2013'ün 'bağzı' filmleri
Kötüleri değil iyileri hatırlamak lazım... Ezgi Altan yazdı.
Bu sene ne çok şey oldu hayatımızda. 2013'ün ‘bağzı’ şeyleri tarif edilemeyecek kadar güzeldi ya hani, acıları da bir o kadar derin, kepazelikleri de aynı oranda büyük oldu. Batırıldıkları çamurda ne çiçekler tomurcuklandı, ne fidanlar kökünden kopartılıp bir kenara atıldı. Biz de sayısız tohumlar sıkıştırdık ceplerimize, avuç içlerimize; düştükleri yerde yeşermeye çalışıyorlar. Tarhlarca çiçeğe, hektarlarca ormana dönüşebilmek için. Bu sene anladık ki, etrafımızı saran onca beton yığınına rağmen, biz hala biraz toprak çocuğuyuz.
KONUMUZ: YEŞERME ARZUSU
‘Ama konumuz bu değil,’ deyip, senenin sinema raporunu çıkarmak gibi boyumu aşan bir işe yatay geçiş yapamayacağım. Çünkü aslına bakarsanız konumuz tam da bu. Yeşerme arzusu. ‘Dışarıda akan koca hayata sırtını dönmek değil midir film izleme eylemi en nihayetinde?’ sorusu üzerine zaman zaman her sinemasever kafa patlatır. Bu konuya dair net bir cevap oluşmadı henüz kafamda. Yine de bugün, her zamanki gibi, film izlemenin hem ihtiyaç hem de ilaç olduğu bir dönemdeyiz. Karmaşada kaçırıp hayata dair göremediğimiz (ya da görmek istemediğimiz her şeyden uzaklaşmak adına) ne varsa hepsini, iyi– kötü, perdede yakalayabilmeliyiz, yine. Sokaklarda hak ararken bir elimizden de sinemadaki kahramanlarımız tutmuyor mu? Kendimizi kocaman, vahşi bir setin içinde hissetmiyor muyuz bazen, hani başrollerini hepimizin eşitçe paylaştığı? İyiler ve kötüler var, haklılar ve haksızlar. İyi filmlerde insanlar yine grinin tonlarından biçilecektir, siyah-beyazın keskinliğinden uzak dikişlerle. Mizah anlayışımızın, hayata bakışımızın, dinlediğimiz müziklerin içinde ufak da olsa ‘abi ama çok güzeldi be…’ diye çıktığımız filmlerden parçalar yok mu? Bize hayallerin gerçek olabileceğini hissettirdiği için güzeldir sinema en çok, heves kıran onca tantananın arasında ‘boş ver, gel bak ne göstereceğim…’ dediği için iyidir, iyicil kullanılmalıdır. Bu yüzden, bir 2013 filmleri nostaljisi yapacaksak şimdiden, geriye dönüp baktığımızda hayal kırıklığı yaratanlarıda ele almaktansa, yalnızca bizi ‘yükselten’ filmleri anma havasındayım şu noktada. Türk sinemasının fazlaca izleyemediğimiz ve artık daha çok izlemek istediğimiz, henüz yaratılmamış onlarca kadın karakterine ve içinde ‘gerçek’ kadınların var olduğu, henüz çekilmemiş filmlerine el sallayıp, kendilerini koltuklarımızda hazır beklediğimizin altını çizerek elbette.
