Şampiy10
Magazin
Gündem

Tevrat’ta Kur’ân-ı Kerîm’e uygun ayetler var mı?

SORU: Bir yazınızda, “Namazda Tevrat’tan ayetler okunabilir. Okunan bu ayetler Kur’ân’a uygunsa o kişinin namazı geçerlidir” demiştiniz. Biz bu ayetlerin Kur’ân’a uygun olup olmadığını nereden bileceğiz? (Burhan Tarlabaşı)

CEVAP: O söz benim değil, İmam-ı Azam’ın sözüdür. Bu konuda Serahsi’nin el-Mebsut adlı ünlü eserinde namazda kıraat maddesine bakabilirsiniz. Siz eğer Kur’ân’ı iyi bilirseniz, okuduğunuz Tevrat ayetinin Kur’ân’a uyup uymadığını anlarsınız. Mesela Tevrat’ta da evrenin altı günde yaratıldığı belirtilir, Kur’ân’da da...

Demek ki Tevrat’ın o ayeti Kur’ân’a uymaktadır. Tevrat’ta da haksız yere adam öldürenin bütün insanları öldürmüş gibi, bir insanın yaşamasına sebep olanın da bütün insanları yaşatmış gibi olduğu belirtilmektedir. Demek ki Tevrat’ın bu ayeti Kur’ân’a da uygundur. Aslında Kur’ân’daki birçok inanç ve haram konuları Tevrat hükümleriyle örtüşmektedir. İmamı Azam bu görüşünü, manayla Kur’ân okumanın caiz olduğu görüşüne delil olarak söylemiştir.


Kur’ân’a göre dünya evrenle birlikte yaratıldı

SORU: “Cevşen Duası” adlı kitaptan, bu duanın dünya yaratılmadan 500 yıl önce kâinatta var olduğunu ve daha birçok ilahi özelliklerinin bulunduğunu öğrendim. Doğru mu? Eğer doğruysa bu büyük duanın neden Kur’ân-ı Kerîm’de yer almadığını açıklar mısınız? Bu duayı üzerimizde taşımak gerekir mi? (Yüksel Öge)

CEVAP: Bu, kesinlikle uydurmadır. Bir kere Cevşen’in dünya yaratılmadan şu kadar önce kâinatta var olduğu doğru olamaz. Dünya, kâinatın bir parçasıdır. Dünya yaratılmadan kâinât da yaratılmamıştı. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’e göre dünya da tüm evrenle birlikte yaratılmıştır. Kâinat yokken Cevşen nasıl kâinatta var olacak? Cevşen güzel bir duadır ama Peygamberimizin duası değildir. Çünkü sünni hadis mecmualarında yer alma-mıştır. Ama bu dua Hz. Ali’nin veya evlad-i Resul’den birinin duası olabilir.

Yazının devamı...

Dini rant haline getirenler var

Bir internet sitesinde aleyhimde bir sürü karalamalar gören Hollanda’dan Emrah Gedik, bu duruma üzüldüğünü belirterek diyor ki: “Bu insanların amaçları ne? Sizin görüşlerinizde hata yok, yalan yok, uydurma yok. Sadece Allah için insanlara doğrusunu anlatmaya çalışıyorsunuz.” Kendisine cevabım şudur: Ne yapalım bu benim kaderim. Dini rant haline getirmiş insanlar şimdi değil, yıllardan beri bana saldırıyorlar. İnsanlara Kur’ân’ın dinini anlatmaya çalışıyorum. Onlar ise yalanı, dolanı Peygambere iftirayı din yapıp insanları zehirliyorlar. Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri’nin üç asır önce Malkaralılardan çektiği eziyet üzerine söylediği söz benim dururuma da çok uymaktadır: “Keyfe yuflihu kavmun vecedu karinen yunasıhuhum. Fe zannu ennehu karnun yunatıhuhum: (Şu topluluk nasıl iflah olur ki kendilerine öğüt veren bir dost buldular. Onu kendilerine tos vuran bir boynuz sandılar).” Otuz yıldan beri bana sağcısı, solcusu, dindarı, din karşıtı saldırdı. İnsanlarla dalaşmak micazıma ters olduğu için kimseye cevap vermiyor, sadece onları Allah’a havale ediyorum. Şairin dediği gibi: “Er, yarın Hak Divanı’nda beli olur.”



