"Bir dönem insanlar benden mutlaka korkmuştur"
"Meslekteki ilk yıllarımda hep bir olay ve skandal arardım. Masanın öbür tarafına oturup, kendinizi karşı tarafın yerine koyabildiğiniz zaman haksızlık edildiğini görebiliyorsunuz." "Gazeteciler, dış dünyaya baştan ön yargılı bakar Buna göre karşımızdaki ya gazeteci düşmanı, ya sansürcü ya da vurguncudur. Kimi playboy, kimi fahişedir. Bu bakış mesleki bir içgüdüdür"
* Haber sunduğunuz günlerde "Reha Muhtar'ın ismi bile reyting getirir" deniyordu. Nasıl Reha Muhtar olunuyor?
Sadece adımın reyting getirip getirmediğini ben söyleyemem ama fazla mütevazı olmaya da gerek yok. Çünkü rakamlar ortada. Tam yedi sene haber sunmuşum. Yedi senenin yedisinde de her yıl, har ay, her hafta birinci oldum. İkinciliğe düştüğüm gün sayısı ya iki, ya üçtür. Bunun sırrı filan yok. Çok çalışır, çok kafa patlatır gündemdeki konukları ekrana getirebilirsen başarırsın. "Reha Muhtar'ın kafasında bir formül var, öyle yaparsak tutar" diye bir şey yok..
* Ama bir Reha Muhtar türü vardı...
Bunu kesinlikle inkar ederim. Yaptığımın her türünü yapmaya çalıştılar ama başaramadılar. Gündemdeki adamı yayına getirebilirseniz o gün birinci olursunuz.
* Yedi sene boyunca her gün birini mi çıkardınız ekrana?
Çıkaramadığım zaman da o olayla ilgili bantlar hazırladım. Haftada üç gün mutlaka bir yolsuzluk ya da gizli kamerayla yapılmış rüşvet haberleri vardı. Rutinden nefret ederim. Haber toplantılarında rutin haberlerden ibaret bir bülten varsa o gün olay çıkarır, kağıtları fırlatır atardım.
* Bütün bunların yanı sıra eğlence de vardı. Meşhur Kubidik vardı, Ömür Varol vardı. Dev adam bilmem kim vardı. Kısaca başka türlü bir üslup vardı.
O bir üslup değildi. Ben haber bültenini beş ana bölüme ayırmıştım. Siyasi haberler, yolsuzluk haberleri, magazin, yaşam bölümü ve çocukların ilgileneceği haberler. Çünkü bütün aileye hitap ediyordum. Sözünü ettiğiniz bölüm de çocuklar için hazırlanıyordu.
* Ekranlara yeniden bir dönüş var galiba. Habertürk'te Ateş Hattı'na başlıyormuşsunuz.
O tam anlamıyla bir televizyon programı sayılmaz. Ufuk Güldemir 25 yıllık arkadaşımdır. Gazetemde yaptığım röportajları kamera ile görüntülemeyi önerdi. Habertürk'le bir dayanışma çerçevesi içinde böyle bir şey yapacağım. Ama asıl yeni bir televizyon projesi üzerinde çalışıyorum.
* Son günlerde şehrin duvarlarında korsan yazılar belirdi. Sadece "Reha" yazıyorlar. O, siz misiniz?
Bilmem. Ben de gördüm o yazıları. R'yi ters yazıyorlar. Ama duvarlara yazılmak iyidir. Duvarlar özgürlüktür. Duvar ve sokak özgürlüğün nefes aldığı yerlerdir. Severim duvarları.
Şöhrete ihtiyacım yok
* Acaba Habertürk'teki yeni program için onların düşündüğü bir promosyon kampanyası olmasın bu duvar yazıları?
Vallahi ben bilemem orasını.
* Bir dönem Nuri Alço'nun ismi de duvarlara yazılmıştı, o duvarlar Nuri Alço'yu da ikinci defa şöhret yapmıştı.
Çok şükür benim öyle bir şeye ihtiyacım yok.
* Modaya uyup polemiklere girdiniz. "Sen Voltaire misin Hıncal Abi" başlığı çok ilginçti.
Hıncal Uluç'la öyle bir tartışmamız oldu. Vakit Gazetesi yazarı Hasan Karakaya'nın, Cumhurbaşkanı Sezer Beşiktaşlı diye Beşiktaş'tan ayrılmasının yanlış olduğunu yazmıştım. Sonuçta bu bir futbol takımı. Cumhurbaşkanı, Atatürk'ten etkilenip Beşiktaşlı olur, bir başkası bir tarikat şeyhinden. Dünyanın en kötü adamı da bir takımı tutabilir. Bu durum o takımın milyonlarca taraftarını etkilemez. Bunu yazınca, Hıncal Abi bana "Cumhuriyet düşmanlığı yapıyor" dedi.
