En güzel manzara Galata ile Unkapanı arasından seyredilir
Ahmet Hamdi Tanpıhar’ın Huzur romanında “Birbirimizi mi yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz” der Nuran, Mümtaz’a...
Çünkü İstanbul tarihî eserleri kadar aynı zamanda Boğaz’dır. İçinden deniz geçen, bu yüzden gün içinde ışığın türlü türlü oyunlar oynadığı bir şehirdir. Günbatımı da gün doğumu da bir başka türlü yaşanır. Ancak akıp gitmeyen trafikte ya da koşturmada unuturuz onun gün içinde geçirdiği bu değişimi. Bir de galiba her ne kadar Yahya Kemal “Sana tepeden baktım aziz İstanbul” dese de nereden bakacağımızı pek bilmeyiz bu güzel şehre. İşte biz de bir İstanbul aşığı, uzmanı olan İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde İstanbul dersleri veren, aynı zamanda efsane Üç Hürel müzik grubunun üyesi sıfatını taşıyan Haldun Hürel’le yeni kitabı “Anlat İstanbul”dan hareketle İstanbul’a baktık. Yedi tepesini öğrenip en güzel manzaralarını görelim diye... Ve karşımıza Ramazan süresince İstanbul’u gezip yeni keşiflerde bulunabileceğiniz keyifli bir rehber çıktı.
İstanbul’un pek çok sıfatı, tanımı vardır, ama en çok “Yedi tepeli şehir” denir. Ama kimse de sormaz “Nerededir bu tepeler?” diye... Söyler misiniz, şiirlere, şarkılara yazılan bu tepeler nedir?
Değil mi, herkes böyle der ama kimse tam olarak bilmez. Hatta bilenler bile bu yedi tepeyi karıştırır. Bir kere yedi tepenin yedisi de Tarihi Yarımada’dadır. Yani Sarayburnu’ndan başlayıp surlara kadar uzanan, üçgen yarımadada... Tüm dünyada İstanbul’un bu bölgesinden “Tarihi Yarımada” diye bahsedilir. İşte bu bölgedeki en önemli tarihî yapıların olduğu yerler de İstanbul’un tepeleridir. Çünkü tepeye yapılan bir bina daha görkemli durur. İlk tepe; Topkapı Sarayı’nın olduğu yerdir. Buradan batıya doğru yürürseniz, önünüze bir direk çıkar: Çemberlitaş. Burası da ikinci tepenin olduğu bölgedir. Bizans döneminde burası Senato Meydanı’ydı, yani başkentin kalbiydi. Yürümeye devam edin, Beyazıt’a gelirsiniz. İşte üçüncü tepe burasıdır. Fatih’in ilk sarayı ahşaptı ve buradaydı...
Yani İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu yer...
Evet ve tabii Süleymaniye Camii’nin... Dördüncü tepe ise; Fatih Camii’in olduğu yerdir. Burada da eksiden bir Bizans kilisesi vardı. Fatih İstanbul’un fethinden 14 yıl sonra yıktırmış ve Fatih Camii’ni yaptırmıştır. Beşinci tepe ise en muhteşem tepedir. Çok güzel bir manzarası vardır ve Yavuz Selim Camii’nin bulunduğu yerdir, Fener Rum Patrikhanesi’nin hemen üstüdür. Altıncı tepe ise en yüksek olanıdır, Edirnekapı’da Mihrimah Sultan Camii’nin olduğu tepe... Altı tepe Haliç’e bakar, yedinci tepe ise Marmara’ya bakar. O da Cerrah Paşa Camii’nin olduğu yerdedir. Bizans döneminde burada Avrat dikili taşı vardı. Bu taş 1700’lere kadar kalmıştır. 50 metre boyunda dev bir sütunmuş, ama depremlerle yıkılmış, şimdi sadece kaidesi duruyor.
Peki bu tepelerin yüksekliği ne?
Aslında tepe değil bunlar yükselti demek daha doğru olur, çünkü en yükseği 76 metredir ve her birinin arasında 20-30 metre fark vardır.
Bu durumda İstanbul’un ünlü silueti bu tepelerden ve onun üzerindeki eserlerden mi oluşur?
Son tepe hariç, ilk altı tepe İstanbul’un siluetidir ve en güzel Üsküdar’dan seyredilir. Ama bir de Galata’da, Balık Pazarı ile Unkapanı arasındaki yaydan... Bu bölge ne yazık ki bugün çok pejmürde bir halde... Tüm eserleri elinizle dokunacakmış gibi yakından görürsünüz. Eskiden buradan yedinci tepe de görünürmüş, ama Menderes döneminde yapılan yüksek binalar sağ olsun artık görünmez olsun.
