği fikriyle yazdım bu romanı.
Atatürk, İnönü, Adnan Menderes, Said-i Nursi, Mustafa Suphi... Atatürk'ü bu isimlerle ve entrikalarla yan yana getirince, Atatürk’ü eleştiren bir duruma düşmekten korkmadınız mı?
Kazananlar tarihi yazar ve bu resmi tarihtir. Dünyanın her yerinde böyledir. Dolayısıyla o kazananlara çok fazla dokunulmaz. Nesnel bir tarih anlatmaya çalıştım. Farklı kaynakları okuyarak kimlerin ne rolü var bunu aktarmak istedim. Cumhuriyeti kuran fikir İttihat Terakki'nin fikridir. Dolayısıyla sadece Mustafa Kemal değil Said-i Nursi, Mustafa Suphi, Celal Bayar, İsmet İnönü veya Adnan Menderes de İttihat Terakki'den geliyor. Bu bir roman ve insanları, karakterleri yargılamak gibi bir amacım da yok. Burada Mustafa Kemal, Abdülhamit, Talat ve Cemal Paşa var, hepsini anlattım. Taraf tutup kayırmam mümkün değil. Herkesin insani yönünü anlatmak istedim. Asıl amacım, o büyük tarihsel fırtınanın insanları nasıl etkilediğini yazmaktı.
Yargı yürütme basın özgürlüğü
Romanın penceresinden bakarak demokrasi ile ilgili olarak neler söyleyebilirsiniz...
Hepimiz demokrasiye inanıyoruz. Yargı, yürütme, yasama ve dördüncü kuvvet basının bağımsız olması demokrasi demektir. Bunlar yoksa ne derseniz deyin her şey palavradır. Niye gerekli anlatayım: Yürütme bir karar alır, yasama denetler. Yasamadan geçerse yargı bakar duruma. Daha sonra basın üzerine eğilir ilgili yasanın. Bunların olmadığı yerde demokrasiden nasıl söz edeceğiz? İttihat Terakki de böyle oldu; kimseyi takmadılar, çekip gazeteci öldürdüler, Ahmet Samim gibi, insanları döverek sopayla seçim kazandılar. Fakat diğer yandan İttihat Terakki tümüyle olumsuzlamak da yanlış.
Enver Paşa bir hayalperestti
"İttihat ve Terakki sandığınız gibi değil" başlığı sizi bozar mı?
Hayır bozmaz. Sandığınız gibi değil derken şöyle; ne kötü ne de iyi. Bir kısım, "İttihat Terakki korkunç, tüm kötülüklerin anası" derken diğer taraf, "İttihat Terakki şahaneydi" diyor. İttihat Terakki; yıkılmış imparatorluktan doğan, kafa yapısı o monarşinin eğittiği okullardan gelmiş askerler ve aydınlar tarafından yönetilen bir cemiyetti. Başlarda iyi niyetliydi. Yapmayı istediği şey ilerici bir hareketti ve bizde geç kalmış olan ulus-devleti kurmak. Fakat neden yapamadı: Koşullar korkunçtu. Bu kadrolar son derece tecrübesiz ve eğitimsizdi. Mesela Enver Paşa bir hayalperestti. Trablusgarp'a gidip İtalyanlar'a karşı çete savaşı veriyorlar. Hepsi cesur adamlar. Atatürk dahil tüm takım orada. İtalyanlar çıkamıyor oradan. Ama sonuçta kaybediliyor. Aynı anda Balkan Savaşı patlak veriyor. Enver Bey, “Burada hallettik bütün Müslümanlar'ı kendi bayrağımız altında topluyoruz, yeni bir devlet oluşturacağız” diye düşünüyor. Halbuki o sırada Müslümanlar İngilizlerle işbirliği içerisindeydi.
Enver Paşa ve Mustafa Kemal arasında problem vardı. 1918’de İttihat Terakki liderleri Alman denizaltısı ile ülkeden ayrıldı. 6 ay sonra Atatürk tarih sahnesinde çıkar.
Mustafa Kemal geri plandaydı
Peki Mustafa Kemal nasıl orada? O da hayalperest mi?
Hayır. Enver ve Mustafa Kemal arasında başından beri bir problem var. Enver Paşa daha önde. İttihat Terakki içerisinde de ilk dağa çıkanlardan biri. Dolayısıyla Enver ve Resneli Niyazi hürriyet kahramanı. Mustafa Kemal de İttihat üyesi ama daha gerilerde. 31 Mart 1909'da Hareket Ordusuyla beraber gelip ayaklanmayı bastırıyor, önemli bir rol oynuyor. Fakat tam Halkalı'ya geliyorlar, Mahmut Şevket Paşa ve Enver'den haber geliyor "Durun girmeyin" diye. Aslında girse Mustafa Kemal'in yıldızı çok parlayacak. Daha sonra da Enver ve Mustafa Kemal arasında süren bir çekişmeden bahsetmek mümkün.
Yazar da o çalkantılar içerisinde zaten. Hakikaten bir yazar siyasi arenanın içinde olduğunda ne kadar kendine sadık kalabilir?
