İki anne bir çadır...
Tatile çıkmaya karar vermemle kapının önüne bavulumu koymam arasında siz deyin 10 ben diyeyim 15 dakika ya vardır ya yoktur. Bu sefer de öyle oldu apar topar karar verip bavulumuzu yaptığımız gibi Antalya’da kimsenin bilmediği bir bölgenin yolunu tuttuk. Bu sefer rotamız ağaçların arasında akan bir göl kenarına kurulmuş çadır kampımız. Üstelik bu atların, ördeklerin, tavukların gezdiği kampta isterseniz yine ağaçların arasında klimalı kütükten evlerde kalabiliyorsunuz. Biz şanslıydık onlardan birini bulabildik ya da şanslı olan yıldızların altında suyun hışırtısıyla göğü izleyerek uyuyan diğerleri miydi? Hayır size bu yerin adını veremeyeceğim, bazı yerlerin de bakir kalmaya ve ‘’kirlenmemeye’’ ihtiyacı var.
İlk gece karşılaştıklarım
Bütün gün kayalıklarla çevrili sakin denizde yüzüyoruz, insanlarla şakalaşıyorum, pek kimseyi tanımama gerek yok burada. Aynı tatil anlayışında olmanın getirdiği ortak dille takılıp duruyoruz. Kampın bulunduğu köydeki kadınlar tarafından yapılan yemeklerin yendiği yemekhanede, yemeğimi yedikten sonra insanlarla kaynaşmaya başlıyorum. İlk gecemin kahramanı Keşanlı Ali Destanı’ndaki müzik diröktörümüz ünlü piyanist Çiğdem Erken’in ablası olduğunu öğrendiğim Sedef Erken Sanlısoy oluyor. Sedef müzisyen Ogün Sanlısoy ile evli ve Ozan adında otizmli bir çocukları var. Ozan Türkiye’de diğer milyonlarca otizmli çocuk gibi hakkı olan yeterli eğitimi alamıyor. Ya ağır otizmli arkadaşlarıyla okumak zorunda ya da devletin diğer okullarında ‘normal’ arkadaşlarıyla onun konusuna aşina ve eğitimli öğretmenleriyle... Maalesef Türkiye’de çoğu okuldaki öğretmenler ne otizmli çocuklara aşina ne de bu konuda sebat edecek durumdalar. Onların savaşı da bu noktada başlıyor. Gittikleri çoğu okul ellerinde kaynaştırma raporu olmasına rağmen ya kapıdan çeviriyor ya da eğitime alıp bir süre sonra kapıyı gösteriyor. Sedef savaşçı, yılmıyor, işi İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar götürüyor. Henüz bir sonuç almış değil, yanındaki üç beş yandaşıyla ve akıl fikir sahibi medyanın desteğiyle mücadelesine devam ediyor. Sosyal medyada günün konusu oluyor ve bir anda Ozan ve Ozan gibi çocukların eğitim hakkı için imza kampanyası 20 binlere ulaşıyor. İşte ben de olaya o noktada dahil oluyorum. Ve Ozan hafızama hiç çıkmamak üzere kazınıyor. İlk gece herkes sosyelleşmeye başladığı vakit benim gönlüm el vermiyor, Ozan uyurken başında bekleyen annesinin yalnız kalmasına ve soluğu çadırlarında alıyorum. Elimizde biralarımız başlıyoruz birbirimizin hikayesini dinlemeye...
Drama Queen mi dedin?
