Şampiy10
Magazin
Gündem

Kur’ân ve evrensel mesajı-3

Kur’ân-ı Kerîm, evrensel bir mesaj getirmiş, âhiret saâdetine erip cennete girmek için gerekli şartları açıklamıştır. Bunlar: Allah’a şirksiz, âhireteşeksiz inanmak ve sâlih amel (dünyâya ve âhirete yararlı güzel işler) yapmaktır.

Kur’ân’a göre İslâm, yalnız Allah’a tapmak, ibâdeti yalnız O’na özgü kılmaktır. Ünlü Alman şairi Goethe İslâm’ın anlamını çok güzel ifade eder:

“Eğer İslâm, teslim olmak anlamına geliyorsa Allah’a

Hepimiz yaşayıp ölmekteyiz İslåm’da.” (Haarman, Maria (Hrsg): Der Islam (EinLesebuch). München: Beck, 1992, s. 36)

Bu anlamıyla bütün peygamberler İslâm’ı getirmişlerdir. Kur’ân’da İslâm kelimesi, yalnız Hz. Muhammed(s.a.v.)in getirdiği din için değil, bütün peygamberlerin getirdiği din için kullanılmıştır. Çünkü peygamberlere verilen mesajın mâhiyeti aynıdır. Hepsi insanları tek Allah’a kulluğa, âhireteîmâna, ibadete ve sâlih amele çağırmıştır. Bu bakımdan misyonları aynı olan peygamberler arasında bir ayırım yapılamaz: “O’nun elçileri arasında bir ayırım yapmayız.” (Bakara: 92/286) Yüce Allah, ilk elçisi olan Nûh’a neyi vahyetmiş ise, son elçisi Muhammed(ikisine de selâm olsun)a da onu vahyetmiştir: “Biz Nûh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik...”(Nisâ: 98/163) Bakara: 131-133,136 da bütün peygamberlerin ortak mesajının İslâm olduğu anlatılmaktadır.

Kur’ân’a göre Allah, yalnız belli bir zümrenin rabbi değil, bütün âlemlerin Rabbidir. “Övgü, âlemlerin Rabbine mahsustur.” âyeti, namazın her rek‘atinde okunarak, Allah’ın, bütün yaratıkların Rabbi olduğu vurgulanır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın, rahmeti de belli bir zümreye özgü değil, her yaratığını kapsamaktadır. Evet, O’nun gazabı da var ama rahmeti, gazabını geçmiştir: “Rabbiniz, kendisine rahmeti yazmış(acımayı prensip edinmiş)tir” (En’âm: 55/12, 54), “Rahmetim, her şeyi kaplamıştır.” (A‘raf: 39/156)Bir kudsîhadîste de Allah’ın rahmetinin, gazabını geçtiği buyurulmuştur (Buhârî, Tevhîd: 55, Bed’u’l-Halk: 1; Müslim, Tevbe: 14-16) .

Her peygamber, insanlığa bu sonsuz İlâhî rahmeti sunmağa çalışmış ve Allah’a şirksiz, âhireteşeksiz inanan ve sâlih amel yapan her İlâhî din mensubunu cennetle müjdelemiştir. Ama insanların bencilliği, İlâhî mesajın geniş ufkunu daraltmış, her din mensubu, sadece kendilerinin cennete girebileceğini iddiâ etmiştir. Yahûdîler, cenneti yalnız kendilerine tahsis ederken, Hıristiyanlar da kendilerinden başkasına cennet vizesi vermemişlerdir: “Yahûdî yahut Hıristiyan olandan başkası cennete girmeyecek,” dediler. Bu, onların kuruntusudur. De ki: “Doğru iseniz, delîlinizi getirin.” (Bakara: 111)

Cennetin belli bir zümreye mahsus olduğu iddiâsını böylece reddeden Kur’ân, onun iddiâ ile değil, gerçek îmân ve eylem ile olacağını; Yahûdîliği ve Hristiyanlığı getiren peygamberlerin atası İbrâhîm’in gerçek tevhîdi getirmiş olduğunu; onun yolunda giden her insanın cennete gireceğini açıklıyor:(Bakara: 92/112)

Bu genel prensibi her yerde vurgulayan Kur’ân, Arabistan’da bilinen din mensupları içinde bu prensibe bağlı kalan insanları cennetle müjdelemiştir: “Şüphesiz inananlar; Yahudiler, Hristiyanlar ve sâbiîler(den) Allah’a ve âhiret gününe inanan ve iyi iş(ler) yapanlara, Rableri katında mükâfât vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara: 92/62, Mâide: 110/69)

Bakara: 92/62’nci âyetintefsîrinde İmam Kuşeyrî şöyle diyor:

“Asıl bir olunca yolun ayrılığı, güzel kabul görmeğe engel olmaz. Her kim yüce Allah’ın âyetlerini doğrular, O’nun kendi zâtı ve sıfatları hakkında söylediklerine inanırsa; şerîatin farklı olması, isim ayrılığı, rızâyı kazanmaya zarar vermez. Bundan dolayı (Allah ta‘âlâ): ‘İman edenler, Yahûdî olanlar...’ dedi. Sonra da: ‘Bunlardan her kim inanırsa...’ dedi. Yani ma‘rifet(gerçek bilgi)lerde ittifak ederlerse, hepsine de güzel gelecek ve bol sevâb vardır. Mü’min Hakk’ın güvencesinde olandır. Kim yüce Hakkın güvencesinde bulunursa, elbette onlara korku olmaz ve onlar üzülmezler.” (Letâifu’l-İşârât: 1/108)

(Devamı yarın)

Aklı olmayan dinle yükümlü değildir

SORU: Muhterem Hocam, eşim bunadı. Tutamadığı oruçlar için fidye, maddi varlığı için zekât yükümlülüğü var mı? Saygılarımla. H.Ç.

CEVAP: Bunayan insan dini görevlerle yükümlü değildir. Çünkü din akla hitabeder. Aklı olmayan, dinin emirlerinden sorumlu olmaz. Bunayan eşinize oruç ve namaz farz olmadığından tutamadığı oruçlar için fidye gerekmez. Ancak nisab miktarı malı varsa velîsi, yani onun yasal sahibi, yöneticisi onun malından zekâtını verir. Nitekim zengin çocuğun zeâtını da velisi, çocuğun malından verir.

Eşlerin birbirine hakları...

