Çağımızın hastalığı: Mükemmeliyetçilik Çaresi: Wabi-Sabi
Hayat boyu mükemmel olmaya çalıştım. Hem işimde başarılı, hem bir ev hanımı gibi hamarat hem de tam zamanlı anne olacaktım. Eşim beni saçı başı dağınık görmeyecek, çocuğum okuldan gelince annesinin açtığı böreği yiyecek, davetlerde göz kamaştırıcı olacak yine de sabah, tam zamanında işimin başımda olacaktım. Bir ara tüm bu hedeflerime neredeyse yaklaşmıştım. Mükemmel olmama ramak kalmıştı ki kendimi son derece antipatik bulmaya başladım. Evet yukarda saydığım tüm vaadleri yerine getirebiliyordum. Ama adını tam koyamadığım bir şey eksilmişti bende. Ve sonunda farkına vardım: Mükemmel diye bir şey yoktu, varsa da pek güzel bir şey değildi. Keşke Wabi-Sabi ile yıllar önce tanışsaymışım da “tam ve doğru“ olmanın sevimsiz dünyasının peşinden boş yere koşmasaymışım.
Peki, nedir Wabi-Sabi?
Güzellik ve estetik anlayışla ilgili yüzlerce yıllık bir Japon felsefesi... Leonard Coren, Wabi-Sabi kitabında, iki kelimeyi de ayrı ayrı ele alıyor.
Wabi: Ruhani bir yol ve felsefi bir yaşam şekli. Sabi: Nesnelerin estetiğini temsil ediyor.
Kusurluyu sevmek... Nesneleri, eksikliğiyle güzel bulmak... Güneşin, mevsimlerin etkileri, yaşlılığın getirdikleri, pas, renk kaybı nesnelere de canlılara da değer katan şeyler, Wabi-Sabi için. Örneğin; çatlak bir vazoyu sergilerken, özellikle çatlağı görünecek şekilde ışıklandırıyorlar çünkü o çatlak sayesinde ışık sızıyor ve ışık, vazoya değer katıyor. Yüzdeki çizgiler, kapatılması gereken kırışıklıklar değil, zamana tanıklık ettiği için güzel bulunan ve saklanmaması gereken detaylar. Bir çiçeğin en muhteşem anı, tam açtığı en olgun dönemi değil, ya tomurcuk ya da solmaya yakın, gelecek ya da geçmişi barındıran hâli... Alçak gönüllülük ve mütevazılıktaki güzelliği görmek... Kısaca, güzel olan şey bitmiş, doğru ve tam olan değil, bizimle ve bir başka şey arasındaki dinamik bir hadise. Wabi-Sabi, kusuruyla birlikte hatta kusurlu olduğu için güzel olan demek.
Önüne düşenin kıymetini bilmek
Batı dünyası, kavramları ancak zıtlıklar üzerinden tarif edebiliyor. Bizler de ne yazık ki bu kavrayışla eğitilmiş zihinlerimizle, aslında kültürümüze çok daha yakın olan Uzak Doğu bakışını önce yadırgıyoruz. Oysa, Doğu anlayışında; yaz ve kış, ölüm ve yaşam, birbirinin zıttı değil, devamı olarak görülüyor. Sıcak ve soğuk birbirinin zıttı olarak var olmuyor. Başka başka haller yalnızca. Sahiden beyaz ve siyah zıt olabilir mi birbirine? Onlar sadece ayrı ayrı renkler. Uzak Doğu sanat tarihine merak saldığımda, bir yıl boyunca aldığım derslerde, doğu ve batının, algılayış farkı beni çok şaşırtmıştı. Anladım ki “hayatta bir iz bırakmanın“, en önemli başarı kriteri sayıldığı batı dünyası ile “Hayatta iz bırakmadan, yalnızca önüne düşenin kıymetini bilerek” akıp gitmeyi tavsiye eden Wabi-Sabi öğretisi arasında ortak nokta aramak boşuna. Wabi-Sabi, pek çok noktada Mevlevi öğretisi ile benzerlikler gösteriyor. Bu da anlamımızı ve benimsememizi kolaylaştırıyor. “Hiçlik” kavramına verdiği değer, iki öğretinin de ortak noktası. “Hiçlik”, günlük yaşamımızda kullandığımızın tersine hem wabi-sabi hem de yüzlerce yıl önce bu kavramı kullanmış tasavvuf için çok değerli bir kavram. Olasılıklar barındıran canlılığı ve kendini önemseyip ayrıştırmak yerine, bütüne karışabilmenin erdemine işaret ediyor.
Sanatın içinde...
Gelin, Wabi-Sabi’yi dünyamızdan, kusurun güzelleştirdiği örneklerle anlamaya çalışalım:
Monet: Bir kusurun ne kadar muhteşem olabildiğinin en büyük kanıtı, sanırım Monet’in resimleri olacak.