MÜZİĞE SAYGI DURUŞU
Müziğe saygı duruşu niteliğinde olan, başrollerini şarkılarla paylaşan birçok film izledik bu sene. Bir ‘iade-i itibar’ hikayesi niteliğinde olan ‘Bir Şarkının Peşinde’, 1970’lerde kendi ülkesinde yaptığı müziğin manevi karşılığını bulamayan Sixto Rodriguez’in farkında olmadan başka bir ülkede müziğiyle yarattığı etkiyi ve yine aynı ülkede, müzisyenin ölümünü hakkındaki efsanelerle büyümüş hayranlarının sanatçının hikayesini aydınlatma sürecini anlatıyordu. Bize, nadiren de olsa, bir ‘kaybeden’ öyküsünün görünmeyen tarafında kazanılmış koca bir dünya olabileceğini göstermiş olduğu için güzeldi ‘Bir Şarkının Peşinde’. Belki adını bile ilk kez duyduğumuz Rodriguez’in peşine hep beraber düşüp, olayları koşulsuz bir heyecan ve mutlulukla izleyicilere kurcalattığı için (tanınmayan ‘başkaları’ adına da mutlu olabileceğimizi hatırlattığı için de demek oluyor bu) ümit vericiydi. Coen Kardeşler’in son filmi ‘Sen Şarkılarını Söyle’nin folk müzisyeni Llewyn Davis'in de Rodriguez gibi sürpriz bir geleceği olur mu bilinmez, ama Oscar Isaac’in yalın performansıyla hayat bulan Davis karakteri, içinde bulunduğu durumla ilgili kendince bir uzlaşmaya varacak, hatta varmış gibiydi. Filmi de, Davis’in hayatı ne kadar karmaşa içinde olsa da, anlatımdaki o klasik ‘Coenvari’ yalınlığı dolayısıyla sevmiştik.
YILIN EN UMUT VERİCİ YERLİ FİLMİ…
Hazır bu konuya girmişken, Jarmush’un ‘bir şeyler deniyordum ama vazgeçtim’ kafasındaki geri dönüş filmini, ‘Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’ı pas geçmenin ayıbı büyük olur. Başrollerinde Tilda Swinton ve Tom Hiddleston’ın bulunduğu bu (elbette) havalı filmde, kim bilir ne zamandır hayatta olan karakterlerimiz entelektüel ve manevi bir çöküş yaşayan dünyada aşklarını ve hayatlarını sürdürmeye çalışan iki vampiri canlandırıyordu (vampir olayı burada detay, çok takılmayın)… Jarmush ‘un ‘Kontrol Limitleri’ne hakim olan ‘high-art’ sıkıcılığından sonra ‘Gizem Treni’ samimiyetine, üstelik oldukça ‘şık’ bir çiftle yaklaştığını görmek bize iyi geldi. Belki de senenin en ümit verici Türk filmi olan ‘Yozgat Blues’da ise, ‘Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’daki sanata şapka çıkarma halindense, bir şarkıda asılı kalma durumu vardı. Bir an, bir mekan ya da bir illüzyonda takılı kalma halini anlatıyordu biraz da Mahmut Fazıl Coşkun. Yavuz’un perukla olan imtihanının sonucu, hayata neresinden yaklaşacağını bilemeyen ‘nadir’ bir adamın ona tutunma çabalarının sembolik olarak ‘fön’lenişiydi. Ve filmin başrollerinden biri Joe Dassin’in ‘L’ete Indien’ şarkısıydı. Bir de otel odalarının pencerelerine vuran, ‘hüznün değişik tonları’ndaki ışıklar.
İNSANLIĞIN YÜZÜNE İNEN OKKALI TOKAT
Direniş, katliam ve çaresizlik filmleri de izledik bu sene. ‘2013’ün en iyileri’ listelerinin neredeyse hepsinin tepesinde yer alan ‘Öldürme Eylemi’ önünüze konup yemenizin beklendiği donmuş bir yemek gibi sert, kaskatı ve hatta zalimdi. Joshua Oppenheimer’ın yönetmenliğini yaptığı belgesel, Endonezya’nın Suharto diktatörlüğü zamanında kurulan ‘Pancasila Youth’ paralimiter birliği üyelerinin işledikleri insanlık suçlarını kendi ağızlarıyla anlatımlarını, tekrar ‘sahneleme’lerini barındırıyordu. Sonuç, insanlığın yüzüne inen okkalı bir tokat gibi. Werner Herzog, gerçekleştirilen toplu katliamları yaratan koşulları ve bu katliamların sorumlularının ruh hallerini bir ‘kâbus’ gerçekliğiyle ortaya koyan filmin ilk görüntülerini izledikten sonra, filme yürütücü yapımcılardan biri olarak imzasını atmıştı.