Boşandığım günden beri insanların benimle ilgili ‘Hiç derdi tasası yok oh maşallah’ söylemlerinin aksine içimde bir dolu trajedi yaşayan ben başlıyorum bir bir anlatmaya. Ben anlattıkça Sedef şaşırıyor, üzülüyor ve bana yol göstermeye başlıyor. Ben anlattıkça rahatlıyorum, o ise üzerine farkında olmadan aldığı yükle hüzünleniyor. Dert paylaşmak bir tarafı rahatlatırken diğerine yük bindirir her zaman. Sıra onun yaşadıklarını dinlemeye geldiğinde hafif utanıp ‘Benimki de dert mi?’ durumuna geçiyorum ve halimle oracıkta barışıyorum. Evet yalnız genç bir anneyim, kendim büyümemişim daha ve kocaman bir sorumlulukla ‘ortada kalmışım’ gibi hissediyorum. Ama bana bakan koca koca gözleriyle, beni de büyüten sağlıklı, tatlı bir çocuğun sahibiyim. İyiki de yapmışım O’nu, her ne şekilde girdiyse de hayatıma hoşgelmiş diyorum. Sedef’te Ozan’ı kucağına ilk aldığında günlerce şükrediyor, “Allah’ım ben ne yaptım da bana bu güzellikleri yaşattın” diyor. Aslında Sedef hâlâ yaşadığı onca şeye rağmen şükrediyor. Onunla kendini tanıdığını, kişiliğinin yumuşadığını, başkalaştığını söylüyor, ‘’Tıpkı bazı bitkilerde olduğu gibi, yalnızca çiçek açmıyor şifa da veriyor Ozan bana‘’ diyor. Gerçekten öyle pamuk gibi bir insan. Müthiş bir ilişkileri var Ozan’la. Hiç yorulmadan peşinden ayrılmıyor, onunla koşup onunla sosyelleşiyor. Ne kendini eve kapatıyor ne de kadere isyan ediyor. Hayat ne getirdiyse tebessümle karışık gelişine yaşıyor. Tüm bunları yalnız başına yapıyor. Ne ona yardım eden bir dadıyla ne de başında yılmadan bekleyen bir kocayla. Hep öyle değil mi zaten! Çocuk olur ve sorunuyla trajedisiyle bütün yük annenin omuzlarına çöker. Sonra bir bakmışsın ortaya getirdiğin sanat eseriyle yalnız kalmışsın, çoğu sanatçı gibi... Şimdi de yalnız bir müze bekçisi gibi bakar durursun etrafa ve bitip giden hayatına...
Otizm nedir? Nasıl anlaşılır?
Üç yaşından önce başlayan ve ömür boyu süren, sosyal ilişki kurmayı engelleyen sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol açan beynin gelişimini etkileyen bir rahatsızlıktır. Tam tedavisi yoktur, eğitimle normalleştirilebilir. Kelime anlamı onları çok iyi betimler Otizm ‘kendine dönük yaşayan’ anlamındadır. Otistik çocukları yersiz tepkisel hareketleriyle anlayabiliriz. Kucağa alınmak istendiğinde kollarını kaldırmamaları, uykudan sürekli ağlayarak, bağırarak kalkmaları, üst değiştirmek, yıkanmak, yemek yemek gibi rutin hareketlere sert tepki vermeleri ve göz temasından kaçınmaları gibi...
Sedef’in kaleminden “İnsan çadırda uyuyunca”
- İnsan çadırda uyuyunca, barınmak için ne kadar az alana ihtiyaç olduğunu, etrafını çevirip ‘bizim’ diye sahiplendiğimiz alanlara ne kadar gereksizce bağlandığımızı anlıyor.
- İnsan çadırda uyuyunca, giyinmek için ne kadar az kumaşa ihtiyacımız olduğunu anlıyor. Ve gerisinin tamamen maskelerin kostümleri olduğunu.
- İnsan çadırda uyuyunca, bazen durmanın gitmekten daha çok ‘yol’ olacağını anlıyor ve koşmanın yoruculuğuyla baş etmeye çalışmanın faydasızlığını.
- İnsan çadırda uyuyunca, yapması en zor sandığımız şeylerin örneğin ‘çekip gitmenin’ ya da ‘kalmanın’ en kolay olduğunu ve bir kaplumbağanın bunu her an yapıyor olmasının keyfini anlıyor.
- İnsan çadırda uyuyunca, çalışmanın her zaman bir şeylerle meşgul olmak değil bazen daha zor bir şey yapmak yani ‘hiçbir şeyle meşgul olmamak’ olabildiğini anlıyor.
- İnsan çadırda uyuyunca, dere kenarından gelen bir kurbağa sesinin bazen en güzel aşk şarkısına bedel olduğunu anlıyor.
- İnsan çadırda uyuyunca, minik bir oğlan çocuğuna büyük bir aşkla bağlanmanın çok güzel ama tüm yüzlerinle yüzleşmek zorunda kaldığın zorlu tuzaklarla dolu bir yürüyüş olduğunu anlıyor.
- İnsan çadırda uyuyunca, yüce bir ağaç altında yatıp cırcır böceklerini dinleyerek yıldızları izlediğinde, tümünün seninle sessizce konuştuğunu ve kendi iç sesini daha iyi duyduğunu anlıyor.
- İnsan çadırda uyuyunca, her şeye rağmen her gün yeni bir sabaha uyanabilmenin yeterince büyük bir mutluluk olduğunu anlıyor.
- Ve insan çadırda uyuyunca, bazen insanın hayatla güreşirken sırtının yere gelmesinin, aslında yenilgi değil, gökyüzünü ve yıldızları izlemek için iyi bir fırsat olduğunu anlıyor.