SORU: Selâmünaleyküm değerli hocam, bir konu hakkında fikrinizi öğrenmek isterim. Eşim kapalı bir bayan değil ve giyimine edep ölçüsünde özellikle dikkat eder. Bugünün Türkiye’sinde kapanmanın, sosyal bir kesimin etiketi durumuna geldiğini düşünüyor. Ben kapanmasını, Allah’ın emrine gönülden saygımdan isterim. Özgür düşüncesine göre hareket etmesine saygı gösteriyorum. Ama burada bir kocanın, hanımının kapanması hususunda öğüt vermekten başka bir sorumluluğu var mıdır? Değerli vaktinizi ayırdığınız için şimdiden teşekkür ederim. Tayfun Yardımcıel

CEVAP: Siz hanımınıza Kur’ân’ın emrini hatırlatırsınız, İslâm’ın hükmünü bildirirsiniz. Bunu uygulamasının şuna buna hoş görünmek veya birilerine benzemek için değil, Allah’ın buyruğuna uyma gereği olarak düşünmesi gerektiğini söylersiniz. Buna rağmen hanımınız kabul etmezse kanaatime göre zorlama hakkınız yoktur. Çünkü “Dinde zorlama yoktur”. Sizden sorumluluk gider, sorumluluk ona aittir. Belki bir gün elir, özgür iradesiyle o da kapanır.

Dövme ile meşgul olma

SORU: Selâmünaleyküm Hocam.. Yıllar önce bir hevesle iki koluma yazı şeklinde dövme yaptırdım. Fakat bugün o kadar pişmanım ki. Sildirmek için çaba içindeyim, durumum da pek iyi değil. Bununla birlikte dua edip pişmanlığımı dile getirip tövbe edip Allah’ıma yalvarıyorum. Allah katında duam kabul olur mu ? Gusül abdesti ve abdest almaya bir mani var mı? Keza ben abdest alıp dua okuyorum Allah’a yakın olup, ondan güç kuvvet alma adına. Ayrıca hocam akşam işten eve dönünce sabah da evden çıkmadan abdest alıp üç kulhu bir elham okuyorum.. Her sabah ve akşam abdest alarak okumam şart mıdır dualarımı? Saygılarımla Hocam. Fuat T.

CEVAP: Dövme yaptırmak hoş bir şey değildir ama artık olan olmuştur. Onu sildirmekle meşgul olma. Guslün de, abdestin de, duaların da geçerlidir. Dövmeyi sildirmekle uğraşacağına gönlünle Allah’ı an ve içindeki kötü düşünceleri, vesveseleri silmeye çalış. Namazlarını kılmaya çalış. Sabah namazını kıl. Vaktinde kılamazsan uyandığın zaman abdest alıp iki rek’at namaz kıl, sonra duanı edip evinden işine git. Akşamleyin de yine namaz kıl. Allah dualarını kabul eder. Kul Allah’a yaklaşırsa Allah da kulunu korur ve bağışlar. Dua veya âyet okumak için abdest almak gerekmez.

Yazının devamı...

Kur’ân ve evrensel mesajı-2

Kur’ân’ın üslûbu ve etkisi:

Zümer Suresi’nin 23. âyetinde Allah’ın, sözün en güzeli olan Kur’ân’ı, müteşâbih-mesânî bir Kitab olarak indirdiği; Rablerinden korkanların, onu dinlerken derilerinin ürperdiği, sonra derilerinin ve kalblerinin Allah’ın Zikrine yumuşadığı belirtiliyor ve bunun, Allah’ın dilediği kimseyi doğru yola ileteceği bir yol gösterici olduğu; Allah’ın şaşırttığını kimsenin doğru yola getiremeyeceği vurgulanıyor.

Müteşâbih, burada güzellikte, belâğatte birbirine benzer demektir. Mesânî de ikişerli anlamına gelen mesnânın çoğuludur. Allah, sözlerin en güzeli olan Kur’ân’ı, bütün âyetleri güzellikte, belâğatte, düzende, kapsamda birbirine benzer, ikişerli, tekrarlı olarak, her şeyi çiftiyle, karşıtıyla açıklayan ve anlatımları birbirinden güzel bir kitap olarak indirdi, demektir.

Kur’ân, olayları hep ikili, karşıtlı olarak anlatır: Gök, yer; cennet, cehennem; melek, şeytân; emir, nehiy; va‘d ve va‘îd. Bunlar birbiri ardından anlatılır. Mü’minlerin hali anlatıldıktan sonra kâfirlerin hali; Allah’ın gökteki kudret işaretlerinin ardından yerdeki kudret işaretleri; zamandaki kanıtların ardından mekândaki kanıtları anlatılır. Ve her şey karşıtıyla anlatılınca daha iyi kavranır.

Kur’ân’daki bu karşıtlık üslûbu, ruhta derin etki yapar. Allah’tan korkanlar, Kur’ân’ı dinleyince o kadar etkilenirler ki derileri diken diken olur.

Kur’ân-ı Kerîm’in temel amacı tevhîd (Allah’ın birliğine), meâd (âhiret) ve sâlih amel (ibâdet, güzel ahlâk)tır. Kur’ân’ın temel prensibi olan bu konular, hemen her surede değişik söylemlerle dile getirilir. Fakat öyle soyut ifadelerle değil, somutlaştırılarak, filmleştirilerek anlatılır. Bu temel prensipleri, ruha yerleştirmek için sunduğu kıssaların, hikâyelerin başına, arasına ve sonuna yerleştirir. İnsan hikâyeyi okurken veya filmi izlerken doğal olarak bu prensipleri de bellemiş olur. Bu maksatla yerin göğün yaratılışı ve hârika olayları ispatlayıcı kanıtlar olarak takdim edilir.

İnsan düşüncesi yerin, göğün derinlikleri içinde dolaştırılır. Dünyadan âhirete götürülmüşken tekrar göz açıp yumma gibi kısa bir zamanda dünyaya getirilir. İnsan kendisini âhirette, cennetin ni’metleri veya cehennemin alevleri arasında bulmuşken birden dünyaya gelir; denizler, ırmaklar, ormanlar, şifalı besin üreten balarıları, gökte cıvıl cıvıl uçan kuşlar arasında dolaşır. Zifiri karanlıklar içerisinde bardaktan boşalırcasına yağan yağmur altında kalır; gökte çakan ürpertici şimşeğin parıltısını görür; kulakları yırtan gök gürültüsünü işitince korkudan yüreği hoplar.

Birden bütün parlaklığıyla görünen Güneş, kuşluk vaktinde insanı sarmalayıp ısıtır. Sonra insan, gecenin; gündüzün ışığı üstüne, gündüzün de gecenin karanlığı üstüne dolanmasını izler.

