Şampiy10
Magazin
Gündem

Hz. Peygamberi rüyada görmek büyük lütuftur

SORU: Şöyle bir rüya gördüm: “Hiç tanımadığım bir arkadaşım var. Onunla dağlardan tepelerden geçip bir mezarlığa geldik. Ancak bu mezarlık düz bir arazide değil, bir uçurumun kenarındaydı. Mezarların aralarından inip mağara gibi bir yere girdik. Burada Peygamber Efendimiz vardı. Arkadaşım onu tanıyordu. Ben de tanıştırdı. Peygamberimiz bana oldukça iyi ve de sıcak davrandı. Konuştuğumuzu hatırlıyorum ama ne konuştuk bilmiyorum. Peygamberimizin elinde siyah bir tespih vardı. Galiba namaz kılıyordu. Üzerinde kıyafeti sanki geçmişteki padişahlarınkine benziyordu.” Bu rüyayı anlatırken biraz ürperiyorum. Ama ne rüyamda ne de uyandıktan sonra ne korktum rne de ürperdim. Hatta huzur içindeydim. Bana bu rüyamı açıklar mısınız? İçimden geldiği zaman namaz kılıyorum. Aslında mümkün olduğunca kılmayı istiyorum. Arapça hiç bilmediğim bir dil. O nedenle duaları okurken hata yapıyorum. Dilim sürçüyor. Ettiğim duayla bütünleşemiyorum. Kısacası namazımı Türkçe kılmak istiyorum. Arapça namaz surelerini Türkçe okumamda bir sakınca var mı?

CEVAP: Rüyan güzel. Peygamberimizi görmek büyük lütuftur. Bu senin ruhunun temizliğini gösterir. Arapça en güzel dillerden biridir. Muntazam ve zengin bir dil olduğu için son kitap o dille indirilmiştir. Ama Arapça’ya dilin dönmüyorsa Türkçe okuyarak namazlarını kılabilirsin. Dinde zorluk yok. Yeter ki sen namazını kıl.

Namazda Kur’ân’a bakarak okuyabilirsiniz

SORU: “Namazda Kur’ân’a bakarak okumak caizdir” başlıklı yazınızı ilgi ve dikkatle okudum. Uzun zamanda beri ciddi anlamda kıldığım namazlarda konsantrasyon eksikliği yaşıyorum. Elimde olmadan kafam devamlı başka şeylerle meşgul oluyor. Bunu istemeyerek yapıyorum. Allah’a beni affetmesi ve başka şeylere takılmadan namazımı kılmam için dua ettim. Sanırım dualarım kabul oldu. Bu yazınızdan sonra Kur’ân’dan okuyarak namaz kıldım. Sonuç muhteşem. Uzunca bir süredir ilk defa dikkatim dağılmadan ve ezbere bilmediğim ayetleri okuma fırsatı bularak namazımı kıldım. Namazın tamamında elimden Kur’an’ı hiç düşürmedim. Hatta secdede bile elimde tuttum. Bu doğru mu? Sadece bu kısımda bir tereddüdüm oldu. (Berkin Yaman)

CEVAP: Kur’ân’ı yanınızdaki bir sandalyeye veya tabureye koyarsınız yahut koltuğunuzun altında tutarsınız. Ayakta mushafı açıp ayetleri okursunuz. Sonra yine sandalyeye koyar veya koltuğunuzun altında tutup rükû ve secdeyi yaparsınız. Böyle devam edersiniz. Secdede mushafı yere koymanızda da hiçbir sakınca yoktur.

Yazının devamı...

Meleklerin koruması kaderin sonucudur

SORU: Bir yazınızda hata olduğunu düşünüyorum. Tabii bu baskıyla ilgili bir durum da olabilir. “O(insa)nın önünden ve arkasından izleyen(melek)ler vardır. Onu Allah’ın emrinden (kaza ve belalardan, tehlikelerden) korurlar’’ kısmında “onu Allah’ın emrinden (kaza ve belalardan, tehlikelerden) korurlar” diye yazmışsınız. Oysa ayetin orijinalinde ‘’Onu Allah’ın emriyle gözetip korumaktadırlar’’ diye geçiyor. Yani meleklerin Allah’ın emriyle insanları kaza, bela ve tehlikelerden gözetip korumakta olduklarını belirtiliyor.

