Şampiy10
Magazin
Gündem

Hz. Muhammed’in hayâtı ve tevhîd mücâdelesi...

Hz. Muhammed (s.a.v.), Hz. Îsâ’nın doğumundan 571 yıl sonra, 20 Nisân’da Mekke’de doğmuştur. Babası Abdu’l-Mut¬talib’in oğlu Abdullah, annesi de Vehb’in kızı Âmine’dir. Do¬ğumundan birkaç ay önce babasını, altı yaşında iken de annesini kaybeden Hz. Muhammed (s.a.v.), sekiz yaşına kadar dedesi Abdu’l-Muttalib’in, daha sonra da amcası Ebûtâlib’in yanında kalmış, 25 yaşında Huveylid kızı Hatice ile evlenmiş, ondan Kasım, Abdullah adlarında iki oğlu; Fâtıma, Zeyneb, Rukayye, Ümmu Kulsûm adlarında dört kızı; Medîne’de Mısırlı Mâriye adlı câriyeden de İbrâhîm adlı bir oğlu olmuştur. Fakat Fâtıma dışındaki çocuklarının hepsi kendi sağlığında ölmüşlerdir. Fâtıma da kendisinden altı ay sonra vefât etmiştir (el-Fethu’r-Rabbânî: 22/97).

Kırk yaşında peygamberlik rütbesine ermiş olan Hz. Muhammed (s.a.v.), onüç yıl Mekke’de çetin mücâdele vere¬rek bu görevini sürdürdükten sonra 622 tarihinde Medî-ne’ye hicret etmiş, bu hicreti Müslümanlarca tarih başlangıcı kabul edilmiştir. On yıl da yine çetin mücadelelerle, kendisine vahyedilen Kur¬’ân’ın anlattığı İslâm’ı, Medîne’den yaymaya çalışmış ve Hicretlerinin altıncı yılında Hudeybiye’de müşrik¬lerle yapılan Barış Antlaşması’ndan sonra İslâm’ın önündeki engeller bir bir kalk¬maya başlamış, kendisi henüz hayatta iken İslâm, bütün Arap Yarımadası’nı kucak¬lamıştır.

Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamberlik rütbesine erdirildikten sonra 23 yıl yaşamış, bu süre içinde Allah’ın Kitâbı Kur’ân-ı Kerîm, parça parça inerek tamamlanmış, kendisi de şirk düzenini yıkıp, gönülleri yalnız Allah sevgisine, O’na kulluğa yönelterek İslâm teblîğini tamamlamış ve Hicretin 11. yılı Rebî‘ul-evvel ayının 13. günü (8 Haziran 632 tarihinde), görevini yapmış olmanın huzuru içinde dünyâdan ayrılıp, Refîk-ı a‘lâ’ya (yüce arkadaşının yanına) gitmiştir. Salât ve selâm onun ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.

Hz. Muhammed’in Soyu (Tablo üstte):

Hz. Muhammed, Hz. İbrâhîm’in oğlu İsmâ‘îl soyundan gelir. İbn Hişâm’a göre Araplar, İsmâ‘îl ve Kahtan’dan türemişlerdir. Bazıları, Kahtan’ı da İsmâ‘îl’in çocuklarından sayıp bütün Arapların İsmâ‘îl’den türediğini söylemişlerdir. İbn İshak’a göre İsmâ‘îl’in, Hz. Muhammed’e kadar soyu şöyledir: Nabit, Yeşcub, Ya’rub, Teyrah, Nahor, Mukavvem, Uded, Adnan. Arap kabileleri Adnan’ın çocuklarından türemişlerdir. Adnan’ın Ma‘add ve Akk adlı iki oğlu olmuştur. Yemen’de Eş‘arîlerden bir kızla evlenen Akk, Yemen’de ikamet etmiştir.

Amansız hastalıktan ölen sabırlı mü’min şehid sevabı alır

Yazının devamı...

Hz. Ömer’in adaleti (2)...

Ömer, Halifelikten kişisel bir çıkar sağlamak istemedi, tam tersine kendisini Müslümanların mallarının güvenilir bir bekçisi saydı. Halifeliğin, kendisine babalık görevi yüklediğini düşünerek Müslümanların babası gibi davrandı.

Bir gece Mevlâsı Eslem’le birlikte Medîne dışına çıkmıştı. Birlikte hatırlarına gelen bir şi’ri okumaya başladılar. O sırada oracıkta doğmak üzere olan bir kadının ağladığını gördüler. Ömer, kadına halini sordu. Kadın:

Ben garip biriyim. Yanımda hiçbir şeyim yok, dedi.

Ömer koşarak evine döndü, Hz. Alî’nin kızı olan hanımı Ümmü Gülsüm’e:

Allah’ın, önüne çıkardığı bir ecirden yararlanmak ister misin? deyip olayı anlattı.

Ümmü Gülsüm:Evet, dedi.

Ömer un, et aldı; Ümmü Gülsüm de doğuma yarayacak eşya aldı. Kadının yanına vardılar. Ümmü Gülsüm içeriye girdi, Ömer de kadının kocasının yanında kaldı, konuşuyorlardı. Kadın doğum yaptı. Ümmü Gülsüm:

Ey Mü’minlerin Emîri, arkadaşına bir erkek çocuğu olduğunu müjdele! Dedi.

Ümmü Gülsüm’ün sözlerini duyan adam, Ömer’in yaptığından utanarak özür dileyince Ömer:

Önemli değil, dedi ve adama yetecek kadar para verdi.

Ömer’in değerini belirten kimi Hadisler

Bir gün Peygamber Aleyhisselâm: “Ben uyurken kana kana süt içtim. İçtiğim süt, tırnaklarımın arasından akıyordu. Ben içtikten sonra sütü Ömer’e verdim.” dedi.

