Şampiy10
Magazin
Gündem

Allah yaptıklarından sorumlu değildir

SORU: Sayın hocam saygılarımı gönderiyorum. Ben bir öğretmenim. Sosyal demokrat düşüncede bir insanım. Bu kâinatı yaratan yüce varlığa inanıyorum fakat sevgili hocam dünyada gününü gün eden, bolluk içinde yaşayan, hiçbir sağlık problemi olmayan rahat insanlar var.

Diğer taraftan açlıktan ölen, fakirlik çeken, ENGELLİ DOĞAN YA DA SONRADAN OLAN insanlar var. Benim yeğenim bunlardan biri. Doğuştan kanser. Şu anda tekerlekli sandalyeye mahkum küçücük bir çocuk. Ve yapabileceğimiz hiçbir şey yok. İçim çok yanıyor hocam. Sormadan edemiyorum. Neden? Madem bu dünyaya bir kere geliyoruz neden böyle kimi sefa sürerken kimi derin acılar çekiyor?

Saygıdeğer hocam sizden bir ricam daha olacak. Siz bir profesörsünüz, size saygı duyuyorum ama bu konuyu dünya sınav yeri kavramıyla açıklamazsanız çok memnun olurum. Hasan YILDIZ

CEVAP: Efendim ben dünyanın, yaratılışın içyüzünü bilen bir insan değilim. Biz varlıkların görünen kısmını biliyoruz ve hükümlerimiz, algılarımıza göredir. İnsan şu canlılar aleminin en değerlisidir.

Yaratan onu, kendisi adına evreni şenlendirsin, geliştirsin, kendisini de tanısın diye görevlendirmiştir. Ama insanların kimi dünyada çok mutlu, kimi mutsuz. Kimi çok sağlıklı, kimi sağlıksız, kimi ülkeler de öyle.

Afrika’nın susuz ve besinsiz ülkeleri yanında Avrupa’nın zengin ülkeleri de var. Niye onlar öyle yoksul, niye bunlar böyle zengin? Kur’ân’da bir âyet var: “Allah, yaptıklarından sorumlu değildir.” (Enbiyâ: 23) Sorumluluk yaratıklara özgü.

Yazının devamı...

4. Mertebe nedir?

Hocam, İslâm’da 4.mertebe nedir? Rüyamda 4. mertebeden silah sesi geldiğini duydum. Ve pencereden baktığımda her yer mezardı. Çok inançlı biriyim ama ibadet konusunda fakirim. Bir ara namaza başladım ama bıraktım. Eskiye nazaran daha az Kuran okuyorum ama her gün ölmüşlerimize mutlaka Fatiha ve İhlas okurum. Evet bunlar kul olmak için yeterli değil biliyorum ama imanım çok fazla. İnşallah bir gün ben de layık bir kul olurum. Gülşen Arkant.

Cevap: Benim okuduklarımda İslâm’da 4. mertebe diye bir şey yoktur. Ama İslâm tasavvufunda nefsin yedi mertebesinden söz edilir. Bunlar Nefs-i emmâre, nefs-i Levvâme, nefs-i mülheme, Nefs-i Mutmainne, nefs-i râziye, nefs-i marziyye, nefs-i kâmile. Birinci mertebe nefsin kötülükler emreden düzeyidir. Bu durumda insan şehvet, kapris tutkunudur. İkinci mertebede nefis yine hatâlar işler ama ara ara pişman olur, tevbe eder, yine bozulur. Üçüncü mertebede nefis biraz daha olgunlaşmış, artık manevi âlemden ilham alır duruma gelmiştir. Dördüncü mertebe, nefsin iyilikte istikrara kavuşma halidir. Artık o kimse Allah’ın seçkin kulları arasındadır. Bundan üstü ise olgunluğun daha üst kademeleridir. Son kademe Hz. Peygamber’in bulunduğu mertebedir. O mertebede bulunan Peygamber Aleyhisselâm’ın temsilcisi durumundadır.