CEVAP: Ayetin orijinali sizin yazdığınız gibi “bi-emrillah” değil, “min-emrillah”tır. Yazdıklarımda hiçbir baskı hatası yok. Tefsirlerin açıklaması öyledir. Kaza, bela hepsi Allah’ın emrinden yani işlerindendir. Koruyucu melekler kesin olmayan kazadan korurlar ama kesin kazadan korumaları mümkün değildir. Onların korumaları da yine kaderin bir sonucudur.


Seferilikte oruç

SORU: Katıldığım bilimsel bir program dolayısıyla geçen yıl Ramazan ayının büyük bir kısmını yurt dışında geçirmek zorunda kaldım. Bu durumda oruç tutmayla ilgili hüküm nedir? İlk gün niyet edip tutmaya başlarsak her gün tutmak zorunda mıyız? (C . Ünal)

CEVAP: Gittiğiniz yerde 15 gün veya daha fazla kalacaksanız seferi (yolcu) sayılmazsınız. Oruç tutmak zorundasınız. Ama daha az kalacaksanız o zaman orucunuzu yiyip sonradan kaza edersiniz. Şayet oruç tutmakta zorlanıyorsanız o zaman oruç yerine her gün için en az
7 TL fidye verirsiniz. Elbette oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.


Ruhen Müslüman

SORU: Hristiyan bir erkekle evlenen kızımız, nikâhının İslâmi ortamda tanınmasını ve İslâm’dan dışlanmamasını istiyor. Önümüzdeki günlerde Amerika’dan gelecekler. Kocasının, Hz Muhammed’in Allahın resulü olduğunu kabul etmesi durumda İslâmi nikâh kıyılamaz mı?

CEVAP: Bu konuyu da çok yazdım. Eğer kızınızın evleneceği Hristiyan erkek, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve Allah’ın birliğini kabul ediyorsa resmen olmasa da ruhen Müslüman sayılır. Onunla evlenmesi geçerlidir.


Eserlerimin sırası

SORU: İslâm’la ilgili çok şükür temel bilgilerim var. Ancak dinimi ayrıntılarıyla öğrenmek için bir yerden başlamak istiyorum. Kur’ân’ın açıklamasını ve Mesnevi’yi de okuyorum. Sizin değerli eserlerinizden faydalanmak istiyorum. Onları hangi sırayla okuyabilirim? (Fisun Şener)

CEVAP: Yeni İslâm İlmihali, İslâm’da Güncel Tartışmalar, İslâm Tasavvufu, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri ve Kur’ân Ansiklopedisi eserlerimi sırasıyla okursanız yeterli derecede bilgilenirsiniz.

Yazının devamı...

Emziren kadın oruç tutmakla yükümlü değil

SORU: Çocuk doktoruyum. Özellikle Ramazan yaklaşırken bebeklerine mama tavsiye etmemi isteyen anneler gelmeye başlıyor. Bebekler büyükse yani ek gıdaya başlandıysa sorun olmuyor. Bunların arasında 1 aylık bir bebeğin annesi benden mama tavsiyesi istedi. Ona bebeğin anne sütüne ihtiyacı olduğunu, bebeği büyüdükten sonra oruç tutabileceğini söyledim. “O zamandan önce ölürsem ne olacak? Bu çocuk mu beni kurtaracak?” dedi. Allah emziren anneyi hoş görmez mi? Affetmez mi? Oruç tutacağım diye bebeği anne sütünden mahrum bırakmak günah değil mi? (Özlem Karabuda)

CEVAP: Hastalar, yolcular oruç tutmakla yükümlü değildir. Emzikli kadınlar da çocuklarını sağlıklı emzirebilmeleri için özürlü sayılırlar. Onlar iki yıllık emzirme süresinde oruçlarını yiyebilirler. Daha sonra kaza ederler. Emzikli durumda oruç tutmakla yükümlü olmadıkları için o durumda Allah göstermesin öldükleri takdirde sorumlu olmazlar. Çünkü o halde kendilerine oruç tutmak farz değildir. Yolda veya hastayken ölen kimse oruçtan sorumlu değildir. Emzikli kadınlar da böyledir. Oruç tutmakta zorlananlar ise bu durumları süreklilik arz ediyorsa oruç tutma yerine fidye verebilirler.


