20 yıl sonra yeniden Pink Floyd karşınızda
Bu bir Pink Floyd albümü değil. Evet evet değil. Ama aslında bir Pink Floyd albümü. Syd Barret’in şu ya da bu şekilde etkisinin olmadığı, Roger Waters ve David Gilmour’un kapışmadığı albüme Pink Floyd albümü demek zor. Benim gibi Pink Floyd’u gelmiş geçmiş en iyi grup olarak bağrına basan hayranları için ise, çok güzel bir hediye ama bir Floyd albümü değil. Grup belki artık geri gelmeyecek eski günleri anmak istemiş, belki günümüz teknolojisi ve kes-yapıştır ile çok şey mümkün. Dinlerken bazen Wish You Were Here albümünün tadını almıyor değilsiniz, ama sonuçta Waters ve diğerleri zıtlığından doğan güzelim müzik yok bu albümde. Ama zaten epeydir yok... Eğer albümü bir Floyd albümü değil bir David Gilmour solo albümü olarak dinlerseniz çok güzel.
Albüm grubun 1994 de çıkardığı The Division Bell albümü için artanlardan David Gilmour tarafından bir stüdyoya girilerek yeniden elden geçirilmesiyle ortaya çıkmış. Albümün prodükterleri arasında eski Roxy Music, Phil Manzanera’de var. Albüm son parça hariç tümüyle enstrümental. Son parçanın sözlerini ise David Gilmour karısı Polly Samson yazmış. Gitti Waters geldi Samson durumu sizin de hoşunuza gitmedi herhalde... Gilmour’a göre albüm 2008’de kaybettikleri grubun klavyecisi Rick Wright‘ı anmak için iyi bir neden. Zaten parçaların çoğu Gilmour ve Wright imzalı.
Bu albüm bir aradan parça seçeyim de dinleyeyim albümü değil, bu albüm günümüzün müzik dinleme anlayışına da biraz aykırı. Çünkü bir bütün. Albümün neredeyse bir roman gibi giriş gelişme ve sonucu var. Açılış parçası Things Left Unsaid çok etkileyici. Kapanış parçası Louder Than Words de aynı şekilde. (Uzun introya rağmen) Parçada az da olsa Dark Side Of The Moon günleri hissedliyor. Benim favorim ise Skins. Neyse kuşağımın Pink Floyd severleri aynen benim gibi koşup gidip bu albümü alacaklar, çünkü her ne kadar bu bir Floyd albümü değilse de, dinlerken eskileri anmak ve grubun 80’lerin başlarına kadar ki olağanüstü albümleri üzerine konuşmak için iyi bir fırsat.