Şampiy10
Magazin
Gündem

Kasten oruç bozmanın kefareti nedir?

Fıkıh kitaplarına göre, özürsüz olarak, bile bile başladığı orucu bozmaktan ötürü kazâ ve kefaret gerekir. “Kefaret ya iki ay üst üste oruç tutmak, ya bir köle âzâd etmek ya da altmış fakiri doyurmaktır (et-Tâc: 2/77)” şeklinde anlatılır.

Cezanın, işlenen suça denk olması gereği, Kur’ân’ın temel prensiplerindendir. Bir günlük oruç bozma suçunun, altmış bir gün ard arda oruç tutma cezasıyla cezalandırılması, Kur’ân’ın bu temel prensibine aykırıdır.

Başlanan bir orucu özürsüz olarak bozmaktan ötürü kefaretin gerektiği sorunu, Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir habere dayandırılmıştır: “Bir adam Peygamber (s.a.v.)e geldi, ‘Helâk oldum ey Allah’ın Elçisi’ dedi.

Peygamber: ‘Seni helâk eden nedir?’ dedi.

Adam: Ramazan’da karımla birleştim, dedi. Bir köle âzâd edecek gücün var mı? dedi.

‘Hayır’, dedi.

‘İki ay ard arda oruç tutabilir misin?’ dedi.

‘Hayır’, dedi.

‘Altmış fakîre yemek yedirebilir misin?’ dedi.

‘Hayır’, dedi.

Adam orada otururken, Peygamber’e bir sepet hurma getirildi.

Peygamber: ‘Al bunu sadaka ver’, dedi.

‘Bizden daha fakirine mi vereyim? Medîne’nin iki tepesi arasında bizden daha muhtaç bir ev halkı yoktur’, dedi. Peygamber (s.a.v.) kahkaha ile güldü,

‘Haydi götür âilene yedir’, dedi.” (Buhârî, Savm: 30-31, Müslim, Sıyâm: b. 14, h. 81-84)

Başka rivayette Peygamber “Götür, çoluk çocuğunla beraber ye. Allah seni affetsin!” buyurmuştur (Fethu’l-Bârî: 4/172).

Bu öykünün temel râvîsi Ebû Hüreyre’dir. Ve bu işi yapanın kimliği de pek belli değildir. Bu rivayete dayanan fıkıhçılar, oruç kefareti hakkında pek çok görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Kimine göre eğer kasten oruç bozmaktan ötürü kefaret gerekseydi, hadîsin kahramanı olan kişiden, yoksulluk dolayısıyla kefaret düşmezdi.

Kimine göre de yoksulluk dolayısıyla kefaretin düşmesi, sadece bu adama özgü bir şeydir. Asıl olan kefaretin düşmemesidir.

Dârekutnî el-‘İlel’de, Zührî’den aldığı rivayete not düşerek: “Böylece köle âzâdetmek, ya da iki ay oruç tutmak, ya da altmış fakiri doyurmak sünnet oldu” demiştir (Feth: 4/168). Eğer rivayet kesin doğru ise herhalde Dârekutnî’nin bu görüşü, görüşlerin en isabetlisidir. Buna göre oruç kefareti, farz değil, sünnettir. Peygamber Aleyhisselâm, oruca karşı bu cinâyeti işleyen adama, Kur’ân’da hatâ ile adam öldürene belirlenen cezaya (Nisâ: 92) kıyâsen bir kefaret belirlemiş, fakat bunun, zorunlu bir hüküm değil, günahın affı için sadaka olduğunu belirtmek üzere “Götür, çoluk çocuğunla birlikte ye, Allah seni affetsin!” demiştir. Eğer bu kefaret, zorunlu olsaydı, özel olarak o adama böyle bir ruhsatın verilmesi söz konusu olmazdı. Çünkü din hükümleri kişilere göre değişmez.

Ayrıca kefaretin bir köle âzâdetme veya bir deve kurban kesme olduğu rivayeti de vardır (Fethu’l-Bârî: 4/166-172).

Hz. Ayşe’den gelen, aynı konu ile ilgili iki rivayette ise belirli bir kefaretten söz edilmez, sadece bir miktar sadaka vermekten söz edilir ki bu da işlenen bir hatâ ve kusurun ardından bir miktar sadaka verme geleneğine ve bunu destekleyen Kur’ân öğütüne uygun düşmektedir (Mücâdele: 12-13, Tevbe: 103).

Kur’ân-ı Kerîm’de her ne sebeple olursa olsun, oruç yiyene, namaz kılmayana bir cezâ belirlenmemiştir. Zaten oruca niyet etmeyerek oruç tutmayan kimseye kefaretin gerekmediğinde oy birliği vardır. Kefaretin başlanan orucu, özürsüz olarak bozmaktan ileri geleceği belirtilmektedir. Bir namazı özürsüz olarak bozan kimse, nasıl o namazı yeniden kılarsa, orucu özürsüz olarak bozanın da yine onu kazâ etmesi gerekir. Başladığı bir orucu bozan kimseye kefaret gerekeceği hususu, sadece andığımız vâhid (tek kişi) haberine dayanılarak fıkıh hükmü haline getirilmiştir. Allah’ın Kitabında en ufak bir işaret olmayan şey farz olamaz.