Doğuma engel olmak

SORU: Hamileliği önlemek için kadınların tüplerini bağlatmaları dinen sakıncalı mı? Sağlık açısından zararlı mı? (Songül Reisoğlu)
CEVAP: Doğuma engel olmak, bunun için hap almak caiz olduğu gibi zorunlu bir sebep dolayısıyla doğumu önlemek üzere tüpleri bağlatmakta da sakınca yoktur. Aile çocuk yapmak istemiyorsa bunun tedbirini alabilir. Ancak rahimde döllenmiş bebeği düşürmek, kürtaj caiz değildir. Sadece annenin sağlığı açısından sakıncalı bir durum olursa üç aydan önce o da caizdir. Ancak tüpleri bağlatmanın sağlık açısından sakıncalık olup olmadığını jinekologlara sormanız gerekir.



Türkçe meal tavsiyesi

SORU: Türkçe mealli bir Kur’an-ı Kerim tavsiye edebilir misiniz? (İlhan Göçgün)
CEVAP: “Kur’ân-ı Kerim ve Yüce Meali” adlı eserimi tavsiye ederim. Bu eserimi Yeni Ufuklar Neşriyat, Nuh Kuyusu Cad. No: 365 Bağlarbaşı/Üsküdar/İstanbul, Tel: 0216 492 66 12’den temin edebilirsiniz.

Yazının devamı...

Alevi okurumun öğrenme isteği

SORU: Sizin yazdığınız ilmihalle şimdiki görüşleriniz farklı. Yeni yazdığınız ilmihaliniz var mı? Ben Alevi bir gencim. Bazı şeyleri yeni öğreniyorum. Sizin eserlerinizi nasıl temin edebilirim? (Eren Yılmaz)

CEVAP: Elbette benim görüşlerimde de araştırmalarım sonunda bazı değişimler oluyor. Bu da bilim adamları için doğaldır. Yeni İslâm İlmihali adlı eserimin son baskısı Yeni Ufuklar Neşriyat tarafından yapıldı. Tüm konularda en kapsamlı, ayrıntılı görüşlerim Kur’ân Ansiklopedisi adlı eserimdedir. 30 ciltlik bu eseri okumanızı, gerçek İslâm’ı buradan öğrenmenizi öneririm. İslâm’da Güncel Tartışmalar ve Görünmez Âlemin İzleri adlı eserlerimi de okumalısınız. Yüzden fazla eserim var. Tüm eserlerimi Yeni Ufuklar Neşriyat, Nuhkuyusu Caddesi, No. 365 Bağlarbaşı/Üsküdar/İstanbul adresinden temin edebilirsiniz. Tel: 0216 492 66 12 veya 13. Ayrıca www.yeniufuklarnesriyat.com adresinden istekte bulunabilirsiniz. Kitaplarım hakkında www.suleymanates.com adresinden de bilgi alabilirsiniz. Önyargıları aşıp konuyu bilimsel olarak öğrenme isteğinizden ötürü sizi kutluyor ve başarılar diliyorum.


Kan abdesti bozar mı?

SORU: Bir okurunuzun sorusuna verdiğiniz cevapta, “Kan çıktığı yeri geçip akmamışsa abdestiniz bozulmaz” diye yazmıştınız. Geçmiş yazılarınızdan, cinsel ilişki veya tuvalete gidilmesinin dışında abdestin bozulmayacağını belirtmiştiniz. Bu durumu net olarak açıklar mısınız? (Hüseyin Çağlayan)

CEVAP: Abdesti bozan şey büyük ve küçük tuvalettir. Kur’ân böyle söylüyor. Ama İslâm ilmihali dediğimiz kitaplar Kur’ân’a göre değil, birbiriyle çelişkili rivayetlere ve bu rivayetlere göre hükümler veren fıkıhçıların görüşlerine göre yazılmıştır. Onun için fıkıh ekolleri arasında pek çok görüş ayrılığı vardır. Bunlardan biri de kanamanın abdesti bozup bozmayacağı meselesidir.