Bu haliyle Kur’ân sadece bir din ve âhiret kitabı değil, dünya ve âhireti kaynaştıran İlâhî bir mesajdır. Nasıl dünyadaki hayat, ruh ile cesedin kompozisyonu ise, Kur’ân da dünya ve âhiretin, madde ile mânânın kompozisyonudur. Kur’ân’da bütün evren, bütün doğa kıpır kıpırdır. Bundan dolayı Kur’ân’ın konuları, belli bir yerde toplanmış değil; sûrelerin çeşitli âyetleri arasına serpiştirilmiştir. Bağlam gereği çeşitli konular, muhtelif yerlerde değişik söylem ve çeşni ile yinelenir.

Allah’ın, insanlığa ebedî mesajı olan Kur’ân-ı Kerîm, yalnız mânasıyla değil, kelimelerinin kulağı okşayan senfonisiyle de eşsiz bir mu’cizedir; dikkatle okuyanların gönüllerini huzur, mutluluk ve vecde boğar.

İnsanı tutarsız düşüncelerden kurtarıp tevhîdin nurlu yolunda dünya ve âhiret mutluluğuna götürmek için insan doğasına en uygun dini getiren Kur’ân mesajı, sağduyunun sevgilisidir.

Kur’ân, bütün İslâm ilimlerinin temelidir. İslâm alanında yazanlar mutlaka Kur’ân âyetlerine dayanmak zorundadırlar.

Yazının devamı...

Kur’ân ve evrensel mesajı-1

Fussilet Suresi’nin 42. âyetinde ne Kur’ân’dan önce ne de sonra onu boşa çıkaracak, hükümsüz bırakacak bir kitap bulunmadığı vurgulanmaktadır. Bunun anlamı şudur: Kur’ân, kendinden önceki kitapların temel misyonuna ve içeriğine uygundur. Doğruladığı o kitaplar kendisini iptal etmez, destekler. Kendisinden sonra da onu hükümsüz kılacak hiçbir kitap gelmeyecektir. Onun hükmü sonsuza dek bakidir.

Kur’ân’ın Arapça Olmasındaki Hikmet:

“Onu, er-Rûhu’l-Emîn (güvenilir ruh, Cebrâîl) indirdi: 194- Senin kalbine; uyarıcılardan olman için, 195- Apaçık Arapça bir dille.” (Şu‘ara: 47/193-195)

Yusuf: Suresi’nin 2. Âyetinde de hitabettiği insanların anlayabilmesi için Kur’ân’ın Arapça indirildiği belirtilir. Aynı hikmet İbrahim: 4. Âyette de vurgulanmıştır.

Allah’ın, insanlar arasından elçi seçip onlara Kitap indirmesinin hikmeti, o elçiler ve kitaplar vasıtasıyla kullarını doğru yola iletmektir. İbrâhîm: 72/4’ncü âyette belirtildiği üzere her millete, kendi içinden, kendi diliyle konuşan bir insan, peygamber olarak görevlendirilmiş; o peygambere, konuştuğu dilde Kitabı oluşturan vahiy indirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in açık ifadesinden anlıyoruz ki Allah’ın, bütün peygamberlere indirdiği Kitap, aynı prensipleri içeren tek Kitaptır. Ancak aslı bir olan bu Kitap, her peygambere, kendi diliyle indirilmiştir. Mûsâ’ya ve Îsâ’yaİbrânî diliyle indirilmiş olan o Tanrı Kitabı, Araplar arasından seçilen Hz. Muhammed’e de Arapça olarak vahyedilmiştir: (En’âm: 92), (Yusuf: 53/2) âyetlerinin açıkça belirttiği gibi Kur’ân’ın Arapça indirilmesindeki hikmet de Arapça konuşan insanların, Allah’ın buyruklarını anlamları ve ona göre kendilerine yön vermeleridir.

Fakat Hz. Muhammed’in peygamberliği cihanşümuldür. Kur’ân’ı Kerim’in prensipleri de bütün insanlık için geçerlidir. O halde dilleri başka olan ve Arapçayı anlamayan Müslümanların, Kur’ân’ı kendi dillerinde okumaları gerekir. Bu insanların, Arapça Kur’ân’ı anlamadan tekrar etmeleri yerine onun, kendi dillerindeki doğru anlamını düşünedüşüne okumaları çok daha iyidir.

Gaye, Kur’ânkelimelerini tekrar etmek değil, onun mânâsınıanlamak ve okunan Kur’ân’agöre hareket etmektir. Sahâbîler,Peygamber’den duydukları âyetlerinmânâsınıanlamadan başka âyetleregeçmezlerdi. Abdullah ibnMes‘ûd: “Biz on âyetöğrendiğimiz zaman onların anlamlarını ve nasıl uygulanacağını bilmeden başka âyetleregeçmezdik” demiştir (İbnKesîr, Tefsîr: 1/4). Hiç anlamadan Kur’ân’ıbirkaç günde hatmetme yerine, anlayarak günde yarım sayfa, bir sayfa okumak daha iyidir.

Kur’ân insan sözü değil meleğin vahyidir

Yûnus: 51/37-38. âyetlerde Kur’ân’ınuydurulacak bir söz olmadığı; ondan kuşkusu olanların, bütün yardımcılarıyla işbirliği ederek ona benzer bir sure getirmeleri; Hûd: 13-14’ncü âyetlerdede Kur’ân’ainsan uydurması diyenler, ona benzer getirmeğe dâvetedilmekte; Kur’an’ın, Allah’ın bilgisiyle indirildiği vurgulanmakta; İsrâ: 88) âyetindede insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirilerine yardım etseler yine Kur’ân’ınbenzerini getiremeyecekleri vurgulanmaktadır. Peygamber(s.a.v.)in en büyük mu‘cizesi Kur’ân’dır. Kur’ân’adenk bir mu‘cizeyoktur. Bundan dolayı Peygamber’den çeşitli mu‘cizeler isteyenlere: “Kendilerine okunan Kitâb’ısana indirmemiz, onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır” (Ankebut: 50-51) şeklinde cevap verilmiştir. Kur’ân, gönüllere şifâveren (İsra), meskenet içine düşmüş topluma hayat veren ruhtur: (Mü’min: 15), (Şûra: 52)

Yazının devamı...

