Endişeli prensesin hüzünlü günleri...
Holywood'un en güzel kadınlarından, ismiyle müsemma zarafet timsali, Alfred Hitchock'un gözdesi Grace Kelly, 1956 yılında Monaco Prensi III. Rainier'le evlendiğinde düğün dönemin masal düğünü olarak dillerde destan olmuştu. 'Monaco Prensesi' asrın düğünü olarak adlandırılan düğünden beş yıl sonra peri masalının devam edip etmediğine bakıyor. Eski aktris, yeni prenses Grace çoluk çocuğa karışmış, evliliği de Monaco da tehdit altındadır.
Endişeli prensesimizin bu gamlı günlerinde Hitchock imdada yetişir ve Kelly'e 'Marnie' filmi için teklif ettiği rolün hayatının rolü olacağını söyler. Kelly bu teklifin cazibesine kapılır çünkü prenses de olsa özgüveni dibe vurmuştur. 'Herşeyi yanlış yapıyorum' diyen kafası karışık, ağlak bir küçük kız gibidir. Onun Amerikalı 'görgüsüzlüklerine' burun kıvıran Avrupa aristokrasisi ve kocasıyla temelden sarsılmış fırtınalı evliliğini artık taşıyamamaktadır. Akıl hocası ve sırdaşı rahip Frank'e gittiğinde Frank her aktrisin hoşuna gidecek ve onun hayatını belirleyecek cümleyi söyler: 'Sen buraya hayatının rolünü oynamaya geldin zaten'. Kelly prenses rolüne tekrar konsantre olmalı ve tüm asaletiyle dünya sahnesinde canlandırmalıdır.
Grace'in seçimi
Grace Kelly'nin bol yıldızlı hayatını anlatmak cazip ama iddialı bir girişim. İki kez Oscar adayı gösterilmiş ve Alfred Hitchcock'un Arka Pencere gibi efsane filminde bir dönemin tüm erkeklerini kendine aşık etmiş Kelly 26 yaşında hepsini elinin tersiyle itip Monaco'ya taşınınca beyazperde de bir daha da arzı endam etmedi. 1950'lerin katı dünyasında henüz 'çocuk da yaparım, karıyer de' demek star da olsan kolay dengelenecek bir durum değildi kadınlar için. Film bu ikilemi, 'Grace acaba pişman olmuş mu? Eli sıcak sudan soğuk suya değmese de sinemanın ölümsüzleştirici performanslarını özlemiş mi?' sorularıyla biyografinin sınırlarını zorlayarak kurmacaya taşıyor. Ancak hikayenin anlam bütünlüğünü bozmadan bunu başardığı söylenemez. Grace'in asıl hikayesi ve karakterinin gizemi siyasi komplolar, ailevi sorunlar ve romantizm arasında kaybolup gidiyor.
Ölümüne 20.000 gün
'Dünyada 20.000 gün' rock ozanı Nick Cave sevdalılarının izlemeye doyamayacağı, zamanla insanın içinde büyüyecek bir film . Filmi izledikten sonra Push the Sky Away albümünün her bir parçasını, sözlerine ayrı, müziğine ayrı kendimi bırakarak, bambaşka bir hisle dinledim. Cave'in tuhaf, gizemli, kederli dünyasının derinliklerine dalmış olma hissini yeniden yaşadım.
Filmin en çarpıcı anı finaldeki hatırlatmada: hepimizin dünya üzerindeki günleri sayılı. Her günü buna göre yaşamak gerek. Bu duyguyla yazılan sözlerin, söylenen parçaların, çalınan gitarların anlamı doğrudan insanın yüreğine işliyor. Alışık olduğumuz belgesellerden farklı olarak burada Cave film boyunca Siyah jaguarında, direksiyon başında kader arkadaşları olan diğer müzik devleriyle hayat üzerine tefekkürlere dalıyor. Kylie Minogue'un Cave'e unutulmaktan korktuğunu anlattığı sahne ve benzer duygudaki diğer sahneler sanatçının ölüme karşı gizli silahı olan yaratıcı ruhunun direnişini özetliyor. Sizi yerinize mıhlayabilir.