Bu çok zor. İster sağcı ister solcu, ister cemaatçi olun. Eğer nesnel bakabiliyorsanız sizi hemen dışlarlar. Aidiyet duyduğunuz grup, sizden hep kendilerini anlatmanızı, yüceltmenizi isteyecektir. Ama bir yazarın etiği varsa onun aidiyeti hakikatedir. Aydın olmanın tanımlarından biri de bağımsızlıktır, herkese eşit mesafede olmaktır. Yandaş olacağınız bir tek şey vardır; adalet kavramı, doğa, canlılar ve hakikat. Öteki türlü, ezilen bir grup hatta, sizi etik olarak kötü bir yere sürükler. Parti, örgüt, din vs hiç fark etmez, bunlar bir gün biter. Ancak hakikate aidiyet sizi bağımsız ve ölümsüz kılar.
Peki İttihat ve Terakki'den günümüz siyasetine kalan neler var?
Ne yazık ki çok olumsuz örnekler var. İttihat Terakki önce Abdülhamid'i yıkıyor. Abdülhamid, meşrutiyeti ortadan kaldırıyor ve 30 yıllık baskı dönemi uyguluyor. Belki bunu çaresizlikten, işin içinden çıkmak için yapıyor. Tartışılır bunlar. Bütün dönemlerde koşullar çok ağır. Yıkılmış bir imparatorluğun enkazı var. Bunu görmemiz lazım. İttihat ve Terakki despotizme karşı çıkıyor, 'hürriyet, eşitlik ve kardeşlik' ilkelerini savunuyor bunların yanına adaleti de ekliyor. Ve gerçekten de 23 Temmuz 1908'de meşrutiyet ilan edildiği zaman Selanik'te bir gösteri oluyor. Bu gösteri bu topraklardaki en özgür gösteri. Türkler, Rumlar, Yahudiler... kim varsa bu ilkeleri savunuyor, ele ele yürüyüş yapıyor. Osmanlı birliği var. Ancak uzun sürmüyor bu hareket. İttihat Terakki daha iktidar olmadan baskıya başlıyor. Zalim dedikleri Abdülhamid gibi onlar da zalime dönüşüyor. Mazlum, zalim oluyor. Bu coğrafyadaki imparatorlar ve krallar çok güçlü. Hepsi diyor ki; "Biz yetkiyi kutsal olandan alıyoruz." Halklar da onları yarı tanrı gibi görüyor. Dolayısıyla kul kültürü oluşuyor. İttihat Terakki de buna devam ediyor.
Mustafa Kemal saltanatı kaldırıp cumhuriyeti ilan etse de kul kültürü algısı değişmiyor.
Balkanlar'ı gezmişsiniz kitap için. Orada öyle bir şey yok sanırım.
Tabii ki var. Ama ilk onlar kopuyor. Osmanlı yıkılmaya başlıyor, Yunanistan, Bulgaristan, Sırplar bağımsızlıklarını ilan ediyor. Bunların Avrupa'ya olan yakınlığı da önemli bir faktör. Belirli bir sanayileşme, birey gelişmi var. Bize doğru geldiğinde kulluk kültürü artıyor.
Bu kültür Adnan Menderes'i asıp idam edebiliyor ama...
Bunu halk yapmadı. Dikkat edin kul kültürünün olduğu yerde ayaklanma olmuyor. Bu kültürün kırıldığı yer Fransız İhtilali. Bizde de monarşi yıkılıyor ancak bunu yapan burjuvazi, köylü ve işçiler değil; askeri tıbbiyeliler, aydınlar, askerler, zabitler. Bu okumuş olanlar, "Ülke tıkandı. Osmanlı çürüyor. Bunun nedeni de biz Batı gibi olamadık, sanayimizi, demokrasimizi kuramadık. O yüzden kul kültürüne son verelim, padişahla yetkileri paylaşıp Meclis açılsın" diyorlar. Ama sonra giderek iş değişiyor ve iyice padişahı geri itiyorlar. Meclis’i ortadan kaldırıyorlar. Mesela 1913 Ocak'ında ilk darbe, Bab-ı Ali baskını oluyor. Bu yaptıkları Abdülhamid'din meşrutiyeti ortadan kaldırmasıyla aynı şey. Seçilmiş bir hükümet var, Enver ve Talat Paşa gidip dönemin başbakanına -Sadrazam Kamil Paşa- silah dayıyor.
Bildiğimiz darbelerin anası yani. Bizde halktan gelmiyor sıkıntı da bu. Romanın bu anlamda etkisi ne olacak?
Umarım tartışma yaratır. Kul kültürünü kırmadan bizden hiçbir şey olmayacak. Yunanistan'la kıyaslarsak; Bizde de orada da darbe oldu. Orada asker bir zaman sonra burjuvaları çağırdı. Sorunları çözemedik size iade ediyoruz dedi. Ancak burjuvalar , "Siz anayasayı ortadan kaldırdınız, yargılanacaksınız" dedi. Bizde ne oldu? Askere hemen evet dediler. Demirel'den Ecevit'e kadar bütün siyasetçiler böyle yaptı. Burjuvazi alkış tuttu.