İslam, Kitab-î din mabedlerine saygıyı emreder

Değerli bilgilerini sürekli takip ettiğim sayın hocam, ben bir tarih öğretmeniyim ve şu sıralar gündemde olan Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi hususundaki fikirlerinizi merak ediyorum. Sadece Ayasofya değil Müslümanların fethettikleri yerlerdeki kiliseleri camiye çevirmeleri gerekli midir ya da İslami açıdan doğru mudur? Öğrencilerimiz bu konuda sorular soruyor ve yanlış bir bilgi vermek istemiyorum hiç kimseye... Cevabınızın birçok kişiye ışık tutacağını belirterek şimdiden teşekkür ederim.. Recai Tekin

Cevap: Değerli kardeşim, İslâm inanca saygıyı emreder. Dinde zorlama olmadığını vurgular. Ve Kitap ehlini (Tanrısal Kitap dinlerini ve mensuplarını) över ve hatta bunların tevhid çizgisinde olan iyi, salih kişilerini cennetle müjdeler. Hz. Peygamber, Necran’dan gelen Hristiyanları kendi mescidinde misafir ettiği gibi onların, kendi dinlerine göre ibadet etmelerine de müsaade buyurmuştur. Hz. Ömer, kendi zamanında fethedilen Kudüs’e gelmiş, Hıristiyanlar, kiliselerine gelip namaz kılmasını önermişler, Halife önce bu öneriyi kabul eder olmuş ama sonra şu gerekçe ile bundan vazgeçmiştir: “Ben gelip orada namaz kılarsam, Halife burada namaz kıldı diye burayı kutsallaştırıp sizin elinizden alırlar”. Ma’bedin içinde namaz kılmayan Ömer ma’bedin yanındaki bir alanda namaz kılmıştır. İşte oraya yapılan Camie Ömer Camii denmiştir.

Hz. Peygamber’den sonra gelen halifeler, fethedilen Kitap ehli ülkelerindeki mabedlere dokunulmamasını, buraların kamulaştırılmamasını vurgulayan talimatlar yazmışlardır.

Ayasofya’nın Camie çevrilmesi sadece fethin bir simgesi olmak düşüncesiyle yapılmış ama diğer mabedlere dokunulmamıştır. Şayet dokunulsaydı, ta İtalya’ya dayanan Balkanlarda Hıristiyan mabedlerinden eser kalmazdı. Anadolu’da her şehirde ve köyde kilise ve cami yan yana idi. Herkes kendi mabedinde ibadet eder, ama halk kardeş kardeş geçinirlerdi. 2005 yılında Endonezya’ya yaptığım seyahatte büyük bir Parkın içinde aynı binanın bir bölümü Mescid, öbür bölümü kilise idi. Cami’de Müslümanlar namaz kılarken Kilisede de Hıristiyanlar kendi ibadetlerini yapıyorlardı. Barışıklık ne güzel şey! İlâhî dinlere saygı, İslâm’ın vurgulu emri! Bağnazlık 19. Yüz Yıl sonları ile 20. Yüz Yıl başlarında hortlamış, düşmanlık tohumları bu zamanlarda ekilmiştir. Siz tarihçi olarak bu konuları daha iyi bilirsiniz. Selâm ve sevgilerimle.

Oyunda kullanılan zil âletlerini satmak caiz mi?

Merhaba efendim. Ben bir üniversite öğrencisiyim. Bu sıralarda da üniversitelerde konserler oluyor. Bir arkadaşımla konserlerde tempo tutmak üzere parmaklara takılıp çalınan zillerden satmayı düşünüyoruz. Bunun konserlerin hoş olmayan ortamlarına nasıl bir katkı yapacağı konusunda şüphelerimiz var. Bunu satmak caiz midir? Saygılar... K. A.

Cevap: Siz bir alet satacaksınız. Satacağınız alet iyiye de kullanılabilir, kötüye de. Konya’nın ve Ankara’nın kaşık oyunu var. Buradaki oyuncular parmaklarına kaşık takıp şakşaklatarak oynarlar. Bu tür oyunlar meşru’dur. Ama bu kaşıklar kim bilir belki şehvet çağrıştıran gayri meşru oyunlarda da kullanılabilir. Bunları satan, o eylemlerden sorumlu olmaz. Nitekim tv cihazlarında da belgeseller, haberler, bilgi veren programlar yayınlandığı gibi şehveti tahrik eden cinsel içerikli, müstehcen yayınlar da yapılır. Böyle müstehcen yayınlar yapıldığı için TV cihazı satmak haramdır, denilebilir mi? Özetle, kanaatime göre siz öğrencisiniz, okul masraflarını karşılamak üzere o dediğiniz aletleri satmanızda bir sakınca olmadığı kanaatindeyim. Zaten siz satmasanız da çeşit çeşit oyunları ortadan kaldıracak değilsiniz. O aletleri satanlar çoktur. Ama bile bile haram olan bir şeyin ticaretini yapmak haramdır. Eylemler niyetlere göre değerlendirilir.

Yazının devamı...

Aşırılık ve bağnazlık örneği

Sayın hocam, 1. Oğlum A.B.D.’de çalışmakta, dindar bir insan. Ancak sakal bırakmış. Hiç kestirmeyeceğini söylüyor. Uzun sakalıyla Türkiye’ye geldi, kestirtemedik. Ve o uzun sakalla tekrar Amerika’ya gitti. Dediğine göre Hz. Peygamber de öyle sakal bırakıyormuş. Hattâ yan taraflarını bile kesmiyor. Taliban gibi bir durum. Bu konuda ayrıntılı bir yazınızı bekliyorum (belgeli, kanıtlı olarak). 2. Oğlum duvara resminin asılmasını istemiyor. Günah diyor, neden? 3. Mezar ziyareti yapmadı. Geçen yıl vefat eden halasının mezarına gitmedi. Neden? 4. Bu dünya geçici, boş diyor. Ve sırf cennete gitmek için yaşadığını söylüyor.

Cevap: Sizin oğlunuz dinini öğrenmeden Amerika’ya gitmiş. Orada aşırı uçlarla, Taliban kafasındaki insanlarla tanışmış ve dini onlardan öğrenmiş. Onlar ise dini sakala, cüppeye indirgeyen primitif insanlardır. Oğlunuzun bu saplantılarında sizin payınız yok değildir.

Gerçekte İslâm şekil değil, ruh; kabuk değil özdür. Allah insanın sakalına değil, gönlüne bakar. Pek çok âyetin sonunda “O, göğüslerde bulunan düşünceleri bilir” denmek suretiyle düşünceyi temizlemenin önemine vurgu yapılmıştır. Peygamberimiz de “Allah sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz, fakat gönüllerinize ve eylemlerinize bakar” buyurmuştur.