’EVET’ KABULLENİŞİN, ‘HAYIR’ DİRENİŞİN ANLATISI…
Başka bir diktatörlüğün şapkasından zorla çıkardığı referandum seçimlerine hazırlık dönemindeki direnişi, ‘hayır’cıların reklam kampanyalarını oluşturma süreci üzerinden ele alan Şili yapımı Pablo Larrain filmi ‘No’, politik olarak tarafsız bir reklamcı, karakter olarak da bir çocuk-adam olarak tanımlayabileceğimiz ‘Rene’ aracılığıyla, ülkenin en önemli siyasi kırılma noktalarından birini irdeliyordu. ‘No’ yalnızca fikren değil, aynı zamanda film dili ve tekniği açısından da alışılmışın dışında bir filmdi. Reddetme eyleminin en büyük motivasyonu sonrası için umut sahibi olmaksa, ‘evet’ kabullenişin, ‘hayır’ ise direnişin anlatısı oluyor; başka da seçenek yok zaten, bu kadar basit. İçinde bulunduğu düzenin dışına çıkmaya çalışan bir kızın çaresizce çırpınışını ise ‘Jin’ ile gördük. Reha Erdem’in, önceki filmlerini de göz önünde bulundurarak, doğaya derin bir saygı beslediğini düşünüyorum. ‘Jin’in naif bir kurtuluş ümidiyle aşmaya çalıştığı dağ ve ormanlarda tehdit oluşturan unsur, içinde bulunduğu vahşi doğa şartları değildir. Tam tersine, doğa insandan gelecek kötülüklere karşı sığınılacak bir koyundur; tehlike ise insandır, kötülük en nihayetinde yine ondan gelir. Hem kendisine hem de doğaya karşı yıkıcı bir yaradılıştadır nasılsa. Reha Erdem, ‘Jin’ filminin politik tarafını dünyevi ve ‘eğreti’ bir unsur olarak ele alıyor. ‘Dışarıda, bizim ötemizde ve bizden başkakocaman bir dünya var’ diyor, ısrarla; Jin biliyor, görüyor ama o kadar yalnız ve tüm azmine rağmen genç bir kadın olarak öylesine savunmasız ki, ormanda karşısına çıkan kırılgan geyikten bir farkı yok aslında. Onun çaresizliği de bu, ‘öte’yi görebilip, kör çoğunluğun hüküm sürdüğü bir düzende yaşamak.
YILIN EN TEMİZ FİLMİ…
Başka bir kadının, başka türlü ümitsiz hikayesine ise Jale Arıkan’ın canlandırdığı ‘Zeynep’ karakteriyle, yönetmenliğini Erdem Tepegöz’ün yaptığı ‘Zerre’ filminde şahit olduk. Film, bir hayat yoksulluğun koynunda nasıl yaşanamaz, onu anlatıyordu sakin sakin, derli toplu. Dünyası kapısız, köhne bir oda olan ‘Zerre’, yılın belki en ‘temiz’ filmiydi. Başka türlü bir ‘ne yapacağını bilememe hali’ de Danimarka’dan ‘Onur Savaşı’yla geldi. Çalıştığı anaokulundaki bir kız çocuğunun masumane yalanı sonucu pedofili suçlamalarıyla karşılaşan öğretmen rolünde Mads Mikkelsen’i, çaresiz bir köpek yavrusu gibi köşeye sıkışmış halde de gördük bu vesileyle. Sorgusuz sualsiz insan taşlamaya hala nasıl da dünden razı olduğumuzu izlemek şuurumuzu biraz sarsıp bizi biraz kendimize getirdi, özellikle şahsıma göre efsane olmaya aday market alışverişi sahnesiyle. Teşekkürler Thomas Vinterberg!