Gelelim ölülere Fatiha ve duâ okumalarınıza. Ölülerinize istediğiniz gibi duâ edersiniz. Elbette duâ edilmesi, Kur’an okunması ölmüşlerin ruhunu şad eder ama duâ ile bir kimsenin temel kimliği değişmez. Maalesef kimi bayanlar dini ölülere duâ etme, ya da türbelere gidip yalvarma haline indirgiyorlar. Ama İslâm bu değildir. Ölmüş olanlar zaten yerlerini bulmuşlardır. Sizin duânızla haklarındaki İlâhî Mahkemenin kararı değişmez. Âhiret hayatını canlandıran şu âyetleri iyice bir düşünün:

“O gün inanan erkekleri ve inanan kadınları ışıkları, önlerinde ve sağlarında koşar durumda görürsün. (Kendilerine): ‘Bugün müjdeniz, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacağınız cennetlerdir.’ (denilir). İşte büyük başarı budur! O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (cennete gitmekte olan) mü’ minlere derler ki: ‘Bize bakın da sizin nurunuzdan yararlanalım.’ Onlara: ‘rkanıza dönün de nur arayın!’ denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet vardır, dış yönünde de azâb.” (Hadîd Suresi: 12-13)

Yazının devamı...

Mutasavvıflar evreni Allah’ın görüntüsü kabul etmişlerdir

DÜNDEN DEVAM
İbn Arabi’ye göre varlık bir daire oluşturur. Bu daire, Allah’ın bir görüntüsü veya O’nun aynıdır. Dairenin merkezi Allah’tır. Başında ilk akıl vardır. Bu, bütün yaratılanların aslıdır. Her şeyin sureti, tasarısı bunda vardır. İlk akılda bulunan suretler, şekillere konularak çeşitli varlıklar yaratılmaya başlamıştır. Böylece yaratma devam edip insan türüne gelmiş ve en son insan yaratılmıştır. Varlık dairesinin sonunda insan bulunmaktadır. İnsanla varlık dairesi tamamlanmış ve nasıl dairenin sonu, başıyla birleşirse insan da akılla birleşmiştir. Başında akıl, sonunda (başa birleştiği noktada) insan bulunan bu dairenin, iki ucu arasında kalan kısmında diğer varlıklar vardır. Nasıl dairenin merkezinden çıkan hatlar, çevrenin her noktasına aynı uzaklıkta ise bütün yaratıkların da Allah’a münasebeti öyledir. O’nda değişiklik olmaz. Dairenin çevresindeki her nokta, nasıl merkeze bakarsa bütün yaratıklar da öyle Allah’a bakar, O’nun verdiğini kabul ederler (Fütuhat: 1/162).

Bu konunun ayrıntısı için “İslâm Tasavvufu” adlı eserimi okumalısınız. Şunu vurgulamak gerekir ki bu felsefenin büyük temsilcileri görünen İslâm mutasavvıfları, her şeye “Allah” dememişler ancak evreni Allah’ın görüntüsü, gölge varlık kabul etmişlerdir. Allah ise gerçek varlıktır. Asıl varlık O’nun varlığıdır. Varlığı kendisindendir, başka bir varlığa dayanmaz. Yaratıkların varlığı ise O’nun varlığına dayanır. İbn Arabi de talebesi Konevi de her şeye “Allah” deyip din kurallarını boşlayanları şiddetle kınarlar ve “zındıklıkla” suçlarlar. Aslında bu felsefe, insana emir ve yasak boyunduruğundan kurtulma kapısını açmaz. Öyle olsa hırsızla, katille veli bir tutulur. Evet iyilik ve kötülüğün failleri güçlerini O’ndan alırlar ama Allah iyilik yapandan memnun olur, ötekini de cezalandırır. Evrendeki çeşitlilik, Allah’ın isim ve sıfatlarının çeşitliliğinden kaynaklanır. Allah’ın rahmet sıfatı yanında gazap sıfatı da vardır. Nafi (yarar veren) sıfatı yanında darr (zarar veren) sıfatı da vardır. İşte evren böyle alternatifli sıfatların görüntüsüdür. Yaratıkların kimi Allah’ın yarar veren sıfatına, kimi de zarar veren sıfatına ayna olmuştur.

Yazının devamı...

