İlahi Aşk
.
İnsan, aşk yoluyla varlığının kaynağı olan Allah’a ulaşır. Hz. Mevlâna bundan dolayı “Âteşîstin bang-i nâyî nîst bâd; Her ki in âteş nedâred nîst bâd: Bu neyin sesi ateştir, hava değil. Kim de bu ateş yoksa yok olsun.” demiştir. Hemen bütün İslâm mutasavvıflarınca kabul edildiği ve temeli Cüneyd’in, Risalelerinde açıkladığı Mîsâk tezine dayanan görüşe göre, Allah’ın düşüncesi olarak ezelde var olan insan, şu somut evrende somut bireyler olarak yaratılınca, zerre halindeki varlık (ruh) tanrısal kaynaktan uzak kaldı, ayrılık içine düştü, o tasasız hali özler oldu. Çünkü Hz. Mevlânâ’nın deyişiyle:
Her ki dûr mând ez asl-i khîş Bâz cûyed rûziGâr-i vasl-ı khîş
Aslından uzak kalan her varlık aslına kavuşmanın özlemini çeker.
İnsanı Yaratan ile bütünleştirecek olan araç, sevginin son sınırı olan aşktır. Tanrı her varlıkta görünmekle beraber en güzel biçimde insanda görünmüştür. Bundan dolayı “Kendini bilen Rabbini bilmiş olur” Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin ileri düzeyinde insan, varlıkları ayrı ayrı değil, Bir görür. Daha doğrusu yaratıkları kaybeder, sadece Yaratan’ı görür.
Sevginin olmadığı yerde, öfke, kızgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Hak ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, onları İlâhî evrene yönelten sevgidir. İşte bu gerçeği
“Aşk imiş her ne var âlemde; İlm bir kîl-ü kal imiş ancak!” beytiyle dillendirmiştir.
Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven, karşılık beklemez. Âşık, gerçek seven (Dost) kişidir. Dost başka bir anlamda da Allah’tır, kişinin gönlünde ışıyan Ö’zdür.
Ölüm, ruhun yok olması değil, İlâhî kaynağına dönmesidir
Ölüm ruhun bedenden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle ölüm ruhla bedenin ayrılmasıdır. Ruh bedenden ayrılınca beden ölür, kendisini oluşturan elemanlarına (toprak, su, ateş, hava) karışır. Gerçekte ölüm yok olmak değil, ruhun geldiği Tanrısal kaynağa dönmesi demektir.
İlâhî Aşk insanı Vahdet-i Vücut düşüncesine götürür.
Vahdet-i vücûd (varlık birliği) fikrini sistemleştiren mutasavvıf, Muhyi’d-dîn İbnu’l-Arabî’ye göre varlık, bir tek hakîkatten ibarettir. Çeşitlenme ve çoğalma, dış duyuların oluşturduğu bir görüntüdür. Allah kesin varlıktır. O’nun varlığının sebebi yoktur. O, kendi zatiyle vardır. O’nu bilmek, varlığını bilmektir. Zatının hakîkatini bilmek mümkün değildir.
Allah bizi şu belirli biçimlerde yaratacağını, ezelden beri biliyordu. Eğer bizi bu şekilde bilmeseydi yaratmazdı. Bu biçimi başka yerden de almadı. Çünkü kendisinden başka bir varlık yoktu ki oradan alsın. Demek ki kendi bilgisinde bizim bu biçimimiz vardı. Bizi ezelî bilgisiyle böyle bilmişti. O halde biz, bilkuvve (potansiyel olarak) O’nda vardık. O’nun bizi bilmesinin aynısı olan bizim misalimiz (düşünce halindeki varlığımız, bir başka deyişle Allah’ın bizim hakkımızdaki bilgisi), kendi kıdemiyle kadim(öncesiz)dir. Çünkü bilgi O’nun sıfatıdır. Sıfatı da ezelîdir. Allah, bizi yaratacağını sonradan bilmiş olamaz (İbnu’l-Arabî, al-Futûhâtu’l-Mekkiyye, 1/153-154, Mısır, 1293).
