Gazete Vatan Logo

İsmet Özel: Önce millet olduğumuzu ortaya koyalım

Şair, düşünür İsmet Özel “Eğer adam Almanya’da Türkiye’dekinden daha adam sayılıyorsa, bütün yabancı düşmanlığına rağmen, o adam niye terk etsin orayı?

Onun için millet olma meselesini ciddiye almamız lazım” diyor. Özel’e göre “Hiç kimse ‘Atatürk devrimleri olmasaydı Türkiye de olmazdı’ diyemez; ama herkes ‘İstiklal Harbi olmasaydı Türkiye olmazdı’ demek mecburiyetinde.”


İsmet Özel. Türk şiirinde ve düşün alanında, yaşarken kilometre taşı olmuş bir insan. Sözünü sakınmayan ama kelimeleri anlamın karşılık düştüğü yer ve sıralamada kullanmaya ihtimam gösteren bir dil ustası. Gazetecilerin hem korkulu rüyası hem de ”müthiş malzeme“ kaynağı. Görüşlerini beğenelim beğenmeyelim; giderek kes-yapıştır, çal-oyna, formatla-gazla, ayarla-ortala, kalıpla-yolla halinde devam eden ve kendi dilimizde orijinal ve kaliteli düşünsel ürünler kıtlığı yaşanan hayatımızda; özgün, buralı ve nev-i şahsına münhasır bir ses. İşte şair, yazar, düşünür, konuşur, gündem yaratır, çok sevilir veya nefret edilir İsmet Özel’in Türkiye ve dünya üzerine, içinde bulunduğumuz vaziyetlerle ilgili tarihi ve aktüel tesbitleri, gelecek beklentileri ve önerileri...

Bugün Türkiye’de sistemli veya sistemsiz herkesin bir bakış açısı ve bunları ifade etmek için kullandığı çeşitli kelimeler var. Bunlar çoğu zaman sıradan ve üzerinde düşünülmemiş oluyor. Sadece kendine ait olan cümlelerle konuşmak ve herkesin kendince ilgilendiği meseleye, yani kendi işine bakması daha anlamlı olmaz mı?
Olmaz. Aristoteles’in de dediği gibi ”Tek başına bir insan ya Tanrı’dır ya hayvan.“ İnsan demek bağlantılı demek. Kelimenin etimolojisi de buna açık. Ünsiyet sahibi insan, insan olması için yukarısı ile aşağısı arasında olduğunu bilmesi lazım. Ulvi ile süfli arasındaki bir kıstak, berzahtır insan. İnsan sebebiyle biz bu iki taraftan haberdar oluruz. Bu olmadığı zaman insan yoktur. İnsanı teşhis etmek için biyolojik varlığından yararlanıyoruz. Ama insanı biyolojik varlığıyla açıklamamız mümkün değil.

Böyle işinde gücünde normal insanlar azaldı da ülkemizde, ondan soruyorum.
Ben tam tersini düşünüyorum. Bir dünyaya doğuyoruz. Ben 19 Eylül 1944’te doğdum. Bana ne zaman doğdun diye sordukları zaman Amerikan askerlerinin Almanya sınırını geçtikleri zamanda doğdum diyorum. Çünkü ben savaş sonrası dünyasını biliyorum. Tam tersini, insanların nerede yaşadıklarını, onları oraya konduran şeylerin neler olduğunu bilmesinin işe yarayacağını düşünüyorum. ”Benim işim kürk“ diyor bir adam. Öbür adam da ”çevrecilik yüzünden sen lanetli bir adamsın“ diyor. Demek ki burada bir şeye karar vermek gerekiyor. Ben mesela 18 sene Fransızca öğretmenliği yaptım. Bir tek çocuk Fransızca öğrenmedi. Ben bunu işime başlarken de işimi bitirirken de biliyordum. Türkiye’de özellikle yabancı dil eğitimi veren okullar dışında dil eğitimi, o eğitim sonuç vermesin diye yapılıyor. Eğitimin her kısmı böyle.

Türkiye’de şiddetli sansür var
Bulunduğumuz yer neresi peki?

Aslında “Bulunduğumuz yer devam edecek mi?“ sorusu bulunduğumuz yerden daha önemli. Çünkü mesela Muz Cumhuriyeti diye bir laf var. Türkiye için de çok söyleniyor. Siyasi kadroların hiç ağırlığı olmayan insanlardan oluşması, onların orada göstermelik bulunduklarını açıklıyor. Hangi şartlar altında yaşadığımızı, bu şartların yerini neye bırakacaklarını bilmeden nefes alamayız. Mesela İstanbul’un bir Ortodoks başşehri olma potansiyeli üzerinde kafa yormamak en hafif tabiriyle dangalaklıktır. Ama dangalaklık ahlaksızlığı önlemez. Bir insan hem dangalak hem de anasının gözü olabilir.