Eğer orucun zorunlu bir kefareti olsaydı bu, Kur’ân’da belirtilirdi. Doğrusu şudur ki sâf ibadet konularında, yani Allah ile kul arasındaki kusurlarda ceza-kefaret yoktur. Bu hususlardaki kusurun cezasını Allah âhirette verecektir. Fakat hukuki sorunlarda, yani toplumu ilgilendiren şerîat (hukuk) konularındaki yasal olmayan işlere ceza konmuştur. Bu bakımdan orucun farz (zorunlu) kefareti diye bir şey yoktur.

Yazının devamı...

Orucun Faydaları:

Muhakkak ki Allah, her zaman yararımıza olan şeyleri yapmamızı emreder, zararımıza olan şeyleri yasaklar. Oruçta gerek ruhumuz, gerek bedenimiz için pek çok yarar vardır.

Özetle: Oruç nefsin şehvetlerini kırar, önüne geçilmez tutkularını, azgınlıklarını dizginler. Oruç harama bakmaya eğilim duyan nefsi, engeller, zinanın ve diğer yasak şeylerin sebeplerinden uzaklaştırır. Bundan dolayı Peygamberimiz, orucun, kötülüklere karşı bir kalkan olduğunu buyurmuş (Buhârî, Savm, 9. bab ) ve demiştir ki: “İçinizden evlenmeğe gücü yeten evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan korur. Buna gücü yetmeyen oruç tutsun. Çünkü oruç, onun şehvetini kırar.” (Buhârî, Savm: 10. bab )

***

Oruç, vücuda sağlık getirir. Bir yıl tıka basa yemeden dolayı mîde yorulur. İşte oruç, mîdenin uzun süre dinlenmesine vesile olur. Ancak iftar vakti ölçüyü kaçırıp mîdeyi şişirmemek ve terâvîhi de mutlaka kılmak lâzımdır. Terâvîh, ibadet yönünden orucun sevabına sevap kattığı gibi, dolan mîdenin, yemekleri kolayca sindirmesine de yardımcı olur. Şişmanlık, insan sağlığına çok zararlıdır. Peygamberimiz, yemek yiyenin henüz yemeğe arzusu varken bırakmasını, yani tıka basa yememesini tavsiye etmiştir. Çağımızın belası olan obezlik, çoğunlukla kişinin boğazını kontrol edememesinden kaynaklanır. Bu Peygamber tavsiyesine uyan bir okurum, iki ayda sekiz kilo verdiğini yazmıştı. İşte iftarları ve sahurları ölçülü yemek şartıyla insan, oruç tutarak vücutta birikmiş zararlı kiloları, yükleri atabilir.

Oruç, insanın duygu ve düşüncelerini inceltir. İnsanı şefkatli, merhametli yapar. Oruç, insanı sabra, dayanıklı olmaya alıştırır.

Oruç ayı, bolluk, bereket ayıdır. En fakir ailenin dahi evinde bakarsınız Ramazan ayında bir bolluk, bereket vardır.

Oruç ma’nevî duygulara güç verir. Ruh, şu ten kafesine bürününce maddenin etkisi altında kalarak hayvansal duyguların tutsağı olur. Oruç ve riyazet yoluyla maddî arzuları zayıflatmak, ruhsal hisleri güçlendirmek mümkündür. İşte bu yüzdendir ki bütün velîler ve peygamberler riyazet yapmışlar, oruç tutarak yücelmişlerdir. Peygamber Efendimiz, henüz kendisine peygamberlik gelmezden önce Hira Mağarası’na çekilir, riyazet yapar, çok az yer, derin tefekküre dalardı. Oruç tutmayı seven Peygamber (s.a.v.), Medîne’ye gelmezden önce her ay üç gün ve bir de Âşûra günü oruç tutmayı tavsiye ederlerdi (Buhârî, Müslim). Medine’ye hicretlerinden bir buçuk yıl sonra oruç tutmayı emreden âyetler inmiş, Ramazan ayında oruç tutmak farz kılınmıştır.

Esasen Araplarda oruç ibadeti de vardı. “Ey inananlar, sizden öncekilere yazıldığı gibi (günahlardan) korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı.” (Bakara: 92/183) âyeti, oruç ibadetinin de eski dinlerde var olduğunu gösterir. Hz. Peygamber’in, İslâmdan önceki dönemlerde özellikle Hanîfler diye anılan bazı zâhid Araplar gibi Ramazan ayında ibadete çekilmesi, orucun da Araplar arasında uygulanan bir ibadet olduğunu kanıtlar.