Hanefi mezhebine göre kan çıktığı yeri geçip akmamışsa abdesti bozmaz ancak çıktığı yeri geçmiş ise bozar. Şafii’ye göre kan abdesti bozmaz. Okurum bana bütün mezheplerin görüşünü sormuştu. Ben de hepsini burada anlatmamın mümkün olamayacağını düşünerek Hanefi mezhebinin görüşünü vermekle yetinmiştim.

Yazının devamı...

İmrahor Vadisi elden gidiyor

Bana gelen bir e-mektupta, Ankara’nın nefes almasına yardım eden İmrahor Vadisi’nin kirletilmesine dikkat çekiliyor. Bu konuda Çevre ve Orman Bakanlığı’na gönderilen dilekçede belirtilen hususlar şunlar: “Hafriyat toprağı, inşaat ve yıkıntı atıkları, otomobil lastikleri, atık yağlar ve çeşitli evsel atıklarla vadi kirletiliyor. Bu konudaki şikâyetleri şimdiye kadar önemseyen olmadı. Bölgede bulunan tuğla fabrikaları ham madde temini için gölleri kurutuyor. Geçen yıl balık avlanan Gölcü Suyu şimdi bu atıklarla simsiyah ve kötü kokuyor. Gölleri besleyen yer altı suları da maalesef kirleniyor. Bölgede asbest içerikli çatı örtülü tesisler var. Henüz kirlenmemiş olan göller de tehlike altındadır. Sulak alanların Korunması Yönetmeliği uyarınca İmrahor Vadisi’nin bir an önce, koruma altına alınması gerekiyor.”

Sanayileşmeyle birlikte kentlerimizin güzelim bölgeleri, yeşil örtüleri bozuluyor. Tabiatın dengesini bozanlardan intikamının örneklerini çok gördük. Gölcük’te denizin doldurulmasıyla sözde kazanılan toprak üzerine yapılan apartmanları, tesisleri depremle birlikte deniz yuttu. Bursa’nın en güzel şeftali bahçeleri, tarım alanları fabrika binalarıyla doldu, betonlaştı. Yalova da artık 30 yıl önceki yeşil Yalova değil. Yurdumuzun cennet köşelerinden Ege kıyıları, Güllük ve Bodrum körfezleri de inşaatçıların, turistik otelcilerin tasallutundan kurtulamadı. Oralarda da doğal denge bozulmaya yüz tuttu. Her taraf tatilcilerin bir iki ay kalacakları evlerle doldu. Adım atacak yer yok. Tabii deniz kirleniyor. Üstüne üstlük bir de tam kıyıda, turistik otellerin yakınında kurulmuş olan balık çiftlikleri de denizi kirletiyor.

Fabrika yapacaksanız dağlık bölgelerde yapın, tarım topraklarına kıymayın. O toprakları bir daha kazanamazsınız. Binlerce yılda oluşmuş bu toprakları, güzelim manzaraları betonlaştırırsanız bir gün kuraklık, susuzluk, açlık, kıtlık sizin olmasa bile çocuklarınızın, torunlarınızın kapısını çalar. İmrahor Vadisi, derhal koruma altına alınmalı, dikilecek bir levhayla değil, yasal cezalarla kirletenlerin önüne geçilmelidir. Yoksa doğaya kıyanların cezasını ağır biçimde çekecek olan gelecek kuşaklar, bu vurdumduymazlığa seyirci kalmış olan sorumluları affetmez. Hz. Peygamber’in bir hadisinin manzumen mealiyle bu yazımı bitirmek istiyorum:

Kıyamet kopar görsen elinde de bir ağaç

Mümkünse dikmek için durmadan toprağı aç.