KAVUŞMAKLA BAŞLAYIP KAVUŞMAKLA BİTEN
Zor, zorluklarla ya da zorla büyüyen karakterlerimiz de boldu. Annelerimizin ‘kız iyi de hafif uçarı’ diye tabir ettiği türden bir arkadaşımız olan ‘Frances Ha’, filmin yönetmeni Noah Baumbach ve başrol oyuncusu Greta Gerwig ile Amerika’dan ferah bir ‘indie’ rüzgarı estirdi. Fransa’dan Abdellatif Kechiche, bu senenin en olaylı filmi ‘Mavi En Sıcak Renktir’ ile Adele’in, Emma’yla olan ilişkisi zarfında, genç bir kızdan genç bir kadına dönüşme sürecini tüm açıklığıyla yaşanan zorlu bir aşk hikâyesi üzerinden anlattı. Daha başka bir büyüme, hatta bir nevi ‘yaşlanma’ öyküsü de meşhur üçlemenin son filmi ‘Gece Yarısından Önce’ ile Richard Linklater’dan geldi. Jesse ve Céline’in sonu gelmez, meşhur sohbetlerine bu sefer ‘bütün aşkların zamanla evrildiği o malum nokta’da dahil olduk. Her şey kavuşmakla başlayıp kavuşmakla bittiğinden, ‘Gece Yarısından Önce’nin biraz da iç burkan bir tarafı vardı; büyü bozulmaya mahkum olduğundan, karakterlerimizin ayakları başka türlü yere basıyor artık. Bu üçlemeyi dürüst olduğu için seviyoruz işte. Her sene olduğu gibi, elbette bu senenin de ‘tuhaf’ları vardı. Ana karakterini şekilden şekle sokan Leos Carax’ın ‘Kutsal Motorlar’ı ve Shane Carruth’un ‘Gizli Kimya’sı, kendi içinde ayrı bir ritme ve mantığa sahip olan birer ‘auteur’ puzzle’larıydı adeta. Bu ikiliye ‘başka türlü bir tuhaflık’ kontenjanından Onur Ünlü’nün yönettiği ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’yi katmak da mümkün.
BÜYÜK ESERLERİN MODERN NOSTALJİSİ
Son olarak, ne tarafa koyacağımı bilemediğim, ama şahsımda yeri ayrı olan iki film var. Bunlardan ilki, Türkçe’de isminin henüz ‘Büyük Usta/Üstat’ gibi muallak çevirileri bulunan son Wong Kar Wai yapımı ‘Yi Dai Zong Shi / The Grandmaster’. Wong Kar Wai’ın yine, hikâyeleri ‘zaman’ı eğip bükerek anlatma konusundaki efendiliğini konuşturduğu film, efsane kung fu ustası Ip Man’in hayatını, kırılgan ve zarif bir şiirsellikle ele alıyor. Kıymetli bulduğum bir diğer film ise, ülkemizde hakkının henüz yeterince verilmediğini düşündüğüm (herhalde 2014 festivalleri kapsamında gösterime girecektir) Paolo Sorrentino imzalı ‘Muhteşem Güzellik’ oldu. Filmin başrol oyuncusu Roma şehri olmakla beraber, şu muhteşem güzelliğe tekabül eden şey de ‘hayat’ın ta kendisi oluyor sanırım. Sorrentino’nun belli ki Fellini ve Antonioni’den aldığı ilhamla yola çıkarak, onlara saygı duruşu niteliğinde ‘işlediği’ filmi, izleyiciye hem bu büyük isimlerin eserlerinin ‘modern’ nostaljisini hem de şahsına münhasır ‘taze’ bir edebi atmosfer sunuyor. Bulduğunuz yerde kaçırmayınız, izleyiniz.