Hz. Peygamber’in öyle uzun sakal bıraktığı doğru değildir. O zamanlar papazların, hahamların sakalları dokunulmaz biçimde göbeğe kadar inerdi. Şimdi de bir kısmının öyledir. Peygamberimiz bir tutamından fazlasını kesmek suretiyle sakalı modernleştirmiştir. Kur’ân’ın hiçbir yerinde sakaldan, bıyıktan söz edilmez. Bunlar tüydür, tüy. Tüyle din olmaz. Din düşünce iledir. Peygamberimiz: “Vücutta bir et parçası vardır ki o düzelirse bütün vücut düzelir, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalbdir!” buyurmuştur. Bu hadiste vurgulanan da gönül temizliğidir. Allah gönülden gelmeyen ibadetleri ve duaları kabul etmez. İbadetler, niyetlere dayanmadıkça makbul olmaz. Peygamberimiz “Ameller niyetlere göre değerlendirilir” buyurmuştur. Niyet düşüncedir, ruhtur, gönül işidir. Hasılı işin özü, dinin ruhu şekil değil, gönül ile olur. Bir metre sakal salsanız, gönlünüz Allah sevgisi ile dolmamışsa o sakalın hiçbir değeri olmaz.

Bir kişi de sakal ile namaz kılmanın, sakalsız kılmaktan 27 derece, hattâ yetmiş derece daha fazla olduğunu iddiâ etmişti. Bu iddiâ Peygamberimize iftira idi. Kaynağına baktım: Delil olarak ileri sürdüğü rivayetlerin hepsi de uydurma idi. Sakal, doğal bir şeydir, birçok müm’inin yanında birçok inançsız, ateist insanın da sakalı vardır, Marx da sakallı idi, Ebucehil de. Örfe bağlı bir şey olan sakalın günahlık, sevaplıkla ilgisi yoktur. Günah Allah’ın yasakladığı işleri yapmaktır. Alkollü içki içmek, zina etmek, hırsızlık etmek, yalan söylemek, haksızlık yapmak ve benzeri şeyler.

2. Tapmak için olursa resmi duvara asmak günah olur. Ama hatıra için duvara resim asmakta sakınca yoktur. Şimdi herkesin evinde televizyon var. Televizyon resimden, görüntüden başka bir şey mi yansıtır? Bu tür şeyler sorun değildir. Ancak ilkel kafalar bunlarla uğraşır.

Bakınız Peygamberimizin en yakın sahabelerinden Sa’d ibn Ebî Vakkas, Kadisiye’nin ardından o zamanlar İran’ın başkenti Medain’e girmiş; kendisine bu imkânı bahşeden Allah’a bir selâm ile sekiz rek’at şükür namazı kılmış, daha sonra Kisraların Sarayı’na yerleşmişti, Sarayın ayvanını (avlusunu) namazgâh yapmış, sarayda bulunan heykellere dokunmamış, onları olduğu gibi bıraktı ( H. Heykel ve Şieblî-i Nu’manî, bkz. Hz. Ömer, s. 122 ).

3. Mezar ziyareti sünnettir. Peygamberimiz, hemen her hafta Baki Kabristanı’nı ziyaret ederdi. Sizin oğlunuz dini ne kadar yanlış öğrenmiş! İnsanlar kendi başlarına bırakılırsa işte böyle aşırı düşüncelere saplanıp kalır.

4. Dünya geçici olsa da boş değildir.Cennete gitmenin yolu da dünyadan geçer. Bunu unutmamak gerekir. Kur’ân: “Allah’ın sana verdiği nimetler içinde âhireti kazanmaya çalış ama dünyadan da payını unutma!” buyurmuştur. İnanan insan, ruhunun ve bedeninin ihtiyacını karşılar. Bedenin gıdası besin, ruhun gıdası ibadettir. Allah’ı unutmamak kaydıyla çalışmak da ibadet sayılır.”

Kehf: 45-46’ncı âyetlerde şu dünyâ hayâtının geçiciliği, mal ve çocukların, hayâtın bir süsü olduğu, asıl kalıcı olanın bunlar değil, iyi işler, güzel davranışlar, ibadetler olduğu belirtilir. Âyetlerin amacı, insanı dünyadan el etek çekmeğe sevk etmek değil, fakat dünyâ malı yüzünden başkalarına böbürlenmekten, haksızlıktan kaçındırmaktır. Yoksa iyi ahlâk sâhibi mü’min için dünyâ malı da Allah’ın rızâsını kazanma vesilelerinden biridir. Çünkü o, malını Allah yolunda harcar: “De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti? De ki: O, dünyâ hayâtında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlarındır.” İslâm, ifrât ve tefrîtin arasındaki orta yolu gösterir. Allah, ılımlı mü’minlerin vasıflarını şöyle belirtiyor: “Harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; (harcamaları) bu ikisinin arasında dengeli olur.”

İslâm dini, âhiretin imârı yanında yaşadığımız dünyanın da imar edilmesini, neslin devamını ister. Neslin devamı için evlenmek, ibadete güç bulmak için yemek, sağlıklı yaşayabilmek için uyumak lâzımdır. Bunları normal yapmayan kimsenin ruhsal dengesi sarsılabilir. Bundan dolayı ölçülü olmak, herşeyi itidal ile yapmak gerekir. İşte İslâm, bu ölçülü davranış düzenini getirmiş, insan doğasına aykırı olan aşırı davranışları yasaklamıştır. Eşyada aslolan helâldir. Ancak Allah’ın yasakladığı şeyler haramdır. Bunlar da insan sağlığına, fert ve toplum ahlâkına zararlı veya manen pis olduğu için haram kılınmıştır. Bunların dışında herşey helâl ve güzeldir. Allah’ın, helâl veya haram olduğu hakkında bir şey söylemediği şeyleri, insanların kendi kendilerine yasaklayarak câhiliyye devrinin insanları gibi boyunlarına hurâfe zincirleri vurmaları, elbette doğru değildir.

Ateistlik ve iftira...

Yazının devamı...

Ömer’e suikastın arka planı -2-

Mescidde toplanan Müslümanlar, Firuzan’ın neden bu suçu işlediğini konuşuyorlarken Ömer yatağında uzanmış yatıyor, doktor kendisine hazırlıklı olmayı anımsatıyordu. Başında toplanmış olan büyük sahâbîler de kendisinden ve kendisiyle beraber vurulanlardan söz ediyor, Hak emri vuku bulunca Ömer’in yerine kimin geçmesini istediğini soruyorlardı. Rivayete göre Ömer’in oğlu Abdullah, kendisine, ‘Yerine birini bıraksan iyi olur’ dedi.

Ömer: Kimi? diye sordu.

Abdullah: İctihad edersin (düşünür, taşınır karar verirsin), dedi, Rivayete göre de Ömer: “Yerime kimi bırakayım? Keşke Ebu Ubeyde bn el-Cerrah sağ olsaydı!” demiş.

Bir adam: Ey Mü’minlerin Emîri, Abdullah bn Ömer’e ne dersin? demiş.