Zaten Ramadân kelimesi, çok sıcak anlamındaki ramd kökünden gelir. İbn Manzûr’un açıklamasından Ramadân ayının, Araplar arasında eskiden beri oruç tutulan ay olduğu anlaşılır. Zaten Hz. Peygamber (s.a.v.)in, peygamberliğinden önce, Ramazan ayında Hirâ Mağarası’nda sayılı birkaç gece ibadete çekilmesi de bunu kanıtlar.

Ancak Araplar bu ibadetleri uygulamakla beraber yozlaştırmışlar, şirke bulamışlar, ruhundan soyutlamışlardı. İşte Hz. Muhammed (s.a.v.)in görevi, hiç olmayan bir din kurmak değil, şirke bulanmış olan dini, şirk kalıntılarından arındırıp aslına döndürmekti, İslâm, bütün dinlerin temeli idi. Hz. Muhammed (s.a.v.), İslâm dininin son tebliğcisidir. Ahkaf: 9, Şûra: 13. âyetleri bu gerçeği ortaya koymaktadır.

Bir Kutsal hadiste, riya karışmadığından dolayı Allah katında en makbul ibadetin oruç olduğu belirtilmiştir: “Oruç benim içindir, onu ben ödüllendireceğim!” (Buhârî, Savm: 9. bab)

Yazının devamı...

Makbul oruç

Oruç, sadece mîdenin boş kalması demek değildir. Bunun yanında dilin dedikodudan, gıybetten; kulağın kötü söz dinlemekten; beynin boş düşüncelerden korunması; özetle bütün organların kötü işlerden sakınması lâzımdır ki oruç insan ruhundaki etkisini yapsın. Yoksa sadece aç kalmak, bir mânâ ifade etmez. Allah’ın Elçisi (s.a.v.): “Zûr sözü (yani yalan, gıybet, dedikodu gibi günah sözleri) ve bununla amel etmeyi bırakmadıktan sonra bir kimsenin yemesini, içmesini terk etmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur!” (Buhârî. Savm: 8. bâb) buyurmuştur. Ve buyurmuştur: “Nice oruç tutan var ki orucundan kendisine kalan, sadece açlık ve susuzluktur.” (Beyhakî (et-Tarğîb: 2/148).

Sünnet olan üç şey:

Ramazanda: 1) Sahura kalkmak, 2) Sahuru geç yemek, 3) Hava açık olduğu zaman güneş batınca hemen orucu açmak. Oruç açarken: “Allahumme leke sumtu ve bike âmentu ve ‘aleyke tevekkeltu ve ‘alâ rızkike eftartu: Allahım, senin için oruç tuttum, sana inandım, sana dayandım, senin verdiğin rızıkla orucu açtım!” demek sünnettir.

Oruçla İlgili Bazı Önemli Sorunlar:

İğne yaptırmanın, denize girmenin orucu bozup bozmayacağı konusu, her yıl yinelenen soruların başında gelir. Esas meselelerimize geçmezden önce temel ilke olarak orucu nelerin bozduğunu açıklayalım:

Oruç, ağız yahut burun yoluyla mideye giden, yahut bağırsak yoluyla verilen besleyici maddelerle bozulur. Kılcal damarlarla, deri gözenekleriyle vücuda giren şeyler orucu bozmaz. (Tahtâvî, s. 361, Bûlâk, 1218).

İmamı A‘zam görüşü esas alınırsa, vücuda iğne ile zerk edilen ilâcın, mîde veya dimağda hissedilmesi orucu bozar, ilâcın mîde veya dimağa gittiği algılanmazsa oruç bozulmaz. İlâcı açık yaraya sürmekle, iğne ile adaleye zerk etmek arasında bir fark yoktur. Her iki halde de kılcal damarlar vasıtasıyla ilâç vücuda yayılır, fakat mîdenin içine dolmaz.

İmamı A‘zam’ın amacı, ilâcın mîdenin içine gidip insanı beslemesidir. Mîdeye gidip vücudu beslemeyen şey orucu bozmaz. İlâç damarlar aracılığı ile zerre zerre vücudu dolaşsa da gidip mîdede birikmez ve antiseptik iğneler mikrop öldürücüdür, besleyici değildir.

Buna göre besleyici niteliği olmayan, sadece mikrop öldürücü aşı ve iğneler, basit ameliyatlar için yapılan lokal anesteziler, vücuda gıda yönünden bir yarar sağlamaz, yalnız mikrop öldürür, yahut tedaviyi kolaylaştırır. Öyleyse adaleye zerk edilen aşı veya antiseptik iğneler, vücudu beslemediğinden orucu bozmaz. Fakat damar yoluyla yapılan besleyici iğneler, kuvvet ve vitamin iğneleri, serumlar orucu bozar.