* Ama siz de onun için şöyle yazmışsınız: "Böyle kafatasçı bir düşünce olabilir mi? Hem artık internete bir alış. Millet gazeteleri, kitapları bile oradan okuyor." Bu cümle biraz ağır değil mi?
Hıncal Abi mutlaka benden daha ağır yazmıştır. Ben cevap verirken onun kadar ağır yazmam, çünkü o abidir sonuçta.
* Reha Muhtar'ın haberlerinde bir popülizm var mıydı?
Popülizm değil de popülerlik vardı. Bir gazetenin yazı işlerinde nasıl hazırlanırsa, bizde de öyle hazırlanırdı haberler.
* Ama burada haberlerden sonra yorum yapan, zaman zaman azarlayan bir Reha Muhtar faktörü ortaya çıkıyor. Mesela İbrahim Tatlıses'e ekranlardan "İbrahim Tatlıses, haddini bil, Reha'ya dalaşanların sonu hiç hayırlı olmadı!" diyerek posta koyan yegane insansınız.
Meydan okuma değil. Emin Çölaşan kendi köşesinde bir olay için nasıl kendi bakış açısını yazıyorsa, bunların ondan farkı yoktu.
* Geçenlerde Ali Kırca için şu cümleleri yazmıştınız: "Aslında sessiz sakin bir çocukken, bir ayı 31 çektireceğine, eksantrik olsun diye 32 çektirirek program yapan bir adama özenip, aniden "şöhret de şöhret" diye tutturuverdi." Böyle mi bakıyorsunuz Kırca'ya?
O yazı bir espriydi. Aynı yazının sonunda kendim için de "Sonra acı var mı acıyla başlayan, canlı yayında rüşvet verenden hesap sormayla süren, çok renkli ve çok soslu dönemeçlerden geçerek, şöhret basamaklarını çıkmışımdır" diye yazdım. Ali Kırca 32. Gün'de yönetmen olarak işe başlamıştı. Şimdi çok başarılı bir anchorman oldu ama ilk örneği Mehmet Ali Birand'dır. Onu söylemeye çalıştım.
* Mehmet Ali Birand da ana haber bültenlerini sunmaya başlayınca "Bülten öyle yapılmaz, böyle yapılır" şeklinde kinayeli bir yazınız çıkmıştı.
Ben Mehmet Ali'nin habercilik anlayışını çok takdir ederim.
* "Ama" diyeceksiniz...
Mehmet Ali'nin haberciliğinin "aması" yok. Ama haber bültenini yapmaya başladığınız zaman onun gerçekleriyle yaşamak zorundasınız. CNN Türk'ten veya haber kanallarında atıp tutmaktan çok farklı özellikleri var ana haber bültenlerinin.
Başka dünyam olmadı
* "CNN Türk'te atıp tutma" dediğiniz nedir?
Haber kanallarının belli bir izleyici kitlesi vardır. Oradan baktığın zaman pek çok haber popülist gibi görünebilir. Ama ulusal bir kanalda haber yapıyorsan hayatın her rengini koymak zorundasın. Mehmet Ali de bu gerçeği anlayacak. O yazı aslında Mehmet Ali için değil, Türkiye'de haberciliğin böyle olmaması gerektiğini söyleyenlere bir örnek olarak yazdım.
* "Böyle olmaması gerektiğini söyleyenler" Reha Muhtar'ın haberciliğini eleştirenler mi?
Tabii, o anlayış için yazdım. Ama Mehmet Ali de sonunda o konsepte dönmek zorunda kaldı. Mesela
Gamze Özçelik'i ekrana çıkardı. Böyle bir olayı gözardı edemezsin.
* Söz Gamze Özçelik'ten açılmışken siz de gerçeği bilmeden, o ünlü kaseti kızın şimdiki nişanlısının çekmiş olabileceğini yazmıştınız.
Bana iki yerden böyle bir ihtimalin olabileceği söylenmişti.
Hayatım gazetecilik
* Ama siz onunla konuşmadan yazdınız ve adam yok yere suçlanmış oldu. Bu doğru mu?
Suçlanmış olmadı. "Bazıları böyle duyumlar aldılar" diye çok dikkatli bir üslupla, hiç suçlamadan yazdım. Ertesi gün Mehmet bana geldi. Çok uzun konuştuk, anlattıklarının sadece bir kısmını yazdım.
