Aşırı acıklı hikayemiz
Dizi başlamadan önce yapılan set yemeğindeyiz. Ne kadar sıcak kanlı olursam olayım bu tür organizasyonlar beni geriyor. Bir zorunluluk hali, bir sempatik görünme çabası... Kimse sanki kendisi gibi değil, aslında kendileri gayet olmuş insanlar bile olsa ilk tanışma ve bütün seneyi birlikte geçirme zorunluluğu saydam bir kılıf gibi sarmış üzerlerini, üzerimizi... Aralarında tek tanıdığım (aslında pek de tanımadığım) sima başka bir filmde bana partner olmuş oyuncunun yine oyuncu kardeşi. Bahsettigim dizi bundan 4 sene önce Fox TV’nin yayın hayatına “merhaba” demek için uygun gördüğü “Yemin”. İşte o dizide üvey abimi oynayan Barış Yalçın, benim ilk tanışma gecesinden itibaren artık en yakın üç beş arkadaşımın arasına girdi. Çalışma sürecinde de şahane oyunculuğuyla çok iyi partner oldu. Hâlâ bu ülkede ismi ilk akla gelen oyunculardan olmamasına şaşarım, çalıştığım belki de en yetenekli ve disiplinli oyuncuydu. Ha bir de en önemlisi iyi kalplidir. Dizi işi çok zor bir iştir izleyenini bile yorar, maalesef her hafta 90 dakika film tadında iş teslim etme zorunluluğu her kademeyi ayrı yorar. Oyuncusu ayrı dertlidir, yönetmeni, montajcısı ayrı...
Biz 54 bolümlük dizi sırasında bir hayli bir birine girmiş hayatlar yaşadık. Karşındaki insanı annenden babandan daha çok görünce ister istemez kendi aileni kendin yaratıyorsun. Ve gayet klasik bir sona doğru ilerliyorsun “Biz bir aileyiz.”
Setteyken gelen tuhaf telefon
Yıldız Parkı’nda çalışıyoruz, sıcaktan bunalmış durumdayız ve Türk dizi tarihinin en önemli sahnesini falan çektiğimiz de yok. Bir ara gözüm telefonuma takıldı, ablam birkaç kez üst üste aramış. Aradım “Tuba babam Çeşme’de markette fenalaşmış, bayılmış apar topar ambulansla İzmir’e götürmüşler, sanırım 9 Eylül Hastanesi’nde...” Bu konuşmayı yaptıktan 20 dakika sonra üzerimde ağlak “drama queen” karakter Leyla’nın elbisesiyle havaalanındaydım. Telefonda da bir yandan hastaneden bilgi almaya çalışıyordum ama gözünü sevdiğimin yurdum hastane danışmasındaki ablanın bolca kullandığı “Hanfendiiii”lerden başka pek de bilgi veremiyordu. Hatta onu sürekli meşgul ettiğim için bana sinirlenmişti bile. İşte o an “Hastanelerde trajediye alışık çalışan kesimle, duygusal bazlı bir diyalog asla kuramazsınız“ tezimi yazdım. Arkasından yaşayacağımız süreçte karşıma çıkan doktor diyaloglarının habercisi gibiydi danışmadaki o ruhsuz abla. Hastaneye vardığımızda babam şaşkın şaşkın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu, yüzüme bakıp “Ebru hoşgeldin“ dedi. Ebru ablamın adıydı ve ben Leyla kostümümle Ebru’dan çok Leyla’ya benziyordum ki bu diyalogla hayatımızı mahveden o süreç başladı.
Bir türlü teşhis konulamıyordu, sara krizi geçirmiş olabileceğinden, beyinde çıkan uçuğa kadar her şeyi söylediler. Yalnızca söylemedikleri “beyin tümörü“ ihtimali vardı ki o da bizim hayatımızı karartan ihtimal oldu. Gidilmeyen doktor kalmadı, bir yandan İstanbul’daki set diğer taraftan İzmir’deki hastaneler arasında mekik dokumaya başladım. Artık her hafta ilk boş vakitte İzmir’deydim. En son gidişimde hastane git gellerinden bunaldık ve biraz uzaklaşmak istedik. Setten aldığım birkaç günlük izinle kafamızı dağıtmak için İzmir’den atladık arabaya Şirince ve Foça’ya geldik. Hepimiz çok mutluyduk hatta babamla Şirince şarabı içip sarhoş bile olduk. İşte o seyahat birlikte yaptığımız son seyahat oldu.
Benim babam, 1.90 boyunda koca çınar gibi bir adamdı. Buzdağı gibi görünmeyen heybeti görünenden fazlaydı. Askerdi ama askerliğin başladığı yerde mantığın bittiğine inanırdı. Herkesin babası kendine melektir ama benim babam insan aşığı bir adamdı. Hayatında hiç yalanı dolanı olmayan, iyi kalpli, bizim kocaman çınarımızdı ve o bayılmasından tam iki sene sonra geldiği yere geri döndü. Cennete...