İbnu’l-Arabî’ye göre a’yân-i sâbite (ideler), yani Allah’ın bilgisi bakımından âlem, kadîmdir. “Yoktan var olmuş değildir. (Yani evren Allah’ın bilgisinde ezelden beri vardı. Çünkü O’nun bilgisine sonradan bir şey eklenmez.) Yoktan var oldu demek, zâtı, kendisinde gizli iradesi ile a’yâne (biçimlere) geldi demektir. Zira ne yok var olur, ne de var yok olur. Zat denizinin çalkanmasından âlemler oluşmuştur.” (İsmail Hakkı, Lubbu’l-Lubb ve Sirru’s-Sirr, s. 12, İstanbul, 1328) Allah bu dünyâları, isimlerini açığa çıkarmak için yaratmıştır. Çünkü gücü etkinlenmemiş kâdir; verme olmadan cömertlik; beslenen kimse olmadan Razzak (rızk vericilik); yardım edilen bir şey olmadan Nâsır (yardım edicilik); rahmet edilen biri olmadan Rahman (rahmet edicilik) etkisiz kavramlardır (Fütûhât: 1/155).
SİZ SORUN PROF. DR. SÜLEYMAN ATEŞ CEVAPLASIN
Hasta yürekliler kimlerdir?
Hocam, Kur’ân’ı Kerim’de münafıklar, kâfirler ve bir de kalbinde hastalık olanlardan bahsediliyor. Kimdir bu kalbinde hastalık bulunanlar ve bunların ayrıca anılmasının sebebi nedir? Neden böyle bir nefisle yaratılmışlardır? Teşekkürler. (Gülen Öztürk)
CEVAP: İnançsızlar üç gruba ayrılır: Kâfirler, münafıklar ve hasta yürekliler. Kâfirler katıksız inançsızlar olup inanmadıklarını da açıkça söyleyenlerdir. Münafıklar gönülden inanmayıp inanmış görünenlerdir. Bunlar Müslüman gibi görünüp ellerinden geldiğince İslâm’ı baltalamaya çalışan insanlardır. Bunlar içinde bir grup da vardır ki bunlar katıksız münafık değillerdir. Zaman zaman inanıp en ufak bir menfaat kaybı durumunda kuşkuya düşen, kâh inanıp kâh inkâra düşen insanlardır. İşte münafıkların çoğu bu üçüncü gruptandır. Bunların durumu Bakara 17-19’nci âyetlerde tasvir edilmektedir.
Âyetlerden, gerek mü’minlerin gerek kâfırlerin, gerek münâfıkların ikişer gruba ayrıldıkları anlaşılmaktadır. Mü’minler: mukarrebûn (Allah’a çok yakın olanlar) ve ebrâr (iyiler) gruplarına; kâfirler: du’ât (küfür liderleri, küfre dâvet edenler) ve taklîdçiler gruplarına; münafıklar da: hâlis münâfık ve içinde kısmen nifak bulunan gruplara ayrılırlar. Hz. Peygamber (s.a.v.), hâlis münâfığı şöyle nitelemiştir: “Dört huy vardır ki bunlar bir adamda bulunursa o kimse hâlis münâfıktır. Ama bunlardan sadece biri bulunan kimse ise o huyu terk edinceye kadar kendisinde biraz nifak olan insandır. Bu huylar şunlardır: Kendisine güvenildiği, yanına bir emânet bırakıldığı zaman hıyanet etmek, konuştuğu zaman yalan söylemek, söz verdiği zaman sözünde durmamak, çekiştiği zaman aşırı gitmek.” (Buhârî, İman, 24; Müslim, İman, 25, hadîs: 106.)
Böyle insanlar her zaman ve her toplumda bulunabilir. Bazı tipler vardır ki bir türlü içlerine iman yerleşmez. İnanırlar, fakat imanları sağlam olmadığı için hemen bir kuşku ile inkâra saparlar. Ama küfürde de rahat edemez, yine inanırlar, fakat yine saparlar. Böylece imanla küfür arasında bocalaya bocalaya sonunda yüreklerini tamamen inkâr sarar, kalbleri katılaşır, artık doğru yolu bulamazlar. İşte nifakın sonu budur.