‘U’ sesi mi ‘ü’ sesi mi?

SORU: Kur’ânı Kerim’de ötreyle yazılan ince harflerin u ve ü arası bir sesle okunması gerektiğini öğrenmiştim. Ona göre okumaya çalışıyordum. Fakat Kabe imamlarının u sesiyle kalın okunduklarını dinledim. “Yanlış mı okuyorum acaba” kaygısıyla bazı kişilere danıştım. İnternetten araştırdım. Farklı cevaplar aldım. Bazı kişiler “Arapça’da ü harfi yok, u diye oku”, bazıları da “Bütün ince harfleri u diye okursanız anlam farkı oluşur. Kesinlikle böyle okumayın” diyor. Arapça’da ‘kum’ ve ‘küm’ kelimelerinin farklı anlamlara geldiğini, böyle birçok kelime olduğunu söylüyorlar. Kabe imamlarının yanlış okuduğunu ifade edenler olduğu gibi “Türkler Arapça’yı Araplardan daha mı iyi biliyor ki bir tek bizde farklı okunuyor” diyenler de var. Bu konuda bana yardımcı olur musunuz? (Muammer Akvıran)

CEVAP: Arapça’da ‘ü’ sesi yoktur, u sesi vardır. ‘Leküm’ değil, ‘lekum’dur. U sesini
ü sesiyle okumak gerektiğini söyleyenler Arapça’yı bilmeyen, üç kelime Arapça konuşamayan kişilerdir. Onlara göre Kabe imamları yanlış okuyorlar. Öyle ya demek ki İngilizce’yi İngilizler değil de Türkler daha iyi konuşur ve telaffuz ederler. Türkçe’yi de Türkler yanlış telaffuz ediyorlar. Araplar Türkçe’yi daha iyi telaffuz ederler. Siz bir Arap’ın Türkçe konuştuğunu dinleyin de nasıl gülünç olduğunu görün. İşte ü sesiyle okumayı tavsiye edenler de aynı şekilde gülünç durumda olan insanlardır.

Yazının devamı...

Düşüncelerinizi halka anlatın

HOCAM biz üç arkadaşız. Akşamları Kur’ân okuyoruz, İslâm’ı araştırıyoruz. Günümüzde İslâm, Hz. Peygamber ve dört halife döneminde yaşanandan çok kötü durumda. Geçen 1400 yıllık süreçte çeşitli odaklar tarafından dine müdahale edilmiş. Mezhep yorumları, tasavvuf anlayışı, tarikatlar, cemaatler... Bunların genel anlamda dine olumsuz etkileri olmuş. Kişiler, görüşler, hurafeler, bidatllarla din özünden uzaklaştırılmış. Bizim niyetimiz bir kitap yayınlayıp dine yapılan ilaveleri (mezhep görüşü vs.) teker yazmak, incelemek, bunların aslında dinle ilgisi olmadığını ayetler yardımıyla halka anlatmak. Belli konu başlıkları altında dinin bir parçası gibi bilinen ama aslında Kur’ân’da olmayan yani hurafe veya bidatları anlatacağız. Bu çalışmamızda sizin yayınladığınız eserler ve diğer Kur’ân odaklı salih niyetli hocalarımızın yayınları yardımcımız olacaktır. (Metin Mutmain)

CEVAP: Düşünceleriniz doğrudur. Zaten ben de yıllardan beri bunları izah etmeye çalışıyorum. Ama siz bu düşüncelerinizi bana değil halka anlatın. Ancak bağnazlar menfaatleri, geleneğin devamında olduğu için anlamazlar.