Gün batımını Üsküdar’dan, doğumunu Beylerbeyi’nden izleyin
Sizce kaç sularında buradan Tarihî Yarımada’ya bakmak daha güzel olur?
Güneşi Süleymaniye Camii’nin tam arkasına geçmiş yakalarsanız, hele hele geçiş an’ı muhteşem olur. Güneş ardında tamamen kaybolduğunda Mimar Sinan’ın bu güzel eseri kapkara olur. Ama işte ne özel bir eserdir ki gölgesi bile görkemlidir. Tabii güneşin batışını Üsküdar’dan seyretmek her zaman güzeldir.
Peki gün doğumunu nereden seyredelim?
Boğaz’dan ama Asya yakasından... Beylerbeyi, Vaniköy kıyısından... Çünkü o zaman Avrupa yakası parlak ışıklarla bezenir, sarımsı ama yakmayan ışıklardır bunlar. İşte o zaman İstanbul bir düşün içinde gibi parıldar. Tarihi Yarımada, Cihangir, Topkapı nefis görünür... Tabii Piyer Loti de her zaman hem gündoğumunun hem de batımının keyifle izlendiği mekanlardandır. O bölgede Ayvansaray’da Molla Aşkı Camii’nin yanında pejmürde bir arsa vardı. Düzeltilsin diye yıllarca mücadelesini verdim, seyirlik bir İstanbul balkonu yapılsın diye... Şimdi orası bir park yapıldı ve çok güzel oldu. Oradan seyredilecek İstanbul manzarası emin olun Piyer Loti’ye kafa tutacaktır; Yavuz Selim, Balat vadisi, Fener, Tarihî Yarımada’nın en ucu yani Topkapı Sarayı ayaklarınızın altında bir halı gibi serili durur. Buradan günbatımı da seyredilir ki Haliç’te günbatımı çok güzeldir.
Topkapı Sarayı’ndan seyretmek istesek... Hangi noktayı önerirsiniz?
Topkapı Sarayı’nın en son yapılan binasını, Mecidiye Köşk’ün balkonunu. Ama saat yediye doğru, el ayak çekilirken durun bu balkonda. Arkanızda Abdülmecit’i hissedebilirsiniz... Aynı şekilde Rumeli Hisarı’ndaki Halil Paşa Kulesi’ni de öneririm. Buraya çıkmak mümkün değil. Ben yıllar önce ok atılan yerinden Boğaz’a bakmıştım ki hâlâ unutamam. Yirmi metre yukarısı kimbilir nasıldır diye hayal edip durmuştum. Oysa bir zamanlar üstüne çıkılırdı, hatta içinde bir dönem asansör bile varmış. Vaniköy’deki Adile Sultan Sarayı... Buradan seyredilen Boğaziçi manzarası muhteşem olur, size baygınlık bile geçirtebilir ama öğleye kadar.
Sizce İstanbul’un sürprizleri neler?
İstanbul sürekli sürpriz yapar. Aynı yerin önünden yüz kere geçin, yüz birincide yeni bir şey keşfedersiniz. Mesela merdivenleri... Yokuşları çok olduğu için merdivenleri de çoktur İstanbul’un. Merdivenli yokuş sayısı 1500 kadardır. İçlerinde çok güzel olan merdivenler vardır, Galata’daki, Kamondo merdivenleri gibi... Eskiden burada Ceneviz Valisi otururmuş. Sekiz şeklinde açılıp kapanan merdivenlerdir. Tırabzanlarına oturulabilir, o yüzden hep birilerini soluklanırken bulursunuz. Sonra Üsküdar’da Mihrimah Sultan Camii’nin arkasında çok güzel merdivenli bir yokuş vardır. Bir tarafında ahşap evler, duvarlarından salkım saçak bitkiler sarkar, diğer tarafında camii ve hemen onun ardında da Boğaz... Merdivenli bir yokuştur ve çok diktir. Yokuş, Kanuni Sultan’ın kızı olan Mihrimah’ı büyüten kadının (dadısının) evinin olduğu yere çıkar.
En Batılı cadde Nişantaşı’nda değil, Caddebostan’da...
Bunlar Osmanlı’nın tarihî geçmişini anlatan noktaları. Peki sizce İstanbul’un en Avrupai, Batılı yanı neresi... Mesela en Batılı caddesi?