Ömer: Allah seni kahretsin, vallahi sen bu sözünle Allah’ın rızasını istemedin! Karısını güzelce boşamasını dahi bilmeyen birini yerime halife mi bırakayım?

Ömer ashabın, Sakîfe Oğulları gölgeliğindeki kaosa benzer bir kaos ortamına düşmemesi için hilafet seçimini bir an önce halletmek istiyor, bunun tedbirini alıyordu. Bundan dolayı acı içinde kıvranırken bile Müslümanların durumunu düşünerek hilafet için altı aday belirledi ve Müslümanların, Şûrâ yöntemiyle altı kişiden birini seçmelerini istedi. Belirlediği adaylar: Alî bn Ebu Tâlib, Osman bn Affan, Zübeyr bn Avvam, Talha bn Ubeydullah, Abdurrahman bn Avf ve Sa’d bn Ebî Vakkas’tı.

Ömer hilafete aday gösterdiği kimseleri çağırdı, onların her birine ayrı ayrı hitabederek halife oldukları takdirde yakınlarını halkın boyunları üstüne koymamalarını öğütledi. “Ömer vurulduğu gün Talha bn Ubeydullah Medîne’de yoktu. Bundan dolayı Ömer, şûrâ üyelerinden süre istedikten sonra: ‘Kardeşiniz Talha’yı üç gün bekleyiniz. Gelirse ne a’lâ. Gelmezse siz işinizi bitiriniz,’ dedi.

Sanki Ömer, ölümünden sonra o topluluğun ihtilafa düşeceğini, bu ihtilafın kavgaya dönüşeceğini, Haşim Oğullarının Alî’yi tutacağını, Ebu Muayt Oğullarının da Osman’ı tutacağını, ordunun bir kısmının da birer büyük komutan olan Zübeyr’i yahut Talha’yı, ya da Sa’d’ı tutacağını sezmişti. Bunun için Ensarlı Ebu Talha’ayı. elli kişilik bir kuvvetle Şura üyelerini beklemesini, üç gün onları hiç dışarı çıkarmamasını öğütledi.

Ömer hilafet için Allah Elçisinin razı olduğu altı aday göstermekle yetinmedi. Başlaması muhtemel siyasi çekişmeleri önlemek için tavsiyelerde de bulundu: “Benden sonra Halife olan kimseye Allah’tan korkmayı, ilk Muhacirlerin hakkını korumayı, onlara saygıda kusur etmemeyi tavsiye ederim. Yine halifeye, eyaletlerin halkına iyi davranmasını da tavsiye ederim. Çünkü onlar İslâm’ın savunucusu, düşmanın da korkusudur. Tahsildarlar da halka insaflı davranmalı, ancak halkın gönül rızasıyla verdiklerini almalıdırlar. Yine Halifeye, Medîne’nin yerlisi olan Ensara da saygılı davranmasını; güzel davrananlarını kabul etmesini, hatalılarını da affetmesini, hoşgörülü olmasını tavsiye ederim. Yine Halifeye, çöl Araplarına da iyi davranmasını tavsiye ederim. Çünkü onlar Arapların kökeni, İslâm’ın cevheridirler. Onların mallarının zekâtının alınıp fakirlerine verilmesini öğütlerim. Keza halifeye, Allah’ın ve Elçisinin verdiği zimmet (garanti) uyarınca zimmet halkına iyi davranılmasını, onlara verilen sözün yerine getirilmesini, onlardan güçlerinin üstünde bir şey istenmemesini, ancak zimmet altına girmeyenlerle savaşılmasını tavsiye ederim.” Bazı tarihçiler Ömer’in: “Allahım, tebliğ ettim mi? Yerimi gönül rahatlığıyla benden sonraki halifeye bıraktım!” dediğini de eklerler.

Ömer vurulduğundan beri Müslümanların durumunu düşünüyordu. Kendisinden sonra bir karışıklık çıkmasını önlemek istiyordu. Ömer Halifeliğe başlayınca ilk iş olarak Araplardan alınmış olan esirlerin geri verilmesini emretmiş ve “Ben esaretin Araplarda bir gelenek olmasını istemem!” demişti. Onun için ölüm döşeğinde iken şöyle dedi: “Benim vefatıma yetişen tüm Arap esirler Allah’ın malından hürdürler (artık onlar kamu malı olmaktan çıkmışlardır).” Bu uygulama tarihte köleliği ilk kaldıranın, İkinci Halife Ömer olduğu, Abraham Lincoln’dan yaklaşık bin ikiyüz yıl önce Müslüman Halife tarafından köleliği kaldırma girişiminde bulunulduğu anlaşılır. Ama ondan sonra gelenler onun bu uygulamasını sürdürmemiş, insan onurunu kıran kölelik dünyanın her yanında varlığını sürdürmüştür.

Çörek otu her derde deva mı, bu konu hakkında hadis var mı?

Hocam Selâmünaleyküm sevgi ve selamlarımı sunar sağlıklı ve iyi günler dilerim. Hocam Yazılarınızı uzun süredir takip ediyorum, bizlere verdiğin bilgiler için Allah senden razı olsun. Benim merak ettiğim, son zamanlarda sağlıkla ilgili, hangi kanalı ya da kişiyi dinlesem çörek otu bahsi var. Yani öyle anlatılıyor ki çörek otu yersen tamam ölümden gayri derdin kalmaz ne yazık ki, bunu tamamen dine dayandırıyorlar, Peygamber Efendimizin hadisinin hatta hadislerinin olduğu söyleniyor ve iyi paralara satışa sunuluyor. Bu konu hakkında bilginizi rica eder sağlıklı günler dilerim. Sayın hocam bu konu hakkında daha önce yazınız var ise tarih de belirtebilirsiniz yazılarınızın tamamını okuyorum ama kaçırmış da olabilirim. Erkan KARİP

CEVAP: Çörek otunun şifalı olduğuna dair bir hadis vardır ama TV kanallarında bu iş abartılıyor. Bu abartıların arkasında muhakkak ki çıkar da vardır. Bir kere Peygamberimizin o sözü kendi orijinal vahyine dayanmaz, çevreden edindiği genel kanaate dayanır. Hz. Peygamber kendisini bir doktor olarak tanıtmamıştı. Bazı konularda atadan dededen gelen düşünceleri aktarırdı. Çörek otu hakkındaki hadis de bu türdendir. Hz. Peygamber bunu bir vahye dayanarak söylememiştir. Genel kanaate göre dinle ilgili olmayan, genel kültüre ilişkin söylediği sözler bağlayıcı değildir. Nitekim kendisi Medine’ye geldikleri zaman Medinelilerin hurmayı tozlandırdıklarını görmüş, buna gerek olmadığını kanaatine göre söylemiş. Bu yüzden hurmalar tozlandırılmayınca verim ve kalite düşmüş. Bu hususu kendisine arz ettiklerinde “Siz dünya işlerinizi benden iyi bilirsiniz. Ben size Allah böyle söyledi, demedim ki” buyurmuştur. Nitekim deneyime dayalı dünya işlerini tecrübe sahiplerine havale etmiş, hastalara da tedavi için doktora gitmelerini öğütlemiştir. Siz o TV kanallarında konuşanlara bakmayın. Bir zaman nar dediler. Narın fiyatı fırladı. Bir zaman falan veya filan meyve dediler. O meyvelerin fiyatları fırladı. Elbette Allah’ın yarattığı bitkilerin her birinde ayrı özellikler, faydalar vardır. Bunların sadece bir kısmını abartmanın bilimselliği tartışılabilir.