Yezid’e atfedilen dize

SORU: Yezid’e atfedilen “Ela ya eyyühas-saki edir kesen ve navilha” mısraını şairler pek belagatlı bulurlarmış. Acaba Arapça açısından edebi değeri nedir? (Y. Doç. Dr. Münir Dedeoğlu)

CEVAP: “Ela ya eyyuhas-saki edir kesen ve navilha.” Bu şiir Yezid’e nispet edilir ama onun böyle büyük bir şair olduğunu sanmam. Bu şiir, bildiğim kadarıyla Hafız-ı Şirazi’nin divanında geçer. İkinci dizesi de Farsça olarak şöyledir:

Ela ya eyyuhas-saki edir kesen ve navilha

Ki ışk asan numûd evvel vüli oftad muşkilha.

(Ey saki kadehi dolaştır da ver. Çünkü baştan aşk kolay geldi ama sonra güçlük içine düştü). Yezid Divan mı yazdı ki böyle dizeler söylesin? Belki o da içerken daha önceki bir şiiri mırıldanmıştır. Yahut Yezid’i sevmeyenler onun aslında sürekli içen bir sarhoş olduğunu söylemek istemişlerdir. Bu konuda araştırma yapmak gerekir. Ama şiir olarak bu dize, duygulu ve edebi değeri yüksek bir sözdür.

Altınların zekâtı


SORU: 140 gram altınım var. Evim, arabam, işim yok. Eşim, “altınların zekâtına karışmam” diyor. Tek güvencem altınlarım. Bunların zekâtını vermek zorunda mıyım? (E. Ebrar)

CEVAP: Sizin eviniz yoksa size bir ev alacak miktardaki paraya zekât düşmez. Ondan fazlasına düşer. Altınlarınız eğer bir ev satın alma değerinden fazla ise o fazla miktara zekât düşer. Bundan azına düşmez. Ayrıca altınlar sizin değil de eşinizin ise zekâtı ona aittir. Siz onun zekâtını vermek zorunda değilsiniz. Onun da evi yoksa yine ev alacak kadarına zekât düşmez. Gerisine düşer.

Yazının devamı...

Hz. Ali’nin kitap yazdığına dair bir kanıt yok

SORU: Dördüncü Halife Hz. Ali kitap yazdı mı? Yazdıysa orijinal adı nedir? Bu kitabın günümüze kadar aynen muhafaza edilmiş olduğundan emin olabilir miyiz? Bunun Türkçeçevirisi var mı? (Ersoy Hazneci)

CEVAP: Hz. Ali’ye nispet edilen konuşmalar, hicri dördüncü asırda yaşamış olan, Ali

soyundan gelen Şeyh Radi’nin Nehcul-Belaga adlı eserinde toplanmıştır. Bu söz ve konuşmaların bir kısmı Hz. Ali’ye ait olsa bile çoğu yakıştırmadır. Hz. Ali’nin bizzat oturup kitap yazdığı hakkında kesin bir kanıt yoktur.

Zaten bilimsel de değildir. O zaman henüz insanlar kitap yazacak birikime sahip değillerdi. Dört halifenin hiçbirinin kendi kalemlerinden çıkan kitapları yoktur.

Ayrıca onlar, Kur’ân’dan başka yazılı bir kitap görmek istememişler, hatta bunu yasaklamışlar, bu yüzden hadislerin yazılmasına da razı olmamışlar, ancak şifahen (ağızdan) aktarılmasında sakınca görmemişlerdir. İki kez Kur’ân’ı Cem Etme Komisyonu‘nun başkanlığını yapan Zeyd ibn Sabit, Muaviye’nin huzurunda Hz. Peygamber’den bazı sözler nakletmiş, Muaviye katibine emir vererek Zeyd’in sözlerini yazdırmış ama Zeyd derhal yazılanları suyla yıkamış ve “Biz ancak ağızdan aktarabiliriz, yazılmasına müsaade yoktur” demiştir.

Hz. Ali’nin bazı şiirleri vardır ki, bunlar ona nispet edilen divanda biraraya getirilmiştir. Fakat bu divanı bizzat kendi kalemiyle yazdığı kanaatinde değilim. Onun söylemiş olduğu şiirler sonradan bir kitapta toplanmıştır.