İçinde bulunduğumuz durumun belirleyici noktaları var mı?
Elbette, Türkiye şu anda şiddetli bir sansür baskısı altında yaşayan ve gerçeğin yansıtılmasının engellenmesi konusunda olağanüstü tedbirlerin yürürlükte olduğu bir ülke.

Hepimiz suçluyuz, ben dahil
Türkiye’deki insanların bahsettiğiniz kötü durumdan bir sorumlulukları var mı?
Tabii, Türkiye’de zengini fakiri; okumuşu cahili de dahil olmak üzere herkes bu suçun içinde. Buna ben de dahilim. Razı olduğumuz şeyler ister istemez seçtiğimiz şeyler oluyor.

Neden seçiyoruz peki?
Bu, bulunduğumuz mekanda oturmak gibi bir şey. Bu gördüğümüz duvar kağıtlarını seçmiyoruz. Burada oturmak zorunda olduğumuzdan bu böyle. Oscar Wilde’ın son sözü ”Ben mi gidiyorum, duvar kağıtları mı“dır.

Neden kendimize böyle bir kötülük yapalım ki?
İki sebepten dolayı: Düşük ahlak bizi rahatsız etmiyor. Bilgisizlik bizi rahatsız etmiyor. Rahatsız etmediğinden dolayı da bu duruma evet diyoruz. Bazıları bu düşük ahlakın ve bilgisizliğin birer veri olduğunu kabul ederek hareket ediyor. Bunlar zaten böyle, dolayısıyla biz de böyleyiz diyorlar. Ben bu kanaatte değilim...

Peki yakın geçmişte de böyle miydik?Önce Türkiye’nin bir tarihi var mı yok mu onu anlayalım. Türkiye’de insanlar varlık endişesi içinde harekete geçtiler mi geçmediler mi onu anlayalım. İstiklal Harbi dönemi... Burada yaşayan insanlar bihaber, bigane değillerdir.

Halk torpil arıyor, ihale kapıyor
İstiklal Harbi’ne gelmeden...

Peki size Milli Selamet Partisi’nden örnek vereyim. Bu parti 1973 seçimlerine Adalet Partisi’ni bölmek üzere sokulmuştur. Bundan da kendi lehlerine iyi bir sonuç elde etmişlerdir. AKP’nin tohumları da o günden atılmıştır. Eğer MSP’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan ise, onunla anlaşmazlığını açıkça ortaya koyan da Korkut Özal’dır. O işler o günlerden gelmedir. Bugün olmadı o iş. Türkiye’de yaşayan insanların kıymetini kim bilmiyor, bu soruyu sormak lazım. Ben kocaman adamdım Kıbrıs Çıkarması yapıldığında. 30 yaşındaydım. Gözlerimle gördüm kadınların sandıklarından bileziklerini çıkarıp devlete bağışladıklarını. Ona neydi Kıbrıs? Ama yaptı bunu insanlar.

Bugün böyle bir şey olsa yine yapar mı insanlar?
Hayır. 30 senede bunu hallettiler. Halk, sadece torpil arayan, görevden kaytaran, ihaleyi kapan, müşteriyi uyandırmayan insan haline geldi.

Bu kadar kısa zamanda böyle bir şey mümkün olabilir mi?
Bu, oluşmakta olan bir şeydi. İnsanların beklentilerini tahrip etmenizle alakalı. Şimdi eğer 27 Mayıs 1960 sabahı Silahlı Kuvvetler seçilmiş insanları yargılamasaydı, Salim Başol’un cümlesi herkesin dilindedir ”Sizi buraya tıkan kuvvet bunu istiyor“ demişti. Onları yargılayan hakim bunu söyledi. Eğer 27 Mayıs olmasaydı, öbürlerini boşver, öbürleri tıngır mıngır şeylerdi...

Olur mu hiç? 1980 hiç de tıngır mıngır değildi...
80 en ucuzuydu. ”Our boys“ cevabını almıştı fıstıkçı Carter, kim yaptı darbeyi diye sorduğunda, ”Our boys.“ Bu ne kadar ciddiye alınacak bir şey. O zamanki hangi generalin oğlu şimdi Irak’ta petrol ticareti yapıyor?