İmam-ı Şâfi‘î, İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in görüşüne göre ancak doğal yolla vücuda giren besin maddeleri orucu bozar. Ağız, burun ve kalın barsak dışında, adale ve damar yoluyla zerk edilen ilâçlar, iğneler, besleyici ve vitamin de içerse orucu bozmaz.

İmamı A’zam’ın görüşünden, sadece besleyici iğnenin orucu bozacağı, besleyici olmayan iğnelerin bozmayacağı hükmü çıkar. Fakat talebeleri olan iki imamın ve İmam Şâfi‘î’nin görüşünden ise iğnenin hiçbir suretle orucu bozmayacağı anlaşılır.

Hastalar için oruç tutmak zorunluluğu yoktur. Oruç tutmayı yeğleyen hastalarımız, iğnelerini iftardan sonra yaptırabilirler. Fakat mecbur kaldıkları takdirde oruçlu iken de penisilin gibi antiseptik iğneleri yaptırmalarında bir sakınca yoktur. Ancak kuvvet iğnesi, besleyici serum gibi iğneleri yaptıranlar, yine oruçlarına devam ederler, üç imamın görüşüne göre bunların oruçları bozulmaz. Fakat İmamı A’zam görüşüne göre bunların oruçlarının bozulması kuşkusu bulunduğundan, o gün oruçlarını sürdürmekle beraber Ramazandan sonra da ihtiyaten o günü kaza ederler.

***

FİDYE: Oruçlunun, ailesine yedirdiği orta cins yemekten tam bir gün fakiri doyurmasıdır. Âyette fidyeye izin verilmekle beraber oruç tutmanın daha iyi olduğu belirtilmiştir. Elbette oruç tutmak, fidye vermekten iyidir. Çünkü oruç doğrudan kişinin nefsini eğitir, yüceltir.

Yazının devamı...

Oruç yemeyi mubah kılan yolculuk sorunu

Bakara:184. âyette: “Sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar).” cümlesiyle hasta ve yolcuların, Ramazan’da oruç tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutacakları bildirilmektedir.

Oruç yemeyi mubah kılan yolculuk, namazın kısa kılınacağı yolculuktur. Bunun uzunluğu üzerinde görüş ayrılıkları vardır. Çeşitli görüşlere göre bu mesafe üç mil (yaklaşık 5 km.), 90 km. arasında değişir. Hatta 2-3 km.lik mesafeyi de seferden sayanlar vardır.

İbnu’l-Munzir, sefer mesafesi konusunda 20 kadar görüş aktarmıştır. İbn Ebî Şeybe’nin sağlam senedle Abdullah ibn Ömer’den aktarımına göre bu mesafe, sadece bir milden ibarettir. İbn Hazm bu görüşü benimsemiştir. Çünkü “Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman” (Nisa: 101) âyetinde sefer geneldir. Peygamber (s.a.v.) ve Müslümanlar, seferler arasında bir ayırım yapmamışlardır. Bir milden az mesafede namaz kısa kılınmaz ve oruç yenmez. Bundan fazla bir mesafeye gidecek olan, oturduğu kentin evlerini geçer geçmez namazını kısa kılmaya ve orucunu yemeğe başlar. Bu konudaki rivayetlerin en sağlamı, Hz. Peygamber’in, üç günlük yolculukta kısa kılmış olduğu rivayetidir (el-Fethu’r-Rabbânî: 5/107; Nevevî, Müslim Şerhi: 5/200).

48 millik yolculukta yolculuk hükmünün geçerli olacağı, o kadar mesafeye gidecek olanın, yola çıkınca namazın kısa kılacağı belirtilir (Lisânu’l-’Adab: 1/189). İki üç km.lik yolculukta da sefer hükmünün uygulanacağı görüşü vardır. İbn Ebî Şeybe’nin rivayetine göre Hz. Ömer’in oğlu Abdullah: “Ben gündüzün sadece bir saatinde yola gitsem, namazı kısa kılarım” demiştir. Yine onun: “Bir millik yola da çıksam, namazı kısa kılarım” dediğini Süfyân-ı Sevrî rivayet etmiştir ki bu iki rivayetin de senedi sağlamdır (Fethu’l-Bârî: 2/567). Namazın kısa kılındığı yolculuk, orucun da yenebileceği yolculuktur. Bu konuda Müslümanlar oybirliği içindedir.

Yolculuğa başlayınca, ikamet ettiği kentin evlerini geçer geçmez namaz kısa kılınır, oruç da yenebilir. Buhârî’nin rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) Mekke’nin Fethi seferinde bir adamın üzerine gölge yapıldığını görünce onun nesi olduğunu sormuş, “Oruçlu” olduğunu söylemişler, “Seferde oruç tutmak iyilik değildir” demiştir (Müslim. Salâtu’l-müsâfirîn: 12; Ebû Dâvûd, Seter: 2).

