'Daha az asalet, daha çok insanlık!'
8 dalda Oscar adayı olan '12 Yıllık Esaret'te McQueen, yine kişisel bir hikâye üzerinden yola çıkıp, bu sefer kişisele indirgenemeyecek kadar kalabalık ve geniş bir konu işliyor... Ezgi Altan yazdı!
Steve McQueen, üçüncü uzun metraj filmi ’12 Yıllık Esaret’ ile ilk iki başyapıtı ‘Açlık’ ve ‘Utanç’a egemen olan minimal anlatımdakinden farklı olarak, birbirine kenetlenmiş karakter ve mekân ilişkisini olabildiğince esnek, hatta birbirinden kopuk tutmuş. Zira köle olmak, ‘yurtsuzluk’ tan önce ‘yersizlik’ demektir.
Kütlesel ağırlık ve kas gücünün ötesindeki tinsel boyutun yok sayıldığı, insana varlık olarak iş gören eşya kadar değer biçildiği (tartışılır); kısacası, insani değerlerinkilere kitlenip, hâkimiyet kurma arzusunun din, düzen ve benzeri kavramlarla kılıflanıp tatmin edildiği;acı içinde yaşanmış, utanç içinde hatırlanan bir dönemi anlatıyor bu kez McQueen.
AÇLIK, UTANÇ VE UZAKTA YAŞAYIP YALNIZ ÖLENLER
McQueen’in ilk filmi ‘Açlık’ IRA üyelerinin bulunduğu bir hapishanede geçiyordu. Yönetmen hikâyeyi sıkışık duvarlar arasında sürüklenip darp edilen insan bedenleri üzerinden anlatılıyordu desek abartmış olmayız. Kıl, dışkı, kan, irin; insan bedenine dair ne kadar rahatsız edici (bir o kadar da doğal) sayılan şey varsa, hepsi filmin dramatik yapısını güçlendiren öğeler olarak kullanılıyor, açlık grevindeki Bobby Sands’in fiziksel değişimiyle beden, zamana dair bir temsili de yüklenmiş oluyordu. Kanımca en edebi ölüm tasvirlerinden biri Sands’in son dakikalarında çocuk halini ormanda koşar, nefes nefese etrafına anlam vermeye çalışırken kaybolmuş halde görüşüdür. ‘Utanç’ta ise geçmişinden uzakta, yaşadığı gün ve şehirde ‘kaybolmuş’ bir adam koyar önümüze McQueen. Yalnızlık, yalnızca seksle geçiştirilip unutulan, beden ve ten aracılığıyla ‘ertelenen’ bir sorundur. Şehrin yapay ışıkları içine gömülünen karanlığı aydınlatmaya yetmez; seks bağımlısı Brandon da, duygusal bağımlılıklarından kurtulamayan kardeşi Sissy de tek başınadır, şehir Brandon’ın soğuk dairesi kadar renksiz ve duygusuzdur onların dünyasında.
SAĞ KALMAK DEĞİL, ÖZGÜR YAŞAMAK
Karakterlerinin ruhsal dünyalarını incelikle, derinlemesine işleyerek çoğunluğun hassasiyetlerine, dertlerine, kaygı ve açmazlarına hitap edebilen bir yönetmenin ’12 Yıllık Esaret’ ile kölelik gibi daha geniş bir çerçevede ve daha büyük kitlelerin tartıştığı ‘büyük’ bir konunun peşinden gitmesi, yönetmenin geçmişte ele aldığı dertler düşünüldüğünde pek de şaşırtıcı olmamakla beraber, sahiplendiği minimal anlatımdan büyük ölçekli bir film diline geçmesisürpriz oldu denilebilir. Özgür bir adam olan Solomon Northup’ınkaçırılıp köle olarak satılması sonucu ailesinden, evinden ve ‘insaniyet’ten uzakta geçirdiği 12 seneyi konu alan film gerçek bir hikâyeden, bir anı kitabından uyarlama. McQueen, yine kişisel bir hikâye üzerinden yola çıkıp, bu sefer kişisele indirgenemeyecek kadar kalabalık ve geniş bir konu işliyor. ‘Karakterde asil bir taraf var; evet, ama önemli olan daha az asalet, daha çok insanlık barındıran bir portre çizmekti,’ diyor bir röportajında. Filmde tam da bu ‘insanlık’ kısmının karanlık tarafı,McQueen’in kadrolusu Michael Fassbender’in canlandırdığı Epps gibi ‘sapkın’ ya da Benedict Cumberbatch’in Ford’u gibi pasif ve çoğunlukla sırtını Hristiyanlığa dayayan karakterlerle ortaya konuluyor. Din üzerinden şiddeti meşru kılma ya da ona göz yumma eylemleribaşka makalelerin, hatta tezlerin konusu; ama bunların üzerinde durmamak, köleliği ve şiddeti bunlarla beraber okumamak ne gerçek hayatta mümkün ne de ’12 Yıllık Esaret’te. Yine de film, Brad Pitt’in gelecekten gelmişçesine ayrıksı duran ‘aydın’ karakteri Samuel Bass üzerinden, tüm bu karanlığa rağmen ‘insanlıktan umut kesilmez’ minvalinde bir şeyler söylüyor gibi.SamuelBass’in devarolmuş, gerçek bir insan olduğunu, Solomon Northup’ın yaşanmış hikâyesindeki kilit isimlerden biri olduğunu ekleyelim.
YOL YAKINKEN…
’12 Yıllık Esaret’, şüphesiz ki birçok açıdan başarılı bir film. Yok sayılmanın, üstüne basılmanın, kırbaçla sırtı yarılmanın, aşağılanmanın, koparılmanın, yani toparlayacaksak köleliğin; bunun karşısında, onu besleyen cehalet ve cühelalığın, körlük, açlık, iktidar ve güç sarhoşluğunun ele alınışı açısından film tarihinde oldukça önemli bir yerde duracaktır. Yalnız, filmin altına yönetmenin imzası oturuyor mu oturmuyor mu ondan emin olmak zor. ‘Açlık’ta ayağa kalkmaya gücü yetmeyen Sands’in banyosundan sorumlu hapishane görevlisinin parmaklarındaki ‘UDA’ dövmesi ya da ‘Utanç’ta kardeşi sahnede hüzünçlü bir ‘New York New York’ performansı sergilerken Brandon’ın gözünden akan iki damla yaş gibi basit dramatik nüanslarla büyük şeyler anlatabilen bir yönetmen karşımızdaki. ‘12 Yıllık Esaret’te onu diğerlerinden farklı kılan bu nüansları yakalamak gerçekten zor. Steve McQueen bu film yerine senenin bir diğer Oscar adayı, gereğinden fazla ‘aydınlık’ duran, Spike Jonze imzalı ‘Her’ü yönetseydi ortaya nasıl bir şey çıkardı diye düşünmekten kendini alamıyor insan. Bir sonraki filminde onu tanıyıp sevdiğimiz tarza dair bir şeyler beklemek çok ayıp olmayacaksa, öyle bir şeyler bekliyoruz affedersiniz.