“Bu rüyayı nasıl yorumluyorsun ya Resulallah?” dediler. “(süt,) ilim anlamına gelir” dedi.” (Buhârî, Fadail, Fadlu Ömer )

Enes ibn Malik demiş ki: “Peygamber (s.a.v.) Ebubekir, Ömer ve Osman ile birlikte Uhud’a (bir rivayette Uhud’un üstündeki bir kaya üzerine) çıktılar. Uhud (veya kaya) sallanmaya başladı. Allah’ın Elçisi ayağıyla Uhud’a vurarak:

“Dur Uhud, senin üzerinde bir peygamber, yahut bir sıddîk veya bir şehîd var!” dedi. Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre Allah’ın Elçisi şöyle buyurdu: “Sizden önceki ümmetler içinde muhaddesler (kendilerine ilham olunan kişiler vardı. Benim ümmetimde de varsa o, Ömer’dir!”

Ebu Hüreyre’den gelen başka bir rivayette de Hadis şöyledir: “Sizden önce İsrail Oğulları arasında peygamber olmadıkları halde kendilerine konuşulan (ilham olunan) adamlar vardı. Benim ümmetim içinde de varsa o Ömer’dir.” (biraz önce anılan kaynak)

Ebu Saîd el-Hudrî, Allah Resulünün şöyle buyurduğunu söylemiştir: “Uyuduğum sırada bana, gömlekli kişiler gösterildi. Kiminin giysisi memelerine kadar, kiminin daha aşağıda idi. Ömer’in giysisi ise öyle uzundu ki yerden çekiyordu.

Bunu neye yorumladın ya Resulallah, dediler. Din(gücü)ne yorumladım, dedi.” (Anılan kaynak )

Yukarıda Peygamber’in, rüyasında Ebubekir’in zayıf, Ömer’in ise çok güçlü su çektiğini gördüğü yolundaki rivayet Ömer’in menakıbında da anlatılır.

Sa’d ibn Ebî Vakkas’ın rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) kimi kadınlarla sohbet ediyordu. Kadınlar gayet serbest konuşuyorlar ve sesleri Peygamber’in sesinden çok çıkıyordu. O sırada Ömer huzura girmek için izin istedi. Ömer’in izin isteği üzerine hemen kadınlar toparlandılar. örtülerini almaya koştular. Ömer içeri girdiğinde Allah’ın Elçisi gülüyordu. Ömer: ‘Allah dişini güldürmüş (çok sevinmişsin) ya Resulallah!’ dedi. Allah’ın Elçisi buyurdu ki:

“Benim yanımda serbest oturan şu kadınların davranışına hayret ettim. Bunlar rahat oturuyorlarken senin sesini işitince hemen örtülerine koştular.

“Ya Rusullah, onların asıl senden çekinmeleri gerekir”, diyen Ömer kadınlara döndü: “Ey canlarının düşmanı olanlar, siz benden çekiniyorsunuz da Alllah’ın Elçisinden çekinmiyor musunuz?” dedi.

“Evet, senden çekiniyoruz; çünkü sen Allah’ın Elçisi gibi zarif değilsin, katı ve kabasın.” dediler.

Allah’ın Elçisi buyurdu ki:

“Ey Hattab oğlu, şeytan seni hangi yolda görse yolunu değiştirip başka bir yola girer.” (Anılan kaynak)

Yazının devamı...

Hz. Ömer’in adaleti...

Hz. Ömer, ihtiyacı olmadıkça devlet malından almazdı. Bir gün hastalanmıştı. Bal yemesi tavsiye edildi. Devlet ambarında bir küp bal vardı. Minbere çıkıp dedi ki: “Eğer siz müsaade ederseniz o baldan yiyeyim, ama müsaade etmezseniz, o bana haramdır, yiyemem!” Kendisine müsaade ettiler.

Müslümanlar, onun kendi canına katı davrandığını gördüler de kızı olan Mü’minlerin annesi Hafsa’ya gidip: “Ömer kendi canına haksızlık ediyor, Allah bol bol ganîmet malı verdi. Bu maldan bolca harcasın, nefsine zulmetmesin. O, Müslümanların seçkinleri arasındadır” dediler. Aslında Hafsa da öyle düşünüyordu. Ömer gelince cemaatin sözünü babasına anlattı. Cevabı şu oldu: “Ey Ömer kızı Hafsa, kavminin sözüne uyup babana kötülük ettin. Benim nefsim ve malım üzerinde hakkım (tasarruf yetkim) var ama dinim ve emanetim hakkında böyle bir yetkim yoktur!”

Şu olay, Ömer’in kendisini öteki Müslümanlarla eşit saydığının en güzel kanıtıdır: Ömer bn Hattab’a Yemen’den giysiler gelmişti. Her insana bir aba düştü. Ömer’e de o kadar. Ömer kendi payına düşen aba ile minbere çıktı. Abanın altına bir de gömlek giymişti. İnsanları cihada teşvik etti.

Bir adam dedi ki: Ne senin sözün dinlenir, ne de sana uyulur.

Ömer sordu: Niçin?

Adam cevapladı: Çünkü sen bizden fazla almışsın. Yemen abalarından sana sadece bir aba düşmüştü. Bu sana elbise olarak yetmezdi. Böyle iken sen uzun boylu olduğun halde nasıl abanın altına gömlek de giydin?

Ömer, oğlu Abdullah’a: Sen cevap ver, dedi. Abdullah şöyle izah etti: Ben kendi payımdan ona verdim. O da benim verdiğimle gömlek yaptı. Bunun üzerine adam: ‘Şimdi sana itaat edilir’ dedi.

Herkese eşit davranırdı ama Peygamber (s.a.v.) yakın olanlara ayrıcalık tanırdı.

Ömer mal paylaşımı konusunda koyduğu kuralların bazen dışına çıkmış, bazı erkek ve kadınlara, benzerlerinden farklı pay vermiştir. Meselâ Ömer bn Ebu Seleme’ye dört bin dirhem vermiştir. Çünkü bu zat Mü’minler annesi Ümmü Seleme’nin oğlu idi. Muhammed bn Abdullah bn Cahş, bu ayırımı yüzünden Ömer’e itiraz etmiş:

Niçin Ömer’i bizden üstün tutuyorsun, oysa bizim babalarımız hicret ettiler, şehid oldular, demiş.