Seferde orucu yemek ruhsattır, dileyen tutar, dileyen yer. Ancak düşmanla çarpışma durumunda orucu yemek azîmet (gerekli) olur. Câbir’in rivayetine göre Allah’ın Elçisi (s.a.v.), Fetih yılında Mekke’ye yürüdü. Kura’el-Ğamîm’e vardığında halk oruç tuttu. Kendisi bir bardak su istedi, halkın görmesi için suyu kaldırıp içti. Daha sonra kendisine, bazı insanların yine oruç tuttuğunu söylediler. “Onlar âsîlerdir, onlar âsîlerdir!” dedi (Müslim, Siyam: 90; Tirmizî, Savm: 18; Nesâ’î, Siyam: 49).

Ebû Sa’îd el-Hudrî de şöyle demiştir: “Biz Allah’ın Elçisi (s.a.v.) ile Mekke’ye gittik, oruçlu idik. Bir yere konduk. Allah’ın Elçisi (s.a.v.) buyurdu ki: ‘Siz düşmanınıza yaklaştınız, orucunuzu yemek size kuvvet verir’. Bu sözü bize ruhsat idi. Kimimiz orucuna devam etti, kimimiz yedi. Sonra başka bir yere konduk. Şöyle buyurdu: ‘Sabahleyin düşmanınızla karşılaşacaksınız. Orucunuzu yemek size daha güç verir, yiyiniz!’ Bu emir, azîmet (gerekli) oldu, yedik..’” (Müslim, Siyam: 102; Ebû Düvûd, Savm: 42; ibn Hanbel. Müsned: 3/35)

Fıkıh bilginlerine göre lohusa ve âdet halinde bulunan kadınlar, o halde oruç tutamaz, namaz kılamazlar. Oruçlarını sonradan kaza ederler, ama bu halde kılamadıkları namazlarını kaza etmezler.

Fakat bizim kanaatimize göre Kur’ân’da âdetin ve lohusalığın oruç namaz gibi ibadetlere engel olacağına dair en ufak bir işaret yoktur. Bunu vaktiyle bu gazetede çıkan önceki yazılarımızda birkaç kez açıklamıştık. Âdet halinde haram olan, sadece cinsel ilişkidir. Namaz ve oruç Allah’ı zikir ve düşünceşi O’na yoğunlaştırmadan ibarettir. Bunun haram olacak nesi vardır. Kur’ân tüm inananlara “Allah’ı çok zikrediniz!” buyurmuştur. Âdetli ve lohusa kadın güç gelmiyorsa orucunu tutar. Ama namaz hiçbir halde düşmez. Her namaz vakti için abdest alıp o vakit içindeki ibadetlerini yapar.

Yazının devamı...

Orucun kısımları...

Oruç altı kısımdır: Farz, vâcib, sünnet, mendûb, nafile ve mekruh.

1) FARZ ORUÇ: Ramazan orucunun edası da, kazası da farz olduğu gibi, zıhâr, katil (adam öldürme), yemîn gibi keffâret oruçları da farzdır.

2) VÂCİB ORUÇ: Başlanıp bozulmuş olan nafile orucun kazası, adanmış olan i’tikâf orucu vâcibdir. ‘Şu işim olursa şu kadar gün oruç tutacağım’ diyen kimsenin oruç tutması vâcib olur.

3) SÜNNET ORUÇ: Âşûrâ orucu. Muharrem’in onuncu günü, Âşûrâ günüdür. O gün oruç tutmak sünnettir. Kimi rivayetlere göre o güne bir gün öncesinden veya sonrasından katarak Muharremin, 9-10. veya 10-11. günlerinde oruç tutmalıdır.

4) MENDÛB (GÜZEL) ORUÇ: Her ayın üç gününde oruç tutmak mendubdur. Bu günlerin, “eyyâm-ı bîz” denen ayın onüç, ondört ve onbeşinci günleri olması mendubdur. Zî’l-hicce’nin dokuzuncu günü ile Pazartesi ve Perşembe günleri ve Şevval ayında altı gün oruç tutmak mendubdur (yani güzeldir, hoştur).

Dâvûd Ameyhisselâm’ın yaptığı gibi yıl boyunca gün aşırı oruç tutmak da mendubdur. Buna “Savm-i Dâvûd (Dâvûd Orucu)” denilir. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Allah indinde en makbul oruç, Dâvûd orucudur, Allah indinde en makbul namaz, Dâvûd namazıdır. Gecenin yarısında uyurdu, üçte birini namazla geçirirdi. Bazen gecenin altıda birinde uyurdu. Bir gün yer, bir gün oruç tutardı.” (Buhârî, Enbiyâ, 37, 38; Müslim, Siyam: bâb: 35 Hadîs 189)

5) NAFİLE: Bunların dışında kerahet olmayan günlerde oruç tutmak nafiledir.