Yazının devamı...

Zulümle abat olanın sonu berbat olur

SORU: Bir arkadaşım, “Osmanlı’nın hatası, gittiği coğrafyalardaki toplumlara Türkçe’yi dayatmamış olmasıdır” dedi. Ona, dayatmanın İslâm’a aykırı olduğunu söyledim. Araplar da Talas savaşından sonra Türkler’e ve Çinliler’e Arapça’yı dayatmamışlar. Ama K. Afrika’da şu anda anadil Arapça’dır. Dinimizin hükmü nedir? (Ali Manisalı)

CEVAP: Rum Suresi’nin 22’nci ayetinde, “O’nun ayetlerinden biri de göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda, bilenler için ibretler vardır” buyurulmak suretiyle insanların dil ve renk farklılıklarının Allah’ın olağanüstü bir fiili olduğu belirtiliyor. Hucurat Suresi’nin 13’üncü ayetinde de insanların çeşitli uluslardan yaratılmış olması, Allah’ın yaratma yasası olarak gösteriliyor. Kur’ân, inanç değiştirmeleri için insanlara baskı yapılmasına müsaade etmediği gibi Allah’ın yaratışına müdahaleyi de şeytan iğvası olarak tanımlamaktadır (Nisa: 119). Şimdi Allah’ın olağanüstü bir fiili olan dile müdahale, Allah’ın doğal yaratma yöntemine müdahale sayılır. Bu, asla caiz değildir. İşte bunun için Müslümanlar, insanları ne din ne de dil değiştirmeye zorlamamışlardır.

Kuzey Afrika’da Müslümanların, dil değiştirmek için halka baskı yaptıkları kanaatinde değilim. Çünkü oraya Müslümanlar büyük ordularla gittiler ve bölgeye yerleştiler. Bu orduların ardından oluk oluk halk buralara göçtü. Berberce konuşan halkla Arapça konuşan halk yan yana yaşarken elbette resmi dil, devleti yönetenlerin dili olan Arapça’ydı. Halk arasında da din dili olan Arapça git gide yayılarak aslında Arap olmayan geniş halk kitleleri de bu dili konuşmaya başladı. Fakat bu zorlama veya baskıyla değil, doğal biçimde oldu. Ama hâlâ Cezayir’in içlerinde yaşayan Berber kabileler kendi dilleri olan Berberce konuşuyor. Osmanlı’nın gittiği ülkeler ise bir yandan Arapça konuşan Müslüman ülkeler, bir yandan da Avrupa dillerini konuşan Hıristiyan ülkelerdi. Osmanlı, insanların dinine ve diline müdahale etmemekle İslâm’ın ruhuna uygun hareket etmiştir. Zaten dil değiştirmeye zorlamış olsaydı insanlar alıştıkları dil gibi temel değerlerini kolay kolay bırakamaz, isyan ederlerdi. Hiçbir rejim baskıyla devam edemez. Zulümle abat olanın sonu berbat olur.

Yazının devamı...

“Hz. Muhammed’i anlatmaya dil gücüm yetmedi”

DÜNDEN DEVAM

Fikret Bey, mesnevisini Peygamberimiz’le bitirmektedir. Ancak burada dikkati çeken bir şey var. Hz. İsa’yı sekiz sayfada anlatmışken Hz. Peygamber’e sadece bir sayfa ayırmıştır. Bunun sebebini de kendisi belirtmektedir:

Onun evsafını andıkça dilim

Tutulup der: Buna kadir değilim.