Ömer şöyle cevaplamış:

Peygamber’e yakınlığından dolayı onu üstün tutuyorum! İtiraz eden bana Ümmü Seleme gibi bir anne getirsin de itirazını kabul edeyim!

Üsame bn Zeyd’e de dört bin dirhem vermişti. Kendi oğlu Abdullah buna itiraz etti: Bana üç bin dirhem verdin, Üsame’ye dört bin dirhem. Oysa ben, Üsame’nin bulunmadığı kadar olaylarda bulundum! dedi.

Ömer buna da şöyle cevap verdi:

Ona fazla verdim, doğru; çünkü Resulullah onu senden çok severdi, Resulullah, onun babasını da senin babandan çok severdi.

Ebubekir’in karısı Umeys kızı Esma’ya da bin dirhem verdi. Ukbe kızı Ümmü Gülsüm’e bin dirhem, Abdullah bn Mes’ûd’un annesine bin dirhem verdi. Bunlara, özel mevkilerinden ötürü öteki kadınlardan fazla vermişti. Çünkü bunlar İslâm’a hizmeti fazla olan Müslümanların anneleri idiler.

Ömer, herkesin hakkını almasına özen gösterirdi. Kendini bu tür işlerle hayli yorardı. Hizam bn Hişam Ka’bî, babasının şöyle dediğini anlatmış: “Ömer bn Hattab’ın, Huzâa kabilesinin haklarını bizzat Kudeyd’e (kendi ayaklarına) kadar götürdüğünü gördüm. Rastladığı her bakireye, dula, hakkını bizzat ellerine koyar; sonra oradan Usfan’a gider, aynı şeyi orada da yapardı. Vefat edinceye dek herkesin hakkını kendi eliyle dağıtırdı. Ömer Huzeyfe’ye ‘İnsanlara haklarını ve rızıklarını ver’ diye yazmıştı. Huzeyfe cevabında: ‘Biz dediğini yaptık ama daha çok şey arttı.’ diye yazdı. Ömer ona: ‘O, Allah’ın onlara nasibettiği ganîmet malıdır. O mal ne Ömer’indir, ne de başkasının. Artanı da yine onlara pay et!’ diye yazdı.”

Almanların bizi aşağılamasına katlanıp burada ezik yaşamamız doğru mu?

Sayın Hocam benim iki sorum var:

1-) Ben Almanya’da yaklaşık 7 yıldır yaşıyorum. Almanlar (hepsi değil ama tanıdığım birçoğu) genelde biz Türkleri hep dışlıyorlar, aşağılıyorlar ve dinimize karşı da bir nefretleri var ve bunu hep bir dille diş arası ifade ediyorlar. Biz bunlara bir türlü katlanıyoruz, ama katlandığımız için bunun bir mükâfatı var mıdır? Ve bu Almanlar hep bizi aşağıladıkları için milyonlarca Türkün kul hakkına giriyorlar mı?

2-) Ermeni davası açıldığından beri, bir sürü Alman hep üstümüze gidip, siz de katliam yaptınız v.s. diyorlar, eğer biz tarihte yapmadıysak, sadece savaşsa, gene bu insanlar bizim, kaç milyon Türk’ün günahını almıyorlar mı, kul hakkı değil mi? Ahu Yıldırım

Cevap: 1. Almanların sizi aşağılamasına para için, geçim kaygısıyla katlanmak, size sevap değil, vebal getirir. Hattâ Allah huzurunda sorumlu kılar. Bir yerde inancına göre onurunla yaşayamıyorsan, dünya geniş, ülkende kıt kanaat yaşamak, Almanların hakaretleri altında ezilmekten iyidir.

Kur’ân’da bunun benzeri anlatılmaktadır. Nisâ Suresi’nin 97’nci âyetinde, inandıkları halde Mekke müşrikleri arasında kalan, özgürce yaşayabilecekleri Medine’ye göç etmeyen kimselerin, öldüklerinde melekler tarafında şöyle azarlanacakları belirtilmektedir: “Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler:‘Ne işte idiniz (dininiz için ne yapıyordunuz)?’ dediler. (Bunlar): ‘Biz yer yüzünde âciz düşürülmüştük.’ diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: ‘Allâh’ın yeri geniş değil miydi ki onda göç ed(ip gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir yere gid)eydiniz?’ İşte onların durağı cehennemdir, ne kötü bir gidiş yeridir orası! Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve göç için yol bulamayan, gerçekten zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Çünkü Allah’ın onları affetmesi umulur. Allâh, çok affeden, çok bağışlayandır.” (Nisâ: 97-99)

97’nci âyette hicret imkânı bulunan kimsenin, zayıflığını bahane ederek müşrikler arasında ezgin durmağa razı olması kınanmaktadır. Hicret, göç etmek demektir. Fakat Kur’ân’da Allah rızâsı için, din uğruna göç etme anlamında kullanılmıştır. Görüldüğü üzere sırf rızk endişesiyle inancına hakaret edilen bir yerde eziklik içinde yaşamak büyük vebaldir. Türkiye’de de kimse açından ölmüyor. Elhamdülillah herkes açlığını giderecek bir ekmek bulabiliyor. Önemli olan karnını doyurmaktır. Gerisi nedir ki? Ne kadar paran veya mülkün olsa bunları yiyemezsin. Nasip ve kısmetinden fazlasını yemek mümkün değildir.

Almanlardan, Türklere övgü düzmelerini bekleme. Avrupalılar, genelde Müslüman lara, özelde Türklere karşı önyargılıdırlar. Tarih içinde doldurulmuş önyargıların etkisiyle konuşurlar. Ama kendi yaptıkları kötülükleri, katliamları, sömürüleri hiç görmek ve anımsamak istemezler.

Yazının devamı...

Ahlâk hastalıklarının tedavisi...