6) MEKRUH ORUÇ ise ikiye ayrılır: Tenzîhen mekruh ve tahrîmen mekruh. Muharrem’in yalnız onuncu günü veya Nevruz günü oruç tutmak tenzihen mekruhtur. Yalnız Cuma ve yalnız Cumartesi oruç tutmak mekruhtur. Özel olarak belirtmiş olmayıp rastgele onlarda oruç tutmak ise mekruh değildir. Ramazan bayramının birinci günü ile Kurban bayramının dört gününde oruç tutmak, Allah’ın verdiği ziyafetten yüz çevirmek anlamına geldiğinden harama yakın (tahrîmen) mekruhtur.

Ara vermeden oruç tutmak, yani akşam iftar etmeden ertesi günü oruç tutmak (ki buna “savm-i visal”) denilir, mekruh olduğu gibi, bütün sene oruç tutmak, hiç konuşmamak suretiyle oruç tutmak (savmu’s-samt) mekruhtur, itikâfta olanın, hayırlı ve ihtiyacı olan sözü söylemesi lâzımdır.

Oruca niyet şarttır...

İbâdet, niyet ile olacağından oruçta niyet şarttır. Asıl niyet, insanın kalben oruç tutacağını bilmesidir. Dil ile söylemek şart değildir. Gece sahur’a kalkmak da niyet demektir

Ramazan orucu ile günü belirtilmiş adak orucu ve nafile oruçta niyet, iftardan ertesi günün kuşluk vaktine kadar yapılabilir. Bu süre içinde ne zaman oruç tuttuğunu içinden geçirirse orucu olur.

Tutamadığı Ramazan orucunun kazası, nafile olarak başlanıp bozulan orucun kazası ile keffâret ve mutlak adak, yani günü belirtilmemiş adak oruçlarında niyet, akşamdan tan yeri ağarıncaya kadar yapılır. Bozan Şeyler: ısaca yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktır. Unutarak oruç yemek orucu bozmaz. Yalnız oruçlu olduğunu hatırlayınca hemen ağzını çalkalamalıdır Hatırladıktan sonra da yemeğe devam ederse orucu bozulur. Birinin unutarak oruç yediğini gören kimse bakar: Eğer o adam oruç tutmaya muktedir, güçlü kuvvetli biri ise hatırlatır. Yok, güçsüz, zayıf, ihtiyar biri ise hatırlatmamak daha iyidir. Zirâ bu, o kimseye Allah’ın ikram ettiği bir rızk sayılır.

Orucu bozmayan şeyler

1) Unutarak oruç bozan şeyleri yapmak, yani yemek içmek veya cinsel ilişkide bulunmak orucu bozmaz.

2) İhtilâm olmak,

3) Karısını öpmek,

4) Su gerektiği halde gece yıkanmayıp sabah olduktan sonra yıkanmak,

5) Kafasından burnuna gelen akıntıyı içine çekip yutmak,

6) Kendi isteği olmadan boğazına toz, duman gitmek veya sinek kaçmak,

7) Dişleri arasında sahurdan kalma nohut tanesinden küçük şeyi yutmak,

8) Kendi iradesi olmadan kusmak. Ağız dolusu da olsa orucu bozmaz.

9) İdrar yoluna ilâç veya su akıtmak

10) Kan aldırmak,

11) Sürme çekmek. Sürmenin tadını boğazında, rengini tükürüğünde hissetmiş olsa da orucu bozmaz. Gözüne koyduğu ilâcın tadını boğazında hissetmiş olsa yine orucu bozmaz.

12) Deri gözeneklerinden geçen şeyler orucu bozmaz.

Yazının devamı...

Ayların sultanı hoş geldin!

Allah’a hamdolsun, yeni bir Ramazan’a daha ulaştık. 11 ayın sultânı, bolluk, huzur ve saadet ayı olan Ramazan, her yıl mü’minlere kendilerini yenileme, bunalımları atma, huzura ve mutluluğa kavuşma fırsatı veriyor. Her sağlıklı ve ergin Müslümanın, bu ayı oruç tutarak geçirmesi gerekir. Bakara Suresi’nin 183-184’ncü âyetlerinde daha önceki milletlere olduğu gibi Müslümanlara da oruç tutmanın farz kılındığı, hasta ya da yolcuların Ramazan’da tutamadıkları oruçları başka zamanlarda tutabilecekleri, oruca dayanabilen, fakat tutmakta zorlananların, oruç yerine fidye verebilecekleri, ama gönül isteğiyle oruç tutmanın daha hayırlı olduğu belirtilmektedir.

Âyette belirtildiği üzere oruç yalnız Müslümanlara değil, daha önceki toplumlara da farz kılınmıştır. Çünkü insan nefsini şehvetlerden çekip dizginleyen, temizleyip yücelten en güzel ibadet oruçtur. Onun için 183. âyette orucun, daha önceki dinlerde de emredildiği bildirilmektedir. Ancak Yahudilerin ve Hıristiyanların, Allah tarafından emrolunan bu en güzel ibadeti değişikliğe uğrattıkları; Yahudilerin, orucun günlerini azalttıklarını; Hıristiyanların da gün sayısını artırıp, şeklinde değişiklik yaparak orucu bazı yiyeceklerden perhiz haline dönüştürdükleri anlaşılmaktadır. Son İslâm ile oruç, aslına çevrilmiştir.