Tahminlerin aksine Nişantaşı değil. Hatta Cadde-i Kebir yani İstiklal Caddesi de... Burası hâlâ tarihi ve otantik bir cadde. Her ne kadar çağdaşlıkla eskiyi buluştursa da... Bence İstanbul’un en Batılı, Avrupai caddesi bir zamanlar cadıların yol kestiği Cadı Bostan yani Caddebostan’dır. Bağdat Caddesi’dir. Bir kere çok şık bir caddedir burası. İnsanın gözünü hoş tutar, pejmürdelik yoktur. Kaldırımları uluslararası standartlara uygundur. Ama ne yazık ki tarihten kopartılmıştır, her ne kadar Çatalçeşme, Erenköy Camii gibi eserleri barındırsa da... Ama şıktır ve Nişantaşı onun yanında çok lokal kalır.
Peki ya en Doğulu, şark caddesi?
Kafesçi Yumni Sokak. Ayvansaray’da... Kıvrımlıdır, bütünüyle ahşap evlerle doludur iki yanı. Hemen karşısında Bizans surları, onların hemen altında Osmanlı mezarlığı vardır. Yani Doğu’nun çelişkilerini, iç içe geçmişliğini barındırır. Onun altında bir kapı vardı, bu kapı kara surlarının son kapısıdır. Küçüktür hatta başınızı eğerek geçersiniz, orada da Hz. Muhammed’in süt kardeşinin mezarı vardır. O kadar otantiktir. Kapıdan çıktığınız anda da ayağınız Eyüp sınırlarına girer.
Yürüyecek yol yok!
İstanbul güzel bir şehir... Her daim gezilip keşiflerde bulunulması gereken. Ancak yürümesi çok zor, kaldırım yok. Sizce yürüyüş yolları neresi?
Nihayet birisi bana bu soruyu sordu. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde İstanbul dersleri veriyorum. Bu yıl Acıbadem Üniversitesi de eklendi. Öğrencilerime İstanbul’u gezdiremiyorum, biliyor musunuz? Üsküdar’ı gezdireyim dedim, yürüyemedik. Hem çok gürültü hem de kaldırım yok. Şehzadebaşı Camii’nden Süleymaniye Camii’ne yürüyemedik, arada bırak doğru dürüst kaldırımı, yol yok... Oysa kent kriteri diye bir şey vardır. Dünya standartlarında kaldırım yüksekliği 17 santimdir. Bizde 30 santime çıkan yerler var. O yüzden Bağdat Caddesi Batılı bir cadde. Yürüyüş güzergahına gelince... İstanbul’da böyle bir yol yok. Birileri, Yeniköy Sarıyer sahil yolunu diyecek. İyi de yürüyüş yolu öyle mi olur; yanından arabalar geçiyor, otobüsler duruyor, sürekli kazı ve balık tutanlar... Yürümek mümkün değil. Oysa Karaköy’deki Balık Pazarı ile Unkapanı arasındaki bölge düzenlense ne güzel olur.
Atatürk Mimar Sinan’ın heykeli yapılsın diye mezarını açtırmıştı
Sizce İstanbul Mimar Sinan mıdır?
Yüz bin kere evet. Ama biz Sinan’ı mahvettik. Karaköy’deki heykeli görünmüyor bile. Görünse de pislik içinde... Oysa Atatürk ne kadar değer vermiştir biliyor musunuz Sinan’a...
Heykelinin yapım emrini o verir değil mi?
Evet. Harbiye’deki Atatürk evine gidin, orada bir cam vitrin içinde küçük bir not kağıdı göreceksiniz. “Sinan’ın heykelini yapınız, 2 Ağustos 1935, Saat 22.50” yazar. Atatürk artık arkadaşlarıyla ne konuşuyorduysa heyecanlanıp bunu yazmış. Atatürk heykelini istemiş, ama kimse Sinan’ın neye benzediğini bilmiyor ki! Bir minyatürü varmış o da İrlanda’ya kaçırılmış. Şevket Aziz Kansu’nun başkanlığındaki bir heyetle Sinan’ın mezarı açılır, Kemiklerinin yapısından nasıl biri olduğunu tahmin edilerek ilk heykeli yapılır. Bugün çok yaygın olan bir teknik olan etlendirme tekniği kullanılır. Atatürk heykeli gördüğünde çok heyecanlanır ve der ki “Tam hayalimdeki Sinan! Elleri ne kadar zarif; elbet yıpranmış bir ırgat eli olmayacaktı. Sanatçı elleri bunlar.” Ama keşke Sinan’ın heykellerini göz önünde bir yerlere koysak, mesela Şehzadebaşı’na ya da Belediye’nin önündeki parka.