Hz. Muhammed’i anlatmaya dil gücünün yetmediğini “Acze bend eyledi zira gücümü” dizesiyle de onu anlatırken acizlikten dilinin tutulduğunu söylüyor. Son Peygamber hakkında ancak birkaç mesnevi söyleyip, kendisinin onu anlatamayacağını vurgulayan Fikret Bey, Mevlid sahibi Süleyman Çelebi’nin, onu en güzel biçimde anlattığını vurguluyor. En iyisi bu konuda sözü Çelebi’ye bırakmak olduğunu belirten Fikret Memişoğlu hemen besmele çekip Mevlid’i okumayı öneriyor:

HAZRET-İ MUHAMMED

Bes Muhammed ulu peygamberimiz

Anılıp onca biter ezberimiz

Gönül açmak gerek en sonra ona

Böyle ancak erişir kıssa sona

Onun evsafını andıkça dilim

Tutulup der: “Buna kadir değilim.”

Enbiya tesbihinin son düğümü

Acze bendeyledi zira gücümü

Onu tavsif eden ancak biri var

Okunur “Mevlid” i son asra kadar

Yanan aşk uğruna pervane gibi

Mevlid üstadı Süleyman Çelebi

Ona denk aşk ile söz söylenemez

Bunu idrak eden örnek denemez

Acizim, artık anınçün ne deyim

Çelebi’ye sözü terk etmedeyim

Edelim böylece biz hatm-i kelâm

Besmeleyle kılalım ana devam.







Dua ve sadaka

OKURUM Suat Güzel, “Okunan duaların, Kur’ân’lar’ın veya dağıtılan yemeklerin ölenin ruhuna bir faydası olur mu?” diye soruyor. Cevabım şudur: Eğer yapılan duaların ve verilen sadakaların ölenin ruhuna fayda sağlamasaydı Peygamberimiz ölmüşlerin ruhuna dua etmezdi, cenaze namazı da kılmazdı. Çünkü cenaze namazı, ölenin bağışlanması için duadan ibarettir.

Yazının devamı...

Nebiler Mesnevisi

211957-1960 yılları arasında lise çağlarında edebiyat derslerimize avukat Fikret Memişoğlu girerdi. Kendisi Elazığ’ın yetiştirdiği üstün yetenekli bir şairdi. Aruz vezniyle yazdığı şiirleri, Yahya Kemal Beyatlı’nın üslup ve sanatını aratmayacak çaptaydı. Bize de edebiyat ve şiir zevkini bu merhum hocamız verdi. Önce hakimlik sonra avukatlık yapan 1915 doğumlu Fikret Memişoğlumış, 20 Temmuz 1968 yılında hayatını çok sevdiği Elazığ’da noktaladı. Bu değerli hukuk adamı Elazığ kültürüne ve folkloruna da büyük katkılar sağladı. Burada onun manzum olarak yazdığı ve kendisinin vefatından sonra basılan Nebiler Mesnevisi’nden söz etmek istiyorum. Oğlu Güçmen Memişoğlu’nun takdimiyle 31 Ocak 2007’de basılan Nebiler Mesnevisi’nde 28 peygamberin kıssası akıcı bir nazım üslubuyla anlatılır. Şiirleştirdiği peygamber kıssalarını, İslâm kaynaklarına uygun olarak anlatıyor. 73 sayfalık mesnevide tabii ki ilk diziyi Hz. Adem kıssası oluşturur. Adem kıssasını şöyle anlatır:

Hazret-i Adem nebiler ilkidir

“Bir” diyen ilkin, odur “Allah bir”

Sonra Havva’dır bir Allah bir diyen

Birdir Allah, birdir illallah diyen.

Kıssadan almak dilersez hisse, siz

Kalp açın saf aşka, safi hisse, siz

Var edip Allah, yoktan âlemi

Sade balçıktan yaratmış Adem’i.

Cisme can olmak için ruh üflemiş

“Hep melekler secde kılsınlar” demiş.

Secde etmiş hep melekler Adem’e

Tek bir iblis uymamış ol akdeme

Kibri amma kovmuş Uçmak’tan onu

Mefsedet fettanı olmuş en sonu.

...

Adem-ü Havva’dan olmuş hep ikiz

Her karında, hem bir oğlan hem de kız

Evvela Kabil ile kız kardeşi

Sonra da Habil ile kız kardeşi.