Oruç tutmakta güçlük çekenlerin fidye vermesi gerekir...

Âyette “Oruca dayananların fidye vermesi, bir yoksulu doyurması lâzımdır” cümlesi, oruca güçlükle dayananların, oruç yerine fidye verebileceklerini belirtmektedir. Bu ifadeden, Oruç tutmakta zorlanan insanların, oruç yerine fidye verebilecekleri anlaşılır. İleri derecede diyabet hastaları, güçsüzler, oruç yerine fidye verebilirler. Fidye, bir fitre, yani 10 TL kadar bir parayı yoksula vermektir..

Doğru görüş, bu görüştür. Âyete takdirler biçmek veya âyetin, müteakip âyetle neshedildiğini düşünmek, âyetin açık anlamını çarpıtmadan başka bir şey değildir. Gerçekte bu âyetler arasında hiçbir çelişki yoktur. 183. âyet, genelde inananlara oruç tutmayı farz kılmakta, ancak oruç tutmakta zorlananlara fidye karşılığında oruç tutmama izni vermektedir. Ama bunlar oruca hiç dayanamayan kimseler değil, oruç tutma gücünde olup da biraz zorlananlardır. Yoksa oruç tutma gücünde olmayan hastalar zaten oruçla yükümlü değillerdir. 185. âyette hasta ve yolculara oruç yeme izni verilmektedir. Ama onlara fidye değil, iyileştiklerinde veya seferden döndüklerinde, tutamadığı günler sayısınca oruç tutma, yani oruçlarını kaza etme emredilmektedir. İyileşme umudu kalmamış hastalar ve günden güne zayıflayan güçsüz ihtiyarlar zaten oruçla yükümlü değillerdir. Çünkü Bakara Suresi’nin 286. âyetinde yüce Allah’ın, hiçbir nefsi, hiç kimseyi gücünün üstünde bir şeyle yükümlü tutmayacağı vurgulanmaktadır. Oruç tutamayacak durumda olanlar oruçla yükümlü değillerdir ki oruç yerine fidye vermek zorunda kalsınlar. Onların fidye vermeleri gerekmez. İşte âyetler bu kadar açık, net ve birbiriyle uyumlu iken egemen görüşün ve kamuoyunun baskısıyla evrilip çevrilmiş, kendilerinde olmayan manalar yüklenerek çarpıtılmıştır.

Emzikli ve gebe kadınlar zaten hasta hükmündedirler. Âyette belirtildiği üzere onlar, iyileştiklerinde kaza etmek üzere oruçlarını yiyebilirler. Onların fidye vermeleri gerekmez. Fidye, oruçla mükellef olduğu halde, tutmakta zorlandığı için oruç tutmayan kimselere farzdır. Oruçta zorlananlar, isterlerse fidye karşılığında oruç tutmayabilirler. Ancak âyette, bunların, oruç tutmalarının, kendileri için daha iyi olduğu vurgulanmıştır.

FİDYE: Oruçlunun, ailesine yedirdiği orta cins yemekten tam bir gün fakiri doyurmasıdır. Âyette fidyeye izin verilmekle beraber oruç tutmanın daha iyi olduğu belirtilmiştir. Elbette oruç tutmak, fidye vermekten iyidir. Çünkü oruç doğrudan kişinin nefsini eğitir, yüceltir.

Yazının devamı...

İbadete yoğunlaşma ayı

Ramazan, ibadete yoğunlaşma ayıdır. Aslında her ay ve her gün ibadet ayıdır. İbadet Allah’a kulluk demektir. Kulluk sadece namaz ve oruçtan ibaret değildir. Yaratan’ın iradesi doğrultusunda yapılan her hareket, her eylem Allah’a kulluk sayılır. Allah’a kulluk eylemlerinin başında doğruluk, güzel ahlak gelir. Hz. Peygamber güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiştir. Kur’ân onun vasıflarını, yüksek ahlakını şöyle anlatmaktadır:

Peygamberimizin örnek ahlakı

“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyleyse onlar (ın kusurların) dan geç, onlar için mağfiret dile (Yapacağın) İş (ler) hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a dayan; çünkü Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrânÂl-i İmrân: 94/159) Âl-i İmran: 159. âyet, Hz. PeygamberHz. Peygamber(s.Muhammed (s.a.v.)a.v.)in kaba davranışlardan uzak bulunduğunu, her zaman merhametli, şefkatli, yumuşak huylu olduğunu belirtmektedir. Bu yüksek ahlâk, onun peygamberliğinin gereği, liderliğinin sırrıdır. Eğer kendisine karşı kaba davrananlara, kusur işleyenlere o da kaba davransaydı, çevresinden dağılıp giderlerdi.