Sabancı Müzesi’ndeki sergiyi gezerken beni en çok büyüleyen, Monet’in gözü katarakt olduğu sırada yaptığı resimler oldu. Monet, gözleri nerdeyse görmez olduğunda bile resim yapmayı sürdürür. O dönem eserleri (evi ve bahçesi), resim tarihinde devrim yapar. Ameliyat olduktan ve gözleri düzeldikten sonra kendi yaptığı resimlere kendi de çok şaşırır. “Bunları ben mi yaptım? Gerçekten çok güzel” der. Göz merceğinin saydamlığını yitirmesi, Monet’in resimlerindeki flu (bulanık) karakteristiğin belirmesine ve yeşillerin tonlarını farklı kullanmasına yol açıyor çünkü. Görme kaybı ile muhteşem güzelliği yakalıyor. Gözünde oluşan kusurun, izlenimcilik akımının başyapıtlarının doğmasına vesile olması, Wabi-Sabi felsefesine en güzel örneklerden biri bence.
Van Gogh: Resimlerindeki sarı etkinin ağırlığı ve yıldızların çevresindeki haleler, gözü katarakt olduktan sonra yaptığı çalışmalarda ortaya çıkıyor. Büyüleyici güzellik yine bir kusurdan doğuyor.
Picasso: Migren hastası ve bu yüzden resimlerinde derin yarıklar ve kayan yüzler çiziyor. Çünkü migren krizi sırasında, beyninde çakan görüntüleri resmediyor.
Fotoğraf sanatı: Gözü taklit etmesi için üretilen fotoğraf makineleri, “mükemmel” bir şekilde başarılı olamıyor. Göz aynı anda
her yeri net görebilirken, fotoğraf makineleri belirli “alan derinliğini” netleyebiliyor, kalan yerleri bulanık görüyor. Fotoğraf makinesinin bu kusuru ise “Fotoğraf Sanatı”nı doğuruyor. Fotoğrafçı, öne çıkarmak istediğini netlerken, geri kalanı “flu” bırakarak, sanatsal kompozisyonlar yakalayabiliyor.
Sinema yıldızlarında...
En sevilen yıldızlara göz atalım şimdi de. En beğendiklerimiz, bize dayatılan güzellik kalıplarına uyan değil, bunları kırarak, kendi kusurlarıyla yeni ve farklı bir güzellik anlayışı sunan kişiler.
Marilyn Monroe: Gelmiş geçmiş en seksi kadın. Mankenlerin vücut ölçülerine bakıldığında, uygun standartlarda olmayan bedeni, kendi kurallarını kendi koyarak seksapali yeniden tarif etti. Uzun boylu ve tahta göbekli bir Marlyn için milyonlarca erkek delirir miydi? Hiç sanmam.
Sophia Loren: Ne yüzü ne vücudu, güzelliğin “mükemmel” ölçütlerine uymuyor. Büyük ağız, iri burun, büyük kalçalar... Mükemmel olmadığı için muhteşem olan bir kadın...
Julia Roberts: Son derece büyük ağız yapısıyla, hatta ondan sebep, dünyanın en çekici kadınlara arasında yer aldı. Sanırım, daha küçük ağız yapısı olsaydı, daha “mükemmel” ama sıradan bir kadın olarak kalacaktı.
Humphrey Bogart: Tek bir “mükemmel” formu olmayan ama çekiciliği ile efsane olmuş bir erkek. Yüzündeki girinti çıkıntılarla derinleşen ifadesi ile unutulmazlarımızın ilk sırasına yerleştiriyoruz. Okka burunlu bir Bogart getirsenize gözünüzün önüne! Asla!
Yılmaz Güney: Çirkin Kral. Sanırım fazla bir şey söylememe gerek yok.
Kusur ve eksiklikle barışmalı
Beyaz kedilere, köpeklere bayılırız hepimiz, oysa çoğunluğu Albino (renk pigmenti eksikliği hastalığı) olduğu için beyazdırlar. Van kedisinin bir gözünün mavi bir gözünün yeşil olması, onu eşsiz kılan kusuru. Renkli gözlü olmak, sarışın olmak da pigment eksikliğinin hediyesi.
Sonuç olarak Wabi-Sabi: Kendimizdeki ve çevremizdeki, kusur ve eksikliklerle barışıp, onları kabullenip birlikte daha güzele, uyuma ve mutluluğa ulaşmamızı sağlayacak bir yol. Sadece fiziksel değil ruhsal olarak da kusurların verdiği eşsizliği keşfetmek, bu yolda ilerleyebilmek, eksikliklerin getirdiği muhteşem güzelliği görebilecek bakışa sahip olabilmek için bizi eğiten bir öğreti. Wabi-Sabi yüzlerce yıllık bir felsefe ama günümüzde psikologlar ve yaşam koçları tarafından,ilişkileri yoluna koymak için kullanılıyor. Özellikle, “Wabi-Sabi Sevgisi“, kadın-erkek, arkadaş, aile-çocuk ilişkilerindeki sorunları gidermek için son derece eğlenceli bir metoda dönüştürülmüş durumda. Nasıl mı? O da yarın ki konumuz... Yarın, “Wabi-Sabi Sevgisi” ile eşinizle uyum içinde, kusurlarına takılmadan hatta eksikliklerinden ötürü mutluluk içinde yaşamanın yollarını sizinle bu sayfada paylaşmak üzere...