Konulamayan teşhis ölümünden iki ay önce ünlü beyin cerrahı Gazi Yaşargil tarafından konuldu. Yumuşak dokulu beyin tümörü...
Gazi Yaşargil’le tanışma
Hastaneler arası derman arama süremizde herkesin ağzında bu adamın adı dolaşıyordu. Dünyaca ünlü bir beyin cerrahıymış, hatta 20. yüzyılın en önemli beyin cerrahı seçilmiş, Amerika’da yaşıyormuş falan filan... “Peki nasıl ulaşacağım ona, kabul eder mi beni ya da param yeter mi“ diye sorarken bir anda İstanbul’a bir süreliğine geldiğini ve Yeditepe Hastanesi’nde olduğunu öğrendim. Hastaneye vardığımda ne randevum vardı, ne de inancım... Sadece elimde babama ait raporlarla girdim odasına.
Gazi bey bu kadar koca koca harflerle yazılmış başarılarına inat halden anlayan biriydi. Karşısında ağlamaktan meramını anlatamayan beni anladı ve babamı hastası olarak kabul etti. O süreçte hayatımın rolünü oynuyordum çünkü benden başka kimse babamın kanser olduğunu bilmiyordu. Sadece tanısı konulamayan, beyinle ilgili bir problem var zannediyorlardı ve ben doktorları tembihleyerek bu yalanı uzun süre korudum. Çünkü inancıma göre eğer birisi hasta olduğunun farkında değilse, beyin kendini iyi edecek her türlü yalana açıktır. Ablama söylesem anneme çaktırır, annem duyarsa perişan olur ve kesin babam anlar düşüncesiyle yüklendim bu kocaman yükü. Küçükken hasta olduğumda pet şişe suyun üzerine “Şifalı Su“ diye etiket boyayıp yapıştırırdım ve gerçekten de işe yarardı. Tabii okulu ekmek için yaptığım hastalık numaralarını saymazsak. Öyle durumlarda da daha çok hastalanırdım ve burnum şıpırdamaya başlardı.
Gazi beyle tanışmamızdan bir ay sonra sırasıyla ablama ve enişteme, sonrasında da en zoru olan anneme durumu anlattım. Zaten hepitopu bir ay içinde de babamı uğurladık. Bence benim yöntemim bir nebze olsun işe yaradı ve babam yumuşak dokulu beyin tümöründe kaliteli bir şekilde hayatını iki sene yaşayan ender hastalardan oldu. Diğerlerinin maalesef teşhis konulması ve kaybedilmesi arasında aylar hatta haftalar oluyormuş.
Kötü kader ortaklığımız
Telefondaki ses titriyordu ve cümleleri zor anlıyordum. “Tuba annem senin babanla aynı durumdaymış, ne yapacağım ben?” Arayan üvey kardeşimi oynayan Barış’tı. O süreçte beni iyi tutmak ve bir yandan da çalışabilmemi sağlamak için çok uğraşmıştı. Bütün süreci de biliyordu ve o telefonda teselli sırası çabucak bana geçmişti. Bu kadar ender bulunan bir kanser türünün gelip ikimizi bulması kader miydi yoksa kötü bir tesadüf mü? Barış’ın annesi olan, Türk tiyatrosunun önemli isimlerinden Ayşegül Devrim’i babamdan bir hafta sonra kaybettik. Ne ben Barış’ın annesinin cenazesine gidebildim, ne de o benim babaminkine gelebildi.
Aradan birkaç yıl geçti. Belki de birbirimize o yaşadığımız travmatik dönemi hep hatırlatıyorduk ki bir daha hiç görüşmedik. Yaşadığım o kötü günlerin arkasından ben babacığımın kendisi gibi melek olan annesi Sare’yle aynı adı taşıyacak küçük Sare’ye hamile kaldım ve atladım Los Angeles’a gittim. Birkaç kez telefonlaştık “Gel buraya kafan dağılır hem bak dayı oluyorsun bana yardım edersin“ dedim dinletemedim. Aradan neredeyse 2 sene geçip geçen hafta beni arayana kadar neredeyse hiç konuşmadık. Annesinin Assos’taki evindeydi ve Sare’yle beni yanına çağırıyordu. Hiç düşünmeden kattım Sare’yi de yanıma çıktık Assos’a doğru yola. Hayatında hiç Assos’a gelmemiş birisine göre neredeyse hiç kaybolmadan kliması bozuk İDO’ya rağmen güle oynaya geldik. Hatta yolda bir yerde sağa çekip dayanamayıp denize bile atladık. Eve vardığımızda evi temizleyip bizi en güzel şekilde ağırlamak için perişan olmuş bir Barış vardı. Biz şimdi burada geride kalan birkaç yılı telafi ediyoruz. Bazen gülüyoruz çokça da duygulanıyoruz. Hayat böyle bir şey sanırım. Bir de bir gün varız bir gün yokuz.
Şimdi gidin babanızın ve annenizin yanağından kocaman öpün. Öpeceğimiz yanak kalmayınca artık çok geç oluyor ve karşınızdaki toprakla yüzyüze kalıyorsunuz...