Onun belirgin niteliklerinden biri de yumuşak huylu, yufka yürekli oluşudur. Ahmed ibn HanbelAhmed ibn Hanbel’in rivâyet ettiği bir hadîse göre Peygamberimiz, Ebû Ümâme el-BâhilîEbû Ümâme el-Bâhilî’nin elinden tutmuş: “Ey Ebû ÜmâmeEbû Ümâme, benim kalbimin şefkat duyduğu kimse, inananlardandır” (İbn Kesîr, Tefsîr: 1/420) demiştir.

Doğruluk, dürüstlük...

Peygamber ahlakının ana direği doğruluk, dürüstlüktür. Müslüman kıldığı namazın her rek’atinde okuduğu Fatiha’da Allah’tan kendisini doğru yola iletmesini istemektedir: “İhdinâ’s-sırâta’l-mustakîm: Bizi doğru yola ilet!”

Başarıya ulaşan mü’minler...

Mü’minun Suresinin 1-11. Âyetlerinde başarıya ulaşan mü’minlerin vasıfları sayılmaktadır. Onlar namazlarını saygı ile kılarlar, lağv denen boş sözlerden yüz çevirirler, zekâtlarını verirler, kendi helallerinden başkasına karşı namuslarını korurlar, emanete ve verdikleri söze özen gösterirler. İşte onlar, en yüksek cennet olan Firdevs’e girip orada sürekli kalacaklardır.

Mü’minler, zekât ve sadaka ile mallarını yoksullarla paylaşır

Yazının devamı...

Kendini mehdi sanan gençlere bazı tavsiyeler

Soru: Hocam ben imam hatip mezunuyum. Kendimi mehdi gibi hissetmeye başladım. Acaba cin mi çarptı diye düşünüyorum. Türkiye'den neden Nobel kazanan yok. Halbuki ben kimya, fizik, biyoloji, paleontoloji, ekonomi, gazetecilik, bilgisayar, sinema, halkla ilişkiler, propaganda, müzik, tip, askeri uzmanlık ve daha yüzlercesini biliyorum. Bunlar bir nedenle bana öğretiliyor. Liseye kadar yanlışları gördüğümde hep sustum. Şimdi karşı çıktığımda herkes tarafından aşağılanıyorum. Bana geçmişte kötülük yapanlara şimdi iyilik yapıyorum. Derdim o kadar büyük ki, her gün bin defa ölüp bin defa dinliyorum. Bana yardımınız dokunursa sevinirim.

Cevap: Sevgili kardeşim, Mehdi başkalarına yardım eder, onları kurtarır. Kimseden yardım beklemez. Sen, mehdi olduğuna göre benden ne diye yardım istiyorsun? Eğer benim yardımıma muhtaç durumdaysan sen acizin birisin. Mehdi olamazsın. Öyle ise bu tür ham hayallerden vazgeç. Mehdi diye bir şey yoktur. Bunlar insanların hep gelecekten medet umma zaafından kaynaklanır. Aynca bana gönderdiğiniz mesajın her kelimesi hatalı. Nasıl mehdi bir hafızadır ki bu, doğru dürüst bir kelimenin imlasını bile bilmiyor. Kendine acı da böyle hayallerden vazgeç. Size öğüdüm budur.

Mehdi olduğunu sandığı halde ben gibi bir acizden kendisini kurtarmamı rica eden bir başka safdil gence cevabımdır: Sen nasıl mehdisin ki başkasını kurtarmak şöyle dursun, kendin kurtarılmaya muhtaç durumdasın. Değerli kardeşim, bu mehdilik iddialarından vazgeç. Geleceği Allah'tan başka kimse bilmez. Siz küçüklüğünüzden beri duyduğunuz şeylerin etkisi altında kalmışsınız. Mehdi diye gaipten ortaya çıkacak bir kimse yoktur. Ne mehdi gelir, ne deccal, ne de İsa. Allah'ın kurduğu düzen normal biçimde sürer. Insanları doğru yola yönlendirmeye çalışan herkes mehdi, yanlış yollara sürükleyen herkes de bir anlamda deccaldir. Ama bin yıldan beri gizlenmiş olup da ortaya çıkacak bir kimse yoktur. Çünkü böyle bir şey Kur'ân'a aykırıdır. Hiç kimse bin yıl yaşamaz. Herkes anasından doğar, 60-100, bilemedin 120 yıl yaşayıp ölür.

Siz böyle ham hayalleri bırakın. Bu sizin geleceğinizi karartır. Başınıza dert açar. Allah'a Peygamber'e inanın, dinin gereklerini yerine getirin. Kendinizi kurtarın yeter. Başkalarını kurtarmaya soyunmayın. Siz peygamber değilsiniz, mehdi değilsiniz. Herkes gibi sıradan bir insansınız. Herkes de öyledir. Benim size tavsiyem budur.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.