İslâm’da iman, laftan ibaret değil, bedende salih amel şeklinde görünen inançtır. Eylemsiz imanın fazla değeri yoktur. Kur’ân’da iman sözü, yalnız başına değil, hep salih amel ile birlikte anılır. Kur’ân, bütün inananları değil, ancak güzel ahlâk ve ibâdet sahibi inananları cennetle müjdelemektedir. Furkan, Mü’minun ve Ra‘d Sûrelerinde inananların temel nitelikleri anlatılmaktadır.

Mü’minun Sûresinin 1-11. âyetlerinde de sadece inandık diyenlerin değil, fakat inanıp saygı ile namaz kılanların, yalandan, boş sözlerden yüz çevirenlerin, zekâtlarını veren, nâmuslarını koruyanların cennete girecekleri vurgulanmaktadır. İşte inananlar, bu vasıflarla nitelenen, doğruluk timsali, melek-sıfat insanlardır. İman insanı güzel ahlâk sahibi yapmadıktan sonra ona iman denmez. İman, sâlih ameli yani güzel ahlâkı gerektirir. Güzel ahlâk, imanın bir gereği ve sonucudur.

Asr Sûresi’nin 1-3. âyetlerinde bütün insanların ziyanda oldukları, yalnız inanıp yararlı işler yapan, birbirlerine hakkı ve sabrı öğütleyenlerin ziyanda olmadıkları, asra yemîn edilerek vurgulanmaktadır. Asr 80-100 yıllık bir zaman birimidir ki insan ömrüne işarettir. Burada insanın ömür süresine yemîn edilerek insanın, ziyan içinde olduğu bildirilmektedir.

Eğer insan, âyetlerin öğütlediği biçimde yararlı iş, hakkı ve sabrı tavsiye ile vaktini geçirirse yaptığı bu işler kendisinin yararınadır, kalıcıdır. Böyle yararlı işler yerine vaktini boş işlerle geçirirse ömrü gider, tükenir ama yanında günahtan başka bir şey kalmaz. Meselâ bir insan ömrünü bilimsel araştırtmalar ile geçirir, eserler yazar, sonra geriye bir bakar: Kırk elli yıl geçmiş ama, yaptığı güzel işler, araştırmalar, yazdığı eserler, giden ömürden kendisine kâr kalmıştır. Eğer çalışmasa, vakitlerini değerlendirmeseydi, ömür yine geçecek, ama kendisine hiçbir şey kalmayacaktı. Koca ömrü heder olup gidecekti.

İnanıp güzel işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederler. Gerçek, doğru anlamına gelen hak, Allah’ın isimlerindendir. Kişinin kendisine âit bir şeye de hak denilir. Sabır ise olaylara dayanma, olaylar karşısında umutsuzluğa düşmeyip tahammül etmedir. İşte inanıp güzel işler yapanlar, birbirlerine hakkı, doğruyu, gerçeği, hak dini, başkalarının hakkına saygıyı, doğruluktan ayrılmamayı, olaylar karşısında yılmamayı, azim ve irâde ile Allah’a tevekkül ile hak uğrunda sabretmeyi tavsiye ederler.

Toplum saâdetinin temel taşları olan iman, güzel eylem, hakkı ve sabrı tavsiye, İslâm da‘vetinin en önemli prensiplerindendir. Sûrede iman prensibi, sâlih eylem prensibinden önce anılmıştır. Çünkü eylem imana dayanır. Kalbe yerleşen inanç, güzel eylem biçiminde görünür. Demek ki sâlih amel sahibi olmayan mü’min, gerçek mü’min değildir. Bazı insanlar inanmadıkları halde güzel davranışlar sergilerler. Fakat bunlar, toplumlarda bir kural oluşturmayacak kadar nadirdirler. Güzel ahlâkın, inanca dayandığı genel bir kuraldır. İmana dayanmayan güzel ahlâk çabuk sarsılabilir. Onun için sadece eğitim veya vicdan, iyi ahlâkın temeli olmağa yeterli değildir. İyi ahlâkın temeli imandır. Sağlam, tereddütsüz iman, mutlaka insanı yüce ahlaka, güzel amele sevk eder.

Ancak insanı salih amele sevk eden iman, kesin, tereddütsüz, köklü ve doğru imandır. Kendi hayallerini, dar görüşlerini, dar düşüncelerini putlaştırıp kalbine yerleştirmiş ve o örümcek ağlarıyla kendisini hapsetmiş kişinin imanı, belki kendisini dar çerçevede dürüstlüğe yöneltir ama aynı zamanda o kimse, birçok insana da Allah’ın düşmanı gözüyle bakıp düşman olur. Allah’ın kullarına iyilik edeceği yerde düşmanlık etmeğe başlar. Onun için imanın, hurâfâta, asılsız, boş şeylere, zanlara değil, kesin esaslara dayanması gerekir. İman, sağlam esaslara dayanıp kalbe yerleşmedikçe meyve vermez. Bundan dolayı bir gelenek veya topluma uyma veya gösteriş için namaz kıldıkları halde surenin tanımladığı olgun davranışı göstermeyenler, gerçekte mü’min değillerdir. Kur’ân öyle insanlara mü’min değil, sadece Müslüman denileceğini bildiriyor (Hucurat: 14)

Yazının devamı...

Adalet, diğerkâmlık ve ölçülü davranış

Ömer ibn Abdülaziz zamanında hazineye çok miktarda zekât geliyor. Halife bu zekâtların yoksullara dağıtılmasını, artanın Müslüman askerlere verilmesini emrediyor. Yine artıyor. Artan miktar ile de fakir Müslümanların borçlarının ödenmesini, artanıyla da bütün Hıristiyan ve Yahudi fakirlerin borçlarının ödenmesini emrediyor. Yine artıyor. Artan ile de, kuşların gelip yemesi için buğday satın alınıp dağların başına konulmasını emrediyor! Ya, işte İslâm düşüncesi ve adâleti bu. Onlar sadece kendilerini değil, halkı düşündüler, Müslüman, gayri Müslim ayrımı yapmadılar, sadece insanları değil, kuşları da düşündüler.