Duygulandıran bir okur mektubu

SAYIN Hocam, üniversiteden yeni mezun oldum. 24 yaşındayım. Yıllardır yazılarınızı takip ediyor, eserlerinizden de elimden geldiğince feyz almaya çalışıyorum. 5 yıl önce size bir soru sormuştum. Sizin yaşınızdaki birinin soruma birkaç saat içerisinde hem de interneti kullanarak cevap vermesi bende hayranlık uyandırmıştı. O günden beri her yerde sizi bu yönünüzle de anlatıyorum. İnşallah daha uzun yıllar yazılarınızla benim gibi nice okurunuzu aydınlatacak, irşat edeceksiniz. Hem Türkiye’nin hem de İslâm âleminin buna ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Sohbetlerinizde bulunmak, bir küçük hisse kapabilmek isterdim. “Kişi, sevdikleriyle beraberdir.” Öyleyse nasılsa bir gün tanışacağız. Çalışmalarınızda kolaylık dilerim. (Ömer Faruk Yazıcıoğlu)

CEVAP: Saygılı tavrınız ve güzel sözleriniz beni duygulandırdı. Teşekkür eder, gözlerinden öperim. Mutluluğunuzun öteki dünyaya kadar uzanmasını yüce Allah’tan dilerim. Allah yar ve yardımcınız olsun Faruk Bey.

Yazının devamı...

Doğruluktan ayrılmayın

SORU: Çalıştığımız yerde herhangi bir üstümüz bizden yalan söylememizi istiyorsa ve biz de bunu yapıyorsak sorumlu olur muyuz? (S. E.)

CEVAP: Yalanla iman bir arada bulunmaz. Müslümanlığın birinci şartı, olmazsa olmazı doğruluktur, ahde vefadır. Çalıştığınız işyerinde üstünüzün emriyle yalan söylemeniz asla caiz değildir. Şayet yalan söylemediğiniz takdirde can güvenliğiniz tehlikeye girerse o zaman başkasına zarar vermeyecek yalan söyleyebilirsiniz. Ama başkasının hakkını yemeye ilişkin yalan söyleyen insan, gerçek mümin ve Müslüman değildir. Kur’ân “kendi canınız, ana babanız, akrabanız aleyhinde dahi olsa doğruluktan ayrılmayın” diyor. Bu durumda bir Müslüman nasıl yalan söyler?

Devletten vergi kaçırmak, yetim hakkı yemek demektir. İnsanlar devletin sağladığı imkânlardan yararlanıp çalışırlar, para kazanırlar. Güven içinde yaşarlar. Canları, malları, namusları korunur. Devletin varlığı da vatandaşın üstüne düşen vergiyi ödemek, doğru hareket etmek, kendi özel malını ve hakkını koruduğu kadar devletin malını ve hakkını korumaktır. “Miri malı deniz, yemeyen domuz” zihniyeti, inanmış bir insanın kafasında yer edemez. Devletten kaçırılan vergi, fakir fukaranın, tüysüz yetimin hakkını çalmaktır. Vicdanı olan bundan kaçınır. “Az olsun, temiz olsun, helal olsun” der. Vicdanen huzurla yaşar. Devlet hakkına el uzatanlar eninde sonunda cezasını çeker. Fakir fukaranın hakkı kimseye hayretmez.

Hüddamlık sorunu

SORU: Bir arkadaşım, birine benim için dua olarak bir kâğıt yazdırdı. Bunu cüzdanımda taşıyacakmışım. Bu kişi “hüddamlık mertebesine” erişmiş. İş ve evlilik rızkı için bana yardımcı olacakmış. Bunun şirk olmasından korkuyorum.

Bu büyü mü? Nedir bu hüddamlık?


CEVAP: Allah’ın sana takdir ettiği rızık ne ise odur, ondan bir lokma ne fazla ne eksik yiyemezsin. Cenabı Hak buyurur: “Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki biri, diğerine iş gördürebilsin. Rabbinin rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır” (Zuhruf: 32). O kişi madem öyle marifetlere sahip ne diye muskacılık yapıyor, şunu bunu kandırıyor? Allah’a inan, kimseden korkma. Başkasının aleyhinde bulunma.

Hayallerle din olmaz

SORU: Umre yarım hac mı? Mekke’de tutulan orucun fazladan sevabı var mı?