Hiçbiri eş tutmamış öz kardeşin

Gayrı bir batnından almış aşk eşin

Kabil’in kız kardeşi aydan güzel

Habil olmuş ana âşık ta ezel.

Sonra kan akmış nedense toprağa

Hep sarartı düşmüş öksüz yaprağa

Çünkü etmiş ins-ü cin şeytana meyl

Kanla yoğrulmuş cihan va veyl-ü veyl

Abd için afv-ü duadır farz olan

Gayri sevda, gayri hep gerçek yalan.

Yirmi bir batna kadar Havva’nın

Hep ikizden doğan evladı anın

Hazret-i Şit göz açıp tek doğdu

Gözlerin nur-i nübüvvet oğdu.

Yazının devamı...

Allah kadına analık özelliğini lütfetmiştir

DÜNDEN DEVAM
İslâm’da aile reisi erkektir. Ailede karı kocanın birbirleri üzerinde karşılıklı hakları bulunduğunu ancak erkeğin hakkının bir derece fazla olduğunu belirten Kur’ân (Bakara 228) bu hakkın, insanlardan kiminin, bazı bakımlardan ötekinden yetenekli olmasından ve evin geçimini erkeğin sağlamasından ileri geldiğini söyler (Nisa: 34). Bunun, bir cinsin ötekine üstünlüğüyle ilgisi yoktur. Bazı işlerde kadın bazılarında ise erkek daha yeteneklidir. Ama insanlık açısından Allah huzurunda eşittir. Erkekte genelde fizik güç, kadında ise sevgi, şefkat daha ağırlıklıdır. Allah kadına analık özelliğini lütfetmiştir. Analık; sevginin, şefkatin, himayenin kaynağıdır.

Onun için “Ana gibi yar olmaz” demişler. Ailede dirlik ve düzenliğin korunması ve sürdürülebilmesi için karşılıklı sevgi ve saygı esastır. Bunun için Kur’ân, ailede kocanın yasal sözlerine itaati öngörür: “Kadınlar size itaat ederlerse onlar aleyhine bir yola başvurmayın” (Nisa: 34). Ahzab Suresi’nde Peygamber’den dünyalık istemeye başlayan kadınlara öğütler verildikten sonra, “Ey Peygamber hanımları, namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin” buyurulmaktadır. Bu ayette Peygamber eşlerine, kocaları olan Peygamber’e itaat etmeleri emredilmektedir.

Şimdi bu hadisin ayetlere ters düşen neresi var? Ayetlerde ne söyleniyorsa hadis de biraz daha ayrıntılı olarak aynı şeyi söylüyor. Aile içinde karşılıklı sevgi yanında kadının kocasına, çocukların anne babalarına, astların üstlerine, askerlerin komutanlarına itaati kölelik değil, erdemdir. Dairede memurun, yasalar uyarınca amire itaati kölelik değildir. Okulda öğrencilerin öğretmenlerine ve okul yöneticilerine yasa ve yönetmelikler uyarınca itaat ve saygısı kölelik değil erdemdir. Yönetimde yöneticiye itaat kölelik değildir. Bunlar toplum düzeninin gereğidir. Aksi takdirde herkes kendi başına buyruk olur. Kimse kimseyi saymazsa düzen, intizam, disiplin diye bir şey kalmaz. Kadın kocasına saygılı, koca da hanımına şefkatli, koruyucu olur. Peygamberimiz, kadınlara kaba davrananların leim (kötü) kişiler olduklarını vurgulamıştır. Elbette hadislere çok uydurma sözler karışmıştır ama bunların değerlendirilmesi için hadisin söylendiği şartı, olayı, hadisi aktaran ravi zincirinin sağlamlığını ve bunlardan da daha önemli olarak hadisin Kur’ân’la örtüşüp örtüşmediğini çok iyi bilmek gerekir. Bu ise büyük uzmanlık, derin bilgi yanında yorucu bir çaba (ictihad) ister. Rastgele herkes bir çırpıda dinin ikinci kaynağını reddederse ağır manevi sorumluluk altına girer.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.