Osmanlı döneminde kışın sıcak ülkelere göç edemeyen kuşları beslemek amacıyla vakıflar kurulmuştur. Bir de bugüne bakın, yüz binlerce hayvanı kuş gribi gerekçesiyle hiç acımadan diri diri ateşe atıp yaktılar, sağ sağ hayvanların boynunu, bacaklarını kırdılar. Bir Müslüman bunu nasıl yapar? Sokakta kalan kedileri köpekleri aç bırakmak şöyle dursun, bazı vicdansızlar hayvanlara işkence etmekten zevk alıyorlar. S o kaklara salınan hayvanları aç susuz bırakıyorlar.

Peygamber ahlâkını almış olanlar israftan kaçındılar. Bugün bizim israf içinde yüzmemiz, Müslüman atalarımızın davranışıyla hiç mi hiç bağdaşmıyor. Kur’ân ne diyor?

‘Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez.’(A’raf: 31)

Hz. Ömer, bir gün çarşıda bir adamın beğendiği bir eti satın aldığını görmüş. İzlemeğe aldığı adamın çarşıda görüp beğendiği her şeyi aldığını görünce adama asasıyla dokunmuş ve: “Allah’ın Elçisi bize böyle öğretmedi!” demiştir. Hz. Ömer’in bu sözü, bugün Amerika’da bir ekonomi prensibi gibi söylenmektedir: Adam bir şey alırken kendi kendine sormalı: Buna ihtiyacım var mı, yoksa sadece almak mı istiyorum?

Eğer ihtiyacı varsa almalı, sadece alma dürtüsüyle alacaksa almamalı.

Son zamanlarda yeme içme nerdeyse bir tutku halini aldı. Gereğinden fazla yiyoruz. Sonuç aşırı şişmanlık. Dünyayı bir obezite derdi sardı. Fazla kilo derttir. Kiloyu atabilmek için ağzını tutma yerine çeşitli diyetlere, yağ aldırma operasyonlarına başvuruyorlar. Oysa gereğinden fazla yenilmese bu şişmanlık belası olmayacak. İnsan kırkından sonra yediği lokmayı hesabetmelidir.

Hz. Peygamber, “İnsanoğlu, karnından (mîdesinden) daha kötü bir kab doldurmamıştır. İnsanoğluna belini doğrultacak birkaç lokma yeter. Bunu yapamıyorsa mîdesini üç bölüme ayırsın. Bir bölümünü yemeğe, bir bölümünü içmeğe, bir bölümünü de rahat nefes almaya bıraksın!” buyurmuştur.

Çok kimse gereğinden kat kat fazlasını pişiriyor, yarısından fazlasını çöpe döküyor. Nîmeti çöpe dökmek yazıktır, günahtır. Oysa Peygamberimiz: “Biz acıkmadıkça yemeyiz, tam doymadan da yemeği bırakırız.” buyurmuştur. İşte sağlığın reçetesi!

Her şeyde israf, yemede, içmede, kullandığımız eşyada. Konutlarımız, gereksiz mobilyalarla dolup taşıyor ve herkes daha lüks mobilya için birbiriyle yarışıyor.

İsrafı sadece evlerimize değil, kabirlere kadar taşıyoruz. Dünyada milyonlarca insan açlıkla, yoksullukla pençeleşirken biz binlerce lira harcayıp saray gibi mermer kabirler yaptırıyoruz. O kabirlerin, altında yatan ölüye yararı ne? Kabrin belli olması için bir taş yeter. Bu ne israftır kabirlerde yapılan? Hiç İslâmî değil. Hattâ sade ve kibar da değil. Kabirlerde bir düzen yok, kimi yüksek, kimi alçak, kimi mermerli, kimi daha yaldızlı.

Tabii lüks yaşamak kolay değil. Herkes bu kadar parayı nereden bulacak? Bulamayanlar da toplumsal dürtünün etkisiyle rüşvete, çalıp çırpmaya, ticarette hileye , karakteri zayıf bazı kadınlar da haram işlemeğe yöneliyor. Böylece olan geniş halk kütlesine oluyor. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı yeniliyor. Topluma huzursuzluk yayılıyor. Hırsızlık, kapkaç, intihar, kavga , karşılıklı aldatma aldı başını gidiyor. İsraf şimdiden çok, gelecek kuşakların aleyhine çalışıyor. Kendimizi disipline etmenin zamanı geldi de geçiyor. “Komşusu aç iken karnını doyurup yatan bizden değildir” hadîsini prensip edinirsek toplumsal huzura ve mutluluğa kavuşuruz. Ne mutlu israftan, aşırılıktan uzak duranlara, ne mutlu insanların dertlerini ve mutluluklarını paylaşanlara!

Akıntısıyla uğraşan bayanın dileği...

Yazının devamı...

Terâvîh namazı

Terâvîh, oturmak, istirahat etmek anlamındaki “terviha”nın çoğuludur. Her dört rek’atinin sonunda biraz oturulup dinlenildiği için bu namaza “terâvîh” adı verilmiştir. Terâvîh, orucun değil, vaktin sünnetidir. Bir özür dolayısıyla oruç tutamayan kimse de terâvîh kılar.

Hz. Ayşe, Peygamber’in, sabahın iki rek’at sünneti dışında kâh yedi, kâh dokuz, kâh onbir rek’at; vitr namazı ile sabahın iki rek’ati de dâhil, on üç rek’at kıldığını söylemiştir. Abdullah ibn Abbâs da Peygamber’in, geceleyin onüç rek’at nafile kıldığını belirtmiştir. (Buhârî, Teheccüd, Keyfe kâne salâtu’n-nebiyyi (s.a.v.)) .