Bütün bu anlattıklarınız gerçekleşmeseydi, içinde bulunduğumuz durum bugünkünden çok farklı olabilir miydi?
Olmamış şeyler üstüne konuşamayız. Ama Papa’ya ateş eden insanın Türkiye’den seçilmesi ezbere bir şey değil. Bir şeyler dünyada birileri tarafından yönlendiriliyor.

Entelektüel beyaz casuslar
Türkiye’nin bu durumdan çıkması gibi bir şansı var mı?
Bu tamamen karar vermekle alakalı. Avrupa Birliği içinde Türkiye’nin ombdusmanı kim? Yunanistan. Ben Atina’ya gittiğim zaman Türk-Yunan Konfederasyonu fikrinin yaşadığını gördüm, gözlemledim. Türkiye’de bazı entelektüel beyaz casuslar bu işin tamamen bilincindeler. Ama Avrupa Birliği’ne girmek meselesi kısmi bir Türkiye göz önüne alındığında ”realisable” bir şey.

Yani Güneydoğu meselesi..
Güneydoğu’daki adam ne yapsın? Öbür türlü yaşatırlar mı onu orada. Bu hakikaten can meselesi. Ama Lozan’dan sonra İngilizler Kürtler’in yaşadıkları bölgelerin Ankara karşısında her zaman bir koz olarak kullanılması politikasını elden hiç bırakmadıkları için bu iş bu duruma geldi. Türkiye’de çok taraflı çatışma düşmanların işe yarıyor. Kutuplaşma Türkiye’nin geleceğini karartma kararı alanların işine yaramaz. Çünkü kutuplaşma görüntüsü manipülasyonun farkına varmayı kolaylaştırır. 12 Eylül’den önceki çatışma ortamındaki gibi insanlar ”gürültü kalksın da gerisi ne olursa olsun“ diyecek duruma getirildiler. Ekonomik hiçbir dayanak kalmadı. Uluslararası ekonomik planlara hayır diyecek hiçbir gücü kalmadı. Sadece sıcak parayla dönen bir ekonomi var. Siyasi kararlar kötü bir çatışma ortamı yarattığında ”Bundan sonra Marmara ile Ege bölgesi Avrupa Birliği’ne giriyor. Geri kalan bölgelere de sonra bakarız“ denilecek. Ve insanlar ”Eee tabii“ diyecek. Demiyecek mi?

O kadar da değil...
Almanya’da, Avrupa’da, kısmen de Amerika’da yaşayan insanlar niye geri dönmüyorlar? Kala kala Türkler kaldı. Çünkü Türkler’in gidecekleri yer yoktu. Buraya geldiklerinde Almancı diye yolmaya çalışıyorlar. Buradan gittikleri sırada Türkiye’nin ne olduğunu da bilmeden gittikleri için, geldiklerinde ”Aaa burada da muz varmış“ diyen insanlar var. ”Biz kimiz, neyiz?” meselesi var. Eğer adam Almanya’da Türkiye’dekinden daha adam sayılıyorsa, bütün yabancı düşmanlığına rağmen, o adam niye terk etsin orayı? Onun için bizim burada millet olma meselesini ciddiye almamız lazım.

Ulusalcılıkla AKP aynı çamur
Şu anki siyasi atmosferi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ulusalcılıkla AKP’lilik aynı çamur. Demokrat Parti iktidardayken cami kürsüsünden birisi, CHP ve Demokrat Parti için ”aynı dışkı ortasından kağnı tekerleği geçmiş“ demişti. Türkiye’de bugün laik, anti-laik, AKP ve diğerleri gibi bir ayrım yapılıyorsa, bu aynı mekanda oynayanlar arasındaki ayrımdır. West Side Story’deki beyaz çocuklarla Porto Ricolular arasındaki ayrım gibi bir şey bu..

Peki seçimlerde yeni bir yöneliş olur mu?
Asla olmaz. Bu yapı içinde imkansız. Türkiye’de gerçekten tercih alanın doğması lazım.
nBu alanı Türkler kendileri mi yaratacak?
Tabii ki evet. İnsanlar şu anda karar verme kalitesinde değiller. Ancak karara uyma kalitesindeler.