* "Katharine Blum'un Çiğnenen Onuru" başlıklı bir yazınızdan minik bir alıntı: "O insanlar elinde kalem gücü olan ve her kaleminden çıkan satırı yüz binlere, milyonlara ulaşan, medyanın 'ne zaman gelip de bize bulaşacak onurunuz ne zaman çiğnenecek' korkusunu her saniye içlerinde yaşıyorlardı." Böyle yazmışsınız. Sizden de korkanlar oldu mu? Reha Muhtar gelecek diye korkan insanlar?
Mutlaka korkmuşlardır.
* Yazdıklarınızla geçmişinizdeki habercilik çelişmiyor mu?
Çelişmiyor. Çünkü hayatımda gazetecilikten başka bir dünya olmadı. Biz dış dünyayı hep kendi gözümüzle algılarız, baştan ön yargılı bakarız. Bu şablona göre karşımızdaki ya gazeteci düşmanı, ya sansürcü ya da vurguncudur. Kimi playboydur, kimi fahişedir. Bu bakış mesleki bir içgüdüdür.
* Ya adam öyle değilse?
Bazen öyle olmayabiliyor...
* İşte o zaman çiğnenmiyor mu onurlar?
O zaman çiğneniyor. Ben mesleğimin dışında ilk kez gönüllü olarak başka bir iş yaptım. Beşiktaş kulübünün yöneticiliğine soyundum. İşte o zaman insanların gazetecilerden korktuğunu gördüm. Biz hep kendimize saygı gösterildiğini sanardık ama saygı değil korkuymuş bu. Masanın öteki tarafına geçince bakıyorum ki adamlar korku içindeler. Yalan yanlış çıkan haberler, değişik bağlantılar.
* Yıllarca siz de o konumdaymışsınız meğer...
Evet. Mesleki bir içgüdüyle oynattığınız kaleminizle bir insanın hayatinin tarumar olabileceğini düşünmüyorsunuz. Bunu bilmiyorduk.
* Hiç pişmanlık yaşadığınız bir olay oldu mu?
Çok olmadı. Çok dikkatli bir adamımdır ama meslekteki ilk yıllarımda hep bir olay ve skandal arardım. Kendinizi karşı tarafın yerine koyabildiğiniz zaman haksızlık edildiğini görebiliyorsunuz.
* Kaç yıl sonra bunun farkına vardınız?
Diyelim ki yirmibeş yıl sonra.
* Bu da bir şeydir. Gizli kamerayı da çok kullanırdınız. Bu da insanlann hayatını karartan bir yöntem değil mi?
Benim o konuda bir prensibim vardı. Kamuya açık bir alanda suç işleyen, rüşvet alan insanların dışında gizli kamera kullandırmazdım. Örneğin insanların özel hayatlarına sokmazdım kamerayı.
* Ama önceden bir tezgah kuruyorsunuz insanları yakalamak için..
Bir ihbar geliyor onun sonucunda gidiyorsun. Şimdi ben sana masanın altından bir zarf uzatsam, "Arda bey burada şu kadar para var lütfen bunu alınız bu yazı benim için çok iyi olsun" desem sen ne dersin?
* Ben hiç bir şey demem, hemen parayı alırım.
Yazının iyi çıkacağı ne malum?
* Sözüme güvenmiyor musunuz?
Önce yazıyı görelim...
"Yaran nasıl amca?"
* Unutulmaz Reha Muhtar sözcükleri vardı. Onları nasıl yaratıyordunuz. Örneğin "Acı var mı acı?"yı halen espri olarak kullanıyorsunuz...
Her gün bir bülten yaparsan bunlar kendiliğinden çıkıyor. Bazen espri olsun diye söylüyorsun. Mesela Sharon Emel diye bir kadın vardı. "Acı var mı acı" onun kocasıyla konuşurken çıktı. Kadın adamı yatağa bağlamış, organını mı kesmeye kalkmış ne yapmış ikisi birlikte stüdyoya gelmişler karşımda oturuyorlar Adam alay eder gibi sırıtıyor "Bu bizim fantazimiz" diyorlar. Ortada sırıtacak bir durum yok. Adamı o halde görünce "Acı var mı, acı?" dedim.
* Bir de eşeğin ısırdığı bir adamla konuşmanız vardı ki o da unutulmazlar arasına girmiştir.
Canlı yayında bir köye bağlandık. Eşek, yaşlı bir adamın organını ısırmış. Gecenin bir yarısı. Adam yaralı. "Yaraan nasıl amca?" diyorum.. Ortadaki "a" biraz uzamış galiba...
* Şimdi de gülüyorsunuz. Bunu söylerken ekranda da
böyle gülüyordunuz.
Nasıl gülmem? Yahu televizyon da hayatın bir parçası. Benim muzipliğim tuttuğu zaman öyle yapardım. Hayat biraz da muziplik, hep ciddi olunmaz ki! Ben asık suratlı olamadım hayatımda.