Hz. Ayşe, Peygamber’in, Ramazanda ne kadar namaz kıldığı sorusuna: “Allah’ın Elçisi, ne Ramazanda, ne de Ramazan dışında onbir rek’attan fazla namaz kılmamıştır: Dört rek’at namaz kılardı, ama öyle kılardı ki onların güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra yine dört rek’at kılardı ki onların da güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra üç rek’at kılardı. Kendisine: ‘Ey Allah’ın Elçisi, vitri kılmazdan önce mi uyuyorsun?’ dedim. ‘Benim gözlerim uyur, kalbim uyumaz’ dedi.” (Buhârî, Savm: 68)

Bu rivayetlere göre Peygamber (s.a.v.) bazen altı rek’at teheccüd, bir rek’at vitr, bazen sekiz rek’at teheccüd, bir rek’at vitr; ayrıca iki rek’at de sabah namazının sünnetini kılmıştır ki toplam onbir rek’at eder. Bazen de yatsının ve sabahın ikişer rek’at sünneti ve bir rek’at vitir dâhil, toplam on üç rek’at nafile kılmıştır. Hz. Ayşe’nin ifadesine göre Peygamber (s.a.v.), gecenin evvelinde uyur, sonunda kalkıp namaz kılar, tekrar yatağına gelirdi. Müezzin ezân okuyunca sıçrar, gerekli ise yıkanır, değilse abdest alıp namaza çıkardı. (Buhârî, Teheccüd, bâbu men nâme evvele’l-leyli ve ahyâ âhirehû).

Aslında sağlam rivayetlerden anladığımıza göre Peygamber (s. a. v.)in Ramazanda kıldığı teheccüd namazına, terâvîh denmiştir. Yoksa Hz. Peygamber, her zaman kıldığı bu nafile namazlardan ayrı olarak terâvîh adiyle bir namaz kılmamıştır.

Hz. Ayşe’den gelen rivayete göre, “Peygamber (s.a.v.), gece yarısında (teheccüdünü kılmak üzere) odasından çıkıp mescide geldi ve namaz kıldı. Başka kimseler de gelip onun namazına katıldılar (onun arkasında durup namaz kıldılar). Sabahleyin halk arasında bu olay konuşuldu. Ertesi gece daha çok kimse gelip Allah’ın Elçisi ile beraber namaz kıldı. Sabahleyin bu olay halk arasında anlatılınca üçüncü gece gelenler daha da arttı. Allah’ın Elçisi, odasından çıkıp namazını kıldı (ötekiler de gelip onun arkasında namaza durdu lar). Dördüncü gece Mescid cemaati almaz oldu. Peygamber (s.a.v.), sabah namazından sonra halka dönüp şehâdet getirdi ve buyurdu ki: “Sizin durumunuzu biliyorum. Ama bu namazın farz olacağından korkuyorum ki bu takdirde yapamazsınız.” (Buhârî, Terâvîh: 1)

Bundan sonra artık gece nafile (terâvîh) kılmak için Mescide gelmedi. Tâ Ömer döneminin ilk yıllarına kadar Mescidde terâvîh kılınmazdı. (Buhârî, Fethu’l-Bârî: 4/252) .

Hz. Peygamber, farz olur endişesiyle ashabına cemaatle terâvîh namazı kıldırmamıştır. Zaten kendisi, farz namazlar dışındaki namazların, evlerde kılınmasını öğütlemiş: “Farzlar hariç, en üstün namaz, kişinin evinde kıldığı namazdır” buyurmuştur. (Müslim, Siyam: 203; Buhârî, Ezân: 81, İ’tisam: 3; Tirmizî, Salât: 203). Fakat artık bu korkunun söz konusu olmadığını gören Hz. Ömer, Übeyy ibn Ka’b’ı, halka terâvîh imamı atamıştır. Übeyy erkeklere, Temîm ed-Dârî de kadınlara (terâvîh) namazı kıldırırdı. (Fethu’l-Bârî: 4/253).

Terâvih, yatsı namazından sonra kılınır. Vitri teravihten önce de, sonra da kılmak sahîhtir. Ama sonra kılmak daha efdaldir.

Terâvîhi gecenin üçte birine, hattâ yarısına kadar tehir etmek müstehabdır.

Camide teravihin ortasında gelip namaza yetişen kimse önce yatsıyı kılar, sonra teravihe uyar. İmamla beraber vitri de kılar, geri kalanını sonra tamamlar.

Terâvîh’in cemaatle kılınması Hz. Öler devrinde başlayan bir uygulamadır. Yirmi rek’at olarak kılınması te’âmül haline gelmiş olan terâvîh, on selâm ile kıl ın agelmiştir.

İki rek’atta bir selâm verilir. Her çift başında oturmak şartıyla dört rek’atta bir selâm vermek, kas t en olursa mekruhtur. Sekiz, on rek’atta bir selâm vermek de caizdir. İki rek’atta oturmak şar’tıyle 20 rek’ati bir selâm ile kılmak da caiz, fakat mekruhtur.

Yazının devamı...

Dişleri fırçalamak orucu bozar mı?

Oruçlunun misvâk kullanması da orucuna zarar vermez. Misvâk ağzı temizler. Ağza su vermek nasıl mekruh değilse, misvâk kullanmak da mekruh değil, tersine sünnettir. Peygamber (s.a.v.) oruçlu iken de misvâk kullanmıştır. Misvâkin kuru ve yaş olmasında bir sakınca bulun-madığı gibi, su ile ıslatılmasında da bir sakınca yoktur (el-Mebsût: 3/99). Buna göre dişleri fırça ile temizlemek de caizdir. Ma’cun kullanmak orucu bozmamakla beraber, ihtiyaten kullanmamak daha iyidir.

Oruçlu abdestte ağzına su verirken su boğazına kaçsa, oruçlu olduğunu biliyorsa Hanefîlere göre orucu bozulur. Eğer oruçlu olduğunu anımsamıyorsa orucu bozulmaz. Bu adam, unutarak su içen kimse gibi olur. İmam-ı Şâfi‘î’ye göre ağzına su verirken kendi isteği dışında mîdesine su kaçması, hiçbir suretle orucu bozmaz. Ona göre bu adam, unutarak yiyen kimseden daha ma‘zurdur. İmam-ı Şâfi‘î, Peygamberimizin: “Ümmetimden hatâ, unutma ve zor karşısında yaptıkları şeyler affedilmiştir” meâlindeki hadîsi delîl getirmektedir. ( a. g. e. : 3/66-67).