CEVAP: Umre, yarım hac sevabı kazandırır ama hac değildir. Kendisine hac farz olan kimsenin, umre yapmakla bu yükümlülüğü kalkmaz. Ramazanın Mekke’de tutulması insana artı sevap getireceğine inanmıyorum. Peygamberimiz Medine’ye hicretinden sonra Ramazanı hiç Mekke’de geçirmedi. İnsanlar uydurmaları dinleştiriyor, bu hayallerle avunuyor.

Yazının devamı...

Hurafeler diz boyu

SORU: Bir arkadaşım televizyonda aşağıdaki konuyu sık sık dinlediğini anlattı: “Ayasofya’yı yapan mimarlar kubbeyi taşıyacak dayanıklılığı sağlayamamışlar. ‘Ne yapalım?’ diye düşünürlerken bir kişi ‘Arabistan’a gidin. Orada bir peygamber var. O size yol gösterir’ demiş. Mimarlar gidip o peygamberi bulmuşlar. O peygamber Hz. Muhammed’miş. Gelenleri dinlemiş. Eğilip yerden bir avuç kum alıp içine tükürmüş. ‘Alın bunu harcınızın içine karıştırın’ demiş. Yanındakiler ‘Ne yaptın ya Resulallah? Şimdi muazzam bir kilise yapacaklar, yüzyıllar boyu da ayakta kalacak’ demişler. Peygamberimiz ‘Hiç merak etmeyin, o kilise sonunda Müslümanların olacak’ demiş.” Ne kadar acıdır ki, bu ve benzeri hurafeler pervasızca anlatılıyor. Din adına insanların beyinleri yıkanıyor. Aslında kabahatin önemli bir bölümü, bu sahtekârları adam yerine koyup da söylediklerine inananlarda. Kafalarını hiç çalıştırmadan, hiç düşünmeden dinliyorlar. Akıl edip de “Ayasofya ne zaman yapıldı? Peygamberimiz doğmamıştı bile” ya da “Bir avuç kuma tükürüp de Ayasofya’yı inşa ettiren Peygamberimiz, neden devasa bir camiyi de Kabe’ye yaptırmadı” diye sorsalar. “Din adamı konuşurken soru sorulmaz, sözü kesilmez” anlayışı var. Bu da etkiliyor galiba insanları. Halbuki bilgili ve iyi niyetli din adamları hiç çekinmeden, her türlü soruya açık olmalıdır.

Hocam bir başka konu da şu: Size yöneltilen soruları, 1400 yıl önce yaşamış din bilginlerine atıfta bulunarak yorumluyor, âdeta onlara tasdik ettiriyorsunuz. 1400 yıl önce yaşamış insanlar, Süleyman Ateş’ten ya da meslektaşlarından daha fazla ne bilebilirler? Sizler almış olduğunuz çok ciddi dini eğitim yanında 21. yüzyılın bütün ilmi ve teknolojik imkânlarından yararlanmış, lisan bilen, dünyayı dolaşmış, diğer dinleri incelemiş âlimlersiniz. Biz artık sizin ve diğer iyi niyetli meslektaşlarınızın kendi öz yorumlarınızı duymak istiyoruz. Bu yorumlar zaman zaman alışılmış ve yerleşmiş kalıpları darmadağın etse de... (Doğan Göker)

CEVAP: Hurafeler diz boyu. İnsanlar doğruları değil bu hurafeleri kabul ediyor. Cübbeliler ve bilmem kimler her gün insanların kafasına hurafe püskürtüyor ama 20 bin kişi onları dinliyor. Peygamberimiz, “Nasıl olursanız öyle yönetilirsiniz” buyurmuş. Kimileri de var ki kendini aydın (!) sanıp dini tamamen dışlıyor, Kur’ân ile alay ediyor. Bize yönelik eleştirinize gelince, bu da insaf ölçülerine sığmaz. Elbette dini meselelerde önce Peygamberimizin, sonra sahabilerinin, sonra da onlara yakın derinlikli bilginlerin görüşlerine başvuracağız. Biz İmamı Azam’ın görüşüne işaret ediyorsak mutlaka onları benimsiyor değiliz. Haklı ise ne âlâ ama o görüş Kur’ân’ın ruhuna aykırı ise bunu söylüyor, kendi görüşümüzü belirtiyoruz. Birçok yazımda bin yıl önceki görüşlerin din olmadığını, asıl dinin Kur’ân ve Kur’ân’ın onayladığı Peygamber sözleri olduğunu vurguluyorum. Başka türlü bir tutum, inandırıcı ve güvenilir olmaz. Eski olan her şey dışlanmaz. Felsefeye bakın, felsefenin kaynakları Aristo, Eflatun, Sokrat, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd vb. değil mi? Sokrat, Eflatun 2500 yıl önce yaşamış insanlar ama yine modern felsefede de onlar referans verilir. Temel düşünceler değişmiyor, değişen şekillerdir. Yapıcı eleştiriniz için teşekkür ederim.