Kaldı ki Peygamberimizden aktarılan sözler, birkaç nesil ağızdan ağıza aktarılarak gelmiştir. Süfyan-ı Sevrî’nin deyişiyle rivayetçiler bu sözleri aynen kendi kalıplarıyla değil, mana olarak aktarmışlardır. Mana olarak aktarıla aktarıla onlarca yıl sonra bu sözlerin, ne derece yüzde yüz Peygamber sözü olduğu garanti edilebilir? Ölçü bu sözlerin Kur’ân’a uygunluğu hususudur. Senedi sağlam, metni de Kur’ân’a aykırı olmayan dinle ilgili hadisler, Kur’ân’dan sonra İslâm’ın ikinci temelidir.

Yazının devamı...

Ömer’e suikastın arka planı...

İranlı kölenin bu korkunç cinayeti işlemesinin sebebi neydi?

Taberi, İbu’l-Esîr ve başka tarihçilerin rivayetlerine göre Ömer hacdan döndükten sonra bir gün çarşıyı dolaşırken Muğîre’nin kölesi Ebu Lu’lue Firuzan önüne çıktı:

Ey Mü’minlerin Emîri, dedi, Muğîre bn Şu’be’ye çok haracım (ödemem gereken çok para) var, bana yardım et (de haracımı ödeyip azad olayım).

Ömer sordu: Haracın ne kadar?

Firuz: Günlük iki dirhem, dedi.

Ömer: Ne iş yaparsın?

Firuz: Marangozluk, nakkaşlık (süslemecilik) ve demircilik yaparım, dedi.

Ömer: Bana göre bu kadar iş yaptıktan sonra senin haracın çok değildir, dedi. Duyduğuma göre sen “Rüzgârla çalışan değirmen yapmak istesem yaparım!” diyormuşsun.

Firuz: Evet, dedi.

Ömer: Öyle ise bana bir değirmen yap, dedi.

Firuz: Eğer kurtulursam sana doğuda ve batıda konuşulacak bir değirmen yaparım, dedi ve dönüp gitti.

Ömer: Demin köle beni tehdid etti! Dedi.

Tutsak edilip Medine’ye getirilen ve Ömer’in huzurunda Müslüman olan Hürmüzan İslâm sınırları içinde yaşadı. Ömer’in vurulması olayında Hürmüzan’ın parmağı olduğunu düşünenler vardı. Ömer’in oğlu Abdullah ise bundan emin olduğu için Hürmüzan’ı da, beraberindeki Cüfeyne’yi de öldürmüştü.

İranlı Firuzan tarafından vurulduğunu öğrendiği zaman Ömer: “Ben sizi, bu katı kâfirleri içimize sokmaktan men etmiştim ama siz beni dinlemediniz!” demişti. Medîne’de bu katı, merhametsiz vicdansızlardan bir cemaat vardı. Bunlar azınlıkta olsa da bilinçaltı düşmanlık, düşünce birliği onları birbirine bağlıyordu. Kim bilir belki bu insanlar böyle bir şeyi kurmuşlar ve Firuz’un suikast eylemi de bu planın ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Böylece içleri kin dolu bu insanlar yüreklerini soğutmuş oldular. Böylece Müslümanların birliğini bozup onları öleceklerini sandılar.

Hakikati en çok merak edenler, muhakkak ki Ömer’in oğullarıydı. Eğer Firuzan intihar etmeseydi olayın hakikati kolay aydınlatılabilirdi. Ama adam intihar etmekle olayın gizemini de beraberinde götürdü.

Fakat kimi kanıtlar, olayın gizli bir kurgunun eseri olduğunu gösteriyor. Abdurrahman bn Avf, Ömer’in öldürülmesinde kullanılan bıçağı görünce: ‘Ben bu bıçağı dün Hürmüzan ve Cüfeyne’nin yanında görmüştüm, onlara ‘Bu bıçakla ne yapıyorsunuz?’ dedim. ‘Bununla et kesiyoruz’ dediler”, dedi. Ebubekir’in oğlu Abdurrahman da dedi ki: “Ben Ömer’in katili Firuzan’a uğradım. Yanında Cüfeyne ve Hürmüzan da vardı, gizli toplantı halinde idiler. Birden beni görünce hemen kalktılar. Aralarına kabzası ortada, iki başlı bir hançer düştü. Bakın bakalım, Ömer’in öldürüldüğü hançer nasıldır? Baktılar ki hançer, aynen Ebubekir oğlu Abdurrahman’ın tanımladığı hançerdir. Artık ortada bir kuşku kalmamıştı. İki âdil şahid, Hürmüzan ve Cüfeyne’nin yanında Ömer’in öldürüldüğü bıçağın bulunduğunu söylüyorlardı. Şahidlerden biri, Ebu Lu’lue’yi olaydan önce bu iki adamın yanında gördüğünü söylüyordu. Her ikisi tanık da sabahında Ömer’in vurulduğu gecenin akşam vaktinde görmüşlerdi. Mü’minlerin Emîrinin, bu adamların kurduğu tuzağın kurbanı olduğu belliydi. Belki de bunların yanında başka İranlılar veya başka milletlerden kimseler de vardı.

Ömer’in oğlu Ubeydullah, Abdurrahman bn Avf’ın ve Abdurrahman bn Ebîbekr’in sözlerini duyduktan sonra gözleri kan çanağına döndü ve Medîne’de bulunan bütün yabancıların olayda parmağı olduğunu düşündü. Derhal kılıcını kuşandı, önce Hürmüzan ve Cüfeyne ile işe başladı, ikisini de öldürdü. Rivayete göre Ubeydullah Hürmüzan’ı çağırdı. Hürmüzan kapıya çıkınca, “Benimle gel, benim için bir at bakalım” dedi. Birlikte yürürken Ubeydullah biraz geri kalıp Hürmüzan’ı öne aldı. Tam önünde yürürken kılıcını kaldırdı. Hürmüzan kılıcın sıcaklığını hissedince “Lâilâhe illallah!” dedi ve bayılıp yere yığıldı.