Sakız çiğnemek orucu bozar mı?

Orucu bozmamakla beraber mekruhtur. Ancak sakızın orucu bozmaması için ıslanmış, yumuşamış doğal sakız olması gerekir. Bugünkü şekerli, naneli çikletleri çiğnemek orucu bozar. Sakızı çiğnerken dağılan eczası mîdeye varırsa orucu bozar (a.g.e. : 3/100; el-İhtiyâr: 1/134). Her türlü yabancı maddeden arınmış, bitkiden elde edilmiş, yumuşatılmış, çiğnerken hiçbir suretle dağılıp kendisinden mîdeye bir şeyler gitmeyen sakızı çiğnemek orucu bozmaz, fakat mekruhtur, orucun sevabını azaltır.

Yıkanmak, denize girmek orucu bozar mı?

Yıkanmak ve ağızdan mîdeye su kaçırmamak suretiyle yıkanmak orucu bozmaz. Yıkanan kimse, suyun soğukluğunu ciğerinde hissetmiş olsa da orucuna zarar gelmez (Merâkî’l-felâh: s. 361). Yalnız İmamı A’zam, serinlemek için suya girmeyi ve yaş elbiseye sarılmayı mekruh saymıştır. İmama göre bunun oruç bozmakla bir ilgisi yoktur. Ancak bu davranış, ibadetten usanma belirtisi sayıldığından dolayı mekruhtur.

Fakat Ebu Yûsuf’a göre yıkanmak, yaş elbiseye sarılmak usanç belirtisi değil, ibadete yardım etmek olduğundan mekruh değildir. Peygam¬ber (s.a.v.), oruçlu iken susuzluğunu yahut hararetini gidermek için başına su dökmüştür. Abdullah ibn Ömer ise elbisesini ıslatıp vücuduna sararmış.

Demek ki denize veya ırmağa girip yıkanmak orucu bozmaz. Ancak burun veya boğazdan mîdeye su kaçmaması gerekir. Kulağa su kaçması oruca zarar vermez. Tahtâvî, kulağa su kaçmasının, orucu bozup bozmayacağı hakkında görüş ayrılığı bulunduğunu, fakat doğrusu, kulağa su kaçmasının, orucu bozmadığını söylüyor (Tahtâvî: s. 362).

Dinin temeli ruhu arıtmak, ahlakı yüceltmektir...

İbadet Allah’a şükrün fi’li ifadesidir. Allah’ın Elçisi, Geceleri o kadar namaz kılardı ki ayakta dura dura ayakları şişerdi. “Senin geçmiş ve gelecek günâhın bağışlanmadı mı?” denildi de: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” dedi (. Buhârî, Teheccüd: 6, Tefsîr, sûre: 48/2; Müslim, Münâfikîn: 79-81).

Kıssadan hisse...

ŞÜKÜR: İyilik edenin iyiliğini anarak O’nu övmektir. Şükür: Minneti görüp hürmeti korumaktır (Allah’ın lütfunu görüp yasaklarından kaçmaktır).

Rivâyete göre Sehl ibn Abdillâh’ın huzuruna bir adam girdi: “Evime hırsız girdi, eşyamı çaldı” dedi. “Allah’a şükret (ki kalbine îmânı çalan şeytan hırsızı girmemiş). Eğer kalbine şeytan girip tevhîdi bozsaydı ne yapardın?” dedi. Edep, saygı her ahlâkın başı, gerek kul ile Allah, gerek kul ile kullar arasındaki her işlemin şartıdır. Saîd ibn el-Müseyyib: “Allah’ın kendisi üzerindeki hakkını bilmeyen, O’nun emir ve yasaklarına uyma edebiyle edeplenmeyen kimse, edepten tamamen uzaktır” demiştir.

Yazının devamı...

İlahi Aşk

İnsan, aşk yoluyla varlığının kaynağı olan Allah’a ulaşır. Hz. Mevlâna bundan dolayı “Âteşîstin bang-i nâyî nîst bâd; Her ki in âteş nedâred nîst bâd: Bu neyin sesi ateştir, hava değil. Kim de bu ateş yoksa yok olsun.” demiştir. Hemen bütün İslâm mutasavvıflarınca kabul edildiği ve temeli Cüneyd’in, Risalelerinde açıkladığı Mîsâk tezine dayanan görüşe göre, Allah’ın düşüncesi olarak ezelde var olan insan, şu somut evrende somut bireyler olarak yaratılınca, zerre halindeki varlık (ruh) tanrısal kaynaktan uzak kaldı, ayrılık içine düştü, o tasasız hali özler oldu. Çünkü Hz. Mevlânâ’nın deyişiyle:

Her ki dûr mând ez asl-i khîş Bâz cûyed rûziGâr-i vasl-ı khîş

Aslından uzak kalan her varlık aslına kavuşmanın özlemini çeker.

İnsanı Yaratan ile bütünleştirecek olan araç, sevginin son sınırı olan aşktır. Tanrı her varlıkta görünmekle beraber en güzel biçimde insanda görünmüştür. Bundan dolayı “Kendini bilen Rabbini bilmiş olur” Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin ileri düzeyinde insan, varlıkları ayrı ayrı değil, Bir görür. Daha doğrusu yaratıkları kaybeder, sadece Yaratan’ı görür.

Sevginin olmadığı yerde, öfke, kızgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Hak ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, onları İlâhî evrene yönelten sevgidir. İşte bu gerçeği

“Aşk imiş her ne var âlemde; İlm bir kîl-ü kal imiş ancak!” beytiyle dillendirmiştir.

Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven, karşılık beklemez. Âşık, gerçek seven (Dost) kişidir. Dost başka bir anlamda da Allah’tır, kişinin gönlünde ışıyan Ö’zdür.

Ölüm, ruhun yok olması değil, İlâhî kaynağına dönmesidir

Ölüm ruhun bedenden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle ölüm ruhla bedenin ayrılmasıdır. Ruh bedenden ayrılınca beden ölür, kendisini oluşturan elemanlarına (toprak, su, ateş, hava) karışır. Gerçekte ölüm yok olmak değil, ruhun geldiği Tanrısal kaynağa dönmesi demektir.

İlâhî Aşk insanı Vahdet-i Vücut düşüncesine götürür.

Vahdet-i vücûd (varlık birliği) fikrini sistemleştiren mutasavvıf, Muhyi’d-dîn İbnu’l-Arabî’ye göre varlık, bir tek hakîkatten ibarettir. Çeşitlenme ve çoğalma, dış duyuların oluşturduğu bir görüntüdür. Allah kesin varlıktır. O’nun varlığının sebebi yoktur. O, kendi zatiyle vardır. O’nu bilmek, varlığını bilmektir. Zatının hakîkatini bilmek mümkün değildir.

Allah bizi şu belirli biçimlerde yaratacağını, ezelden beri biliyordu. Eğer bizi bu şekilde bilmeseydi yaratmazdı. Bu biçimi başka yerden de almadı. Çünkü kendisinden başka bir varlık yoktu ki oradan alsın. Demek ki kendi bilgisinde bizim bu biçimimiz vardı. Bizi ezelî bilgisiyle böyle bilmişti. O halde biz, bilkuvve (potansiyel olarak) O’nda vardık. O’nun bizi bilmesinin aynısı olan bizim misalimiz (düşünce halindeki varlığımız, bir başka deyişle Allah’ın bizim hakkımızdaki bilgisi), kendi kıdemiyle kadim(öncesiz)dir. Çünkü bilgi O’nun sıfatıdır. Sıfatı da ezelîdir. Allah, bizi yaratacağını sonradan bilmiş olamaz (İbnu’l-Arabî, al-Futûhâtu’l-Mekkiyye, 1/153-154, Mısır, 1293).

İbnu’l-Arabî’ye göre a’yân-i sâbite (ideler), yani Allah’ın bilgisi bakımından âlem, kadîmdir. “Yoktan var olmuş değildir. (Yani evren Allah’ın bilgisinde ezelden beri vardı. Çünkü O’nun bilgisine sonradan bir şey eklenmez.) Yoktan var oldu demek, zâtı, kendisinde gizli iradesi ile a’yâne (biçimlere) geldi demektir. Zira ne yok var olur, ne de var yok olur. Zat denizinin çalkanmasından âlemler oluşmuştur.” (İsmail Hakkı, Lubbu’l-Lubb ve Sirru’s-Sirr, s. 12, İstanbul, 1328) Allah bu dünyâları, isimlerini açığa çıkarmak için yaratmıştır. Çünkü gücü etkinlenmemiş kâdir; verme olmadan cömertlik; beslenen kimse olmadan Razzak (rızk vericilik); yardım edilen bir şey olmadan Nâsır (yardım edicilik); rahmet edilen biri olmadan Rahman (rahmet edicilik) etkisiz kavramlardır (Fütûhât: 1/155).

SİZ SORUN PROF. DR. SÜLEYMAN ATEŞ CEVAPLASIN

Hasta yürekliler kimlerdir?

CEVAP: İnançsızlar üç gruba ayrılır: Kâfirler, münafıklar ve hasta yürekliler. Kâfirler katıksız inançsızlar olup inanmadıklarını da açıkça söyleyenlerdir. Münafıklar gönülden inanmayıp inanmış görünenlerdir. Bunlar Müslüman gibi görünüp ellerinden geldiğince İslâm’ı baltalamaya çalışan insanlardır. Bunlar içinde bir grup da vardır ki bunlar katıksız münafık değillerdir. Zaman zaman inanıp en ufak bir menfaat kaybı durumunda kuşkuya düşen, kâh inanıp kâh inkâra düşen insanlardır. İşte münafıkların çoğu bu üçüncü gruptandır. Bunların durumu Bakara 17-19’nci âyetlerde tasvir edilmektedir.

Âyetlerden, gerek mü’minlerin gerek kâfırlerin, gerek münâfıkların ikişer gruba ayrıldıkları anlaşılmaktadır. Mü’minler: mukarrebûn (Allah’a çok yakın olanlar) ve ebrâr (iyiler) gruplarına; kâfirler: du’ât (küfür liderleri, küfre dâvet edenler) ve taklîdçiler gruplarına; münafıklar da: hâlis münâfık ve içinde kısmen nifak bulunan gruplara ayrılırlar. Hz. Peygamber (s.a.v.), hâlis münâfığı şöyle nitelemiştir: “Dört huy vardır ki bunlar bir adamda bulunursa o kimse hâlis münâfıktır. Ama bunlardan sadece biri bulunan kimse ise o huyu terk edinceye kadar kendisinde biraz nifak olan insandır. Bu huylar şunlardır: Kendisine güvenildiği, yanına bir emânet bırakıldığı zaman hıyanet etmek, konuştuğu zaman yalan söylemek, söz verdiği zaman sözünde durmamak, çekiştiği zaman aşırı gitmek.” (Buhârî, İman, 24; Müslim, İman, 25, hadîs: 106.)

Böyle insanlar her zaman ve her toplumda bulunabilir. Bazı tipler vardır ki bir türlü içlerine iman yerleşmez. İnanırlar, fakat imanları sağlam olmadığı için hemen bir kuşku ile inkâra saparlar. Ama küfürde de rahat edemez, yine inanırlar, fakat yine saparlar. Böylece imanla küfür arasında bocalaya bocalaya sonunda yüreklerini tamamen inkâr sarar, kalbleri katılaşır, artık doğru yolu bulamazlar. İşte nifakın sonu budur.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.