Peki karar verme kalitesine geldiklerinde karar verecekleri alanlar da oluşmuş olacak mı? ”Ata binen Türk atasını tanımaz“ diye bir atasözü var.
Oradaki Türk bizim yeniden tarif etmeye çalıştığımız Türk değil. Çünkü Ortadoğu’da kaba saba kalın kafalı ve eğitim görmemiş insanlara Türk denildiği bir dönem olmuştur. Keykavus bir eserinde ”Türklerle tavla oynama“der. Çünkü yenildiğinde tavlayı kafana geçirir der. Bu doğrudan medeni- barbar ilişkisi ile alakalı.Türk Türk’e boyun eğmez. “Al turpu vur Türk’e yazık oldu al turpa“ demiş bizimkiler. Çünkü o zamanlar öyle bir Türk söz konusu. Bugün İslamdan kopuk bir Türklük tahayyül etmek iyi niyet örneği değildir. Bu bilhassa isteniyor. Şu anda bayrak olarak bildiğimiz bir şey bizim Orta Asya’dan getirdiğimiz bir şey değil. Bayrağı biz burada edindik, yaptık. Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını Atatürk devrimleri izah etmez. Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını İstiklal Harbi izah eder. Hiç kimse ”Atatürk devrimleri olmasaydı Türkiye de olmazdı“ diyemez. Herkes ”İstiklal Harbi olmasaydı Türkiye Cumhuriyeti olmazdı“ demek mecburiyetindedir. Bunun aksi telaffuz bile edilemez.

Temel alacağımız nokta İstiklal Harbi’dir
İstiklal Harbi’ni esas mı alıyorsunuz?

Bence ayağımızı basacağımız yer İstiklal Harbi’dir. Başlangıç noktası. Buradaki tüm artıları eksileri hesaba katmamız lazım. Mesela İstiklal Marşı’nın kahraman ordumuza ithaf edilmesi kesinlikle tesadüf değil. Büyük bir yıkım ve yılgınlık vardı. Ordunun dirilişi her şeyin toparlanmasına imkan verdi. Ben şunu söylemekte pervasızlık yapıyorum ama söylememeyi de ahlaksız sayıyorum: İstiklal Marşı’nın ithaf edildiği ordu ile 27 Mayıs 1960 sabahı idareye el koyan ordunun aynı olma ihtimali çok düşüktür.

Dil ve din işleri ayrılamaz
Şiir olmadığı için çok şey başımıza geldi demiştiniz...

Dilimizle de, şiirle de alakalı bir şey bu. Dil çıkış noktası. Neyi nasıl niçin söylediğimiz konusunda bir açıklığa varsak meselenin çoğu halledilmiş sayılır. Dile karşı yapılan şeyler aslında dine olan muhalefeti gizlenmek için yapılan şeylerdir. Normalde Türkçenin varlığının neye mukabil olduğu bilinmiş olsa hadise kolaylıkla hallolur.

Keşke böyle olsa...
Meşru demek, şeriata uygun olmak demektir. Türk olmak meşru bir hayatın üstünlüğünü göstermekle mümkün. Türkiye vatan oluşunu Darül İslam oluşuna borçludur. Dolayısıyla İslam’dan uzaklaştıkça vatan olmaktan da çıkacaktır. Biz Cumhuriyet’le 1839’da elden çıkardığımız dinimizi geri aldık. 1928’de Latin harfleri kabul edildi. 29’da liselerden Arapça dersi kaldırıldı. Dini dilden, dili dinden ayırmak mümkün değildir. Dünyada millet oluşunu dinine borçlu tek devlet Türklerdir. Biz Arapça ve Farsçanın rolüyle yükselmiş bir dile sahibiz.
Fikret olmasaydı, Ece Ayhan olmazdı

Peki şu anda konuştuğumuz dil?
Kelime hazinesi ve söz dizimi bakımından çok yüksek ve farklı bir dil konuşuyoruz. Çok şükür ki Türkçe yazıyoruz. Bugünün diliyle Tevfik Fikret ya da Cenap Şehabettin olmaz. Onların dili bugün bizim konuştuğumuz dil ya da divan edebiyatının dili değildir. Batı baskısı altında varlığını kaybetmemeyi başaran bir Türkçedir. Onların başarıları olmasaydı ne Ece Ayhan olurdu ne de Behçet Necatigil. Şimdi kriz dönemindeyiz. 40 yıldır Turgut Uyar’ın “Çıkmazın Güzelliği” yazısından itibaren bir kriz yaşıyoruz. Çıkış mümkün mü? Ya çıkmaz sokağın duvarı delinecek ya da çıkmaz arkaya alınıp dönülecek. Krizdeki hasta ya mezara yön tutacak ya da kapıya doğru. O kapı Tevfik Fikret ve Cenap Şehabettin’in açtığı kapıdır. Biz o kapıdan kimbilir nerelere çıkacağız. Itri’nin Nefi’nin yaptıklarını anlamadan milli bir hareket yürütemeyiz. Bunlar, ufukları ait oldukları insanların, milletin akıbetiyle belirlenmiş insanlardı.

Haberin Devamı