Ubeydullah sonrasını şöyle anlatmış: “Hîre Hıristiyanlarından olan Cüfeyne’yi çağırdım. Cüfeyne Sa’d bn Ebî Vakkas’ın lalası idi, Sa’d aradaki sütkardeşliği dolayısıyla onu Medîne’ye getirmişti. Medîne’de yazı öğretirdi. Kılıcı çalınca gözlerimin önünde haç çıkardı.”

Yazının devamı...

Hz. Ömer’e suikast...

Ömer, on küsur yıl, Mü’minlerin Emîrliğini yaptı. Ömer’in, bu on küsur yıl içinde yüklendiği ağır yükü taşımak için ne büyük çaba harcadığı tarih kitaplarında anlatılır.

İbn Sa’d’ın Tabakat’ta anlattığına göre gittiği Hacdan Medîne’ye dönen Ömer Cuma günü halka hitabetti, Allah’ın Peygamberini ve Ebubekir’i andıktan sonra dedi ki: “Ey insanlar ben bir rü’ya gördüm, gördüğüm rü’yada ecelimin dolduğunu anlıyorum: Başımı iki kez gagalayan kızıl bir horoz gördüm.” Ve devam etti: “Ey insanlar size gerekli olan farzlar ve sünnetler belirtilmiştir. Siz apaçık bir yola konuldunuz. Sağa sola sapmadan bu yolda yürürseniz şaşırmazsınız.”

Bu son cümleler, ecelinin yaklaştığını anlayan bir öğütçünün sözlerine benzediği gibi vasiyete de benziyor. Sonra şöyle dedi: “Allahım, taşra valileri hakkında seni şahid tutuyorum. (Tanık ol ki) Ben onları insanlara dinlerini ve peygamberlerinin sünnetini öğretmeleri ve halk arasında adaletli davranmaları, ganimetleri halka adil biçimde paylaştırmaları ve müşkil konuları bana havale etmeleri amacıyla gönderdim.”

Acımasız vicdansız katil

Ömer, yirmi üçüncü Hicret yılı Zilhicce ayının son dört gününde çarşamba günü sabah namazını kıldırıyordu. Her namazdan önce safları düzeltmek için birini görevlendirirdi. Saflar düzelince kendisi gelir, birinci safa bakar, safta birinin öne çıktığını veya geri kaldığını görürse çubuğuyla işaret ederdi. Herkes düzgün durunca namaz için tekbir alırdı. O gün sabahleyin, henüz sabahın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayrılmamıştı ki Ömer geldi, tam tekbir alacağı sırada ansızın bir adam önüne çıktı, hançerle ona üç kez, ya da altı kez vurdu. Birinde hançeri göbeğinin altına sapladı. Ömer silahın şakırtısını hissetti, ellerini namaz kılanlara uzatarak: “Şu kelpe yetişin, beni katletti!” dedi.

O kelp, Muğîre’nin kölesi İranlı Hıristiyan Firuz idi. Nihavend’de esir alınmış olan bu adam, Muğîre bn Şu’be’nin kölesi olmuştu. Henüz alacakaranlıkta kabzası ortasında iki tarafı sivri olan kılıcını, abasının altına gizleyerek mescide geldi, mescidin direklerinden birine saklandı, namaz başlayınca suikastı yaptı. Sonra canını kurtarmak için kaçmaya başladı. Olayı duyan Cemaat karıştı. Çokları hemen katili yakalayıp cezalandırmak istediler. Ama Fîruz yakasından tutmalarına engel oldu, sağa sola salladığı kılıçla on iki kişiyi vurdu. Bir kavle göre vurduklarının altısı, bir kavle göre dokuzu öldü. Sonra bir adam arkasından yaklaşıp üstüne ridasını atarak adamı yere yıktı. Öldürüleceğini anlayan Firuz elindeki hançeri kendisine saplayarak intihar etti.

Ömer’in göbeğinin altına saplanan, karnını ve bağırsaklarını kesmiş olan hançer ölümüne sebep olmuştu. Ömer’in ve çevresindekilerin vurulması üzerine halk birbirine karıştı. Ömer’in, mescid yakınındaki evine taşınmasını görmekle ıstırapları daha da arttı. panik ve ıstırap içinde iken biri: “Ey Allah’ın kulları, namaza! Güneş doğdu!” diye bağırdı. Abdurrahman bn Avf öne geçip, en kısa iki sure ile namazı kıldırdı.

Namazın ardından halk, Mescidin yanlarına ve dıştaki kumsallığına dağıldı. Kimseden ses çıkmıyordu, herkes gözleri önünde vuku bulan korkunç olayın dehşeti içinde idi. Haber yıldırım sür’atiyle Medîne’ye yayıldı. Uyuyanlar da uyandılar. Kadın erkek, haberin nasıl olduğunu öğrenmek için olay yerine koşuyordu. Öteki vurulanlar da evlerine götürüldüler. Kimi ölmüştü, kiminin yarasından kan akıyordu. Büyük sahâbîler Ömer’i sormaya geldiler. Ortalık aydınlanıncaya dek baygın yatan Ömer, ortalığın aydınlanmasıyla ayıldı, Cemaate baktı ve “Cemaat namaz kıldı mı?” dedi. ‘Evet’ dediler.

‘Namazı terk eden Müslüman değildir’ dedi. Gelen doktor Ömer’e bir kâse nebîz verdi. Ömer’in içtiği nebîz, göbeğinin altındaki yarasından çıktı. Abdullah bn Ömer, Ensar’dan bir doktor çağırdı. Sonra da Muaviye Oğullarından başka bir doktor geldi, Ömer’e süt verdi, Ömer’in içtiği süt de rengi hiç değişmeden bembeyaz olarak yarasından çıktı. O zaman doktor:

‘Ey Mü’minlerin Emîri, artık vasiyet vaktidir!’ dedi. Yani kesin olarak öleceğini anlattı.

Doktorun sözü üzerine orada bulunanlar ağlamaya başladılar. Ömer dedi ki:

Yanımda ağlamayın! Ağlamak isteyen dışarı çıksın! Allah’ın Elçisinin “Ailesinin ağlamasıyla ölene azab edilir!” dediğini işitmediniz mi?

Kur’ân’a göre üstünlük ölçüsü nedir?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.