Yazının devamı...

Allah, kulunun niyetine göre karşılık verir

SORU: 31 yaşında, evli, 1 çocuk annesiyim. 15 yıl önce anne ve baba olarak bildiğim insanların halam ve eniştem olduğunu öğrendim. Yani biyolojik annem yengem, babam ise dayımmış. İslâm hukukuna göre evlatlığı araştırırdım ve caiz olmadığını öğrendim. Bir hadiste, “öz annesine babasına, anne baba demeyen lanetlenmiştir, cennete giremeyecektir” diye yazıyordu. Beni büyüten babam vefat etti, annem sağ. Şimdi ben onun karşısına geçip “dayıma ve yengeme anne baba demem gerekiyormuş” diye nasıl derim? Dayımla ve yengemle zaten görüşüyoruz. Onlara dayı ve yengeden daha fazla önem vermeye çalışıyorum. Kendini bana adayan bir annem var ve onun kalbini kesinlikle kırmak istemiyorum. Ama biyolojik aileme de gerekli olanı yapmak istiyorum. Ne yapmam gerekiyor? (Rana Ediz)

CEVAP: Seni büyüten annene ve babana yani halana ve eniştene hiç hissettirmeden anne, baba gibi davran. Ama asıl biyolojik annene de saygı ve sevgide kusur etme. Okuduğun o tür rivayetlerin amacı sizi çocuğu gibi büyüten, size emek veren insanlara anne baba demenize engel değildir. Bir insan saygı için herhangi bir kimseye de baba ya da anne diyebilir. Bu kimselerin mutlaka kendi babası olması gerekmez.

Senin içini Allah biliyor. O rivayetin amacı, annesini babasını bildiği halde onlara anne baba demeye tenezzül etmeyen, onlardan utanan, onları aşağılayan kişiler hakkındadır. Sen öyle bir şey yapmıyorsun. Halan da (yani annen), enişten de (yani baban) durumu biliyor. Senin kendilerinden utanmadığını, dışlamadığını, saygısızlık etmediğini biliyorlar. Onlar da durumun böyle olmasını istemişler. Çocuk özlemlerini gidermek için seni halana ve eniştene evlatlık olarak vermişler. Büyük fedakârlık etmişler doğrusu. Allah, kulunun niyetine göre karşılık verir.

O parayı ihtiyacı olan birine vermelisiniz

SORU: Yıllar önce bir mesai arkadaşımla birlikte İstanbul’da bir giyim fuarına gitmiştik. Hiç ihtiyacım olmamasına rağmen kendime 120 liralık giyim aksesuarı satın aldım. Parasını arkadaşım verdi. Zaman geçti, işlerimiz ayrıldı. Bir türlü onunla biraraya gelip helalleşemedim. Arkadaşım vefat etti. Aile fertlerine de ulaşamıyorum. Ne yapmalıyım? (A. K.)

CEVAP: Arkadaşınız bu eşyayı size hediye olarak almışsa yapacağınız bir şey yok. Ama eşyanın parasını size ödünç olarak verdiyse bu parayı varislerine ödemeniz gerekir. Aile fertlerine ulaşamadığınız belirtiyorsunuz. O zaman parayı gerçekten ihtiyacı olan bir öğrenciye veya muhtaç birine vermelisiniz. Yapacağınız başka bir şey yok sanırım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.