Vahdet-i vücut (varlık birliği)

Bir okurum “Vahdet-i vücud düşüncesinin doğrusu nedir” diye soruyor. Cevabım şudur: İslâm tasavvuf tarihinde vahdet-i vücud (varlık birliği) fikrini sistemleştiren mutasavvıf Muhyid-din İbn Arabi’dir. İbn Arabi’ye göre varlık, bir tek hakikatten ibarettir. Çeşitlenme ve çoğalma, dış duyuların oluşturduğu bir görüntüden ibarettir. Allah, kesin varlıktır. O’nun varlığının sebebi yoktur. O, kendi zatıyla vardır. Biz O’nun varlığını biliriz ama zatının hakikatini bilmek mümkün değildir. Allah bizi şu belirli biçimlerde yaratacağını, ezelden beri biliyordu. Eğer bizi bu şekilde bilmeseydi yaratmazdı. Bu biçimi başka yerden de almadı. Çünkü kendisinden başka bir varlık yoktu ki oradan alsın. Demek ki kendi bilgisinde bizim bu biçimimiz, düşünce halinde vardı. Bu düşünce sonradan gelmiş olamaz. Çünkü Allah’ın zatında ve bilgisinde değişim olmaz. Bizi ezeli bilgisiyle böyle bilmişti. O halde biz, bilkuvve (potansiyel olarak) O’nda vardık. O’nun bizi bilmesinin aynısı olan bizim misalimiz (düşünce halindeki varlığımız, bir başka deyişle Allah’ın bizim hakkımızdaki bilgisi), kendi kıdemiyle kadim(öncesiz)dir. Çünkü bilgi O’nun sıfatıdır. Sıfatı da ezeli(öncesiz)dir. Allah, bizi yaratacağını sonradan bilmiş olamaz (Fütuhat: 1/153-154).

Allah bu evreni, isimlerini açığa çıkarmak için yaratmıştır. Çünkü makdursuz kadir, verme olmadan cömertlik, beslenen kimse olmadan rızk vericilik, yardım edilen bir şey olmadan yardım edicilik, rahmet edilen biri olmadan rahmet edicilik etkisiz kavramlardır (Fütuhat: 1/155). İbn Arabi’ye göre kâinat, Allah’tan çıkmıştır. Fakat Allah ile aynı mahiyette değildir. Mümkün varlıklar, önce yokken sonradan Allah’tan sadir olmuştur. Fakat bunların, parçanın bütünden ayrılışı gibi bir ayrılışla var olduğu düşünülemez. Zira o takdirde bunlar varlıktan varlığa çıkmış ve böylece ezelde kendi kendisiyle kaim bir varlığa sahip olmuş olurlardı. Tanrı’nın zat ve mahiyetine zarar vermemek için evren, Allah’ın ilk tecellisinden oluşan ilk akla dayandırılmıştır. İlk akıl tektir. Ancak yapısında çokluk yeteneği vardır. Bütün varlıkların suretlerini (idelerini) kendinde taşır. Buna kâinatın ilkesini oluşturan levh-i mahfuz da denir.

DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Allah’ın lütfunun sınırı yoktur

SORU: “(100) Sur’a üflendiği zaman artık o gün aralarında soylar yoktur ve (insanlar birbirlerine soylarını) sormazlar. (101) Kimlerin (eylemlerinin) tartıları ağır gelirse işte onlar kurtuluşa erenlerdir. (102) Kimlerin tartıları hafif gelirse işte onlar da kendilerini ziyana sokanlar, cehennemde sürekli kalanlardır (Muminun Suresi).” Sizin çevirinizden aldığım bu ayetlerde insanlar iki gruba ayrılmış. Tartısı hafif gelenler ve ağır gelenler. Bu ayetler inananlar için mi yoksa inanmayanlar için mi? İnananlar içinse Müslüman olarak ölenlerin de tartısı hafif geldiğinde cehennemde sürekli kalacağı belirtiliyor. İnanmayanlar içinse tartıları ağır geldiğinde onların da cennete gideceği ortaya çıkıyor. Ayetin orijinalinde geçen “khulûd” ne anlama geliyor? Sizin bir yazınızda belirli bir arınmadan sonra cehennemden çıkılacağını okumuştum. Öyleyse bu süreklilik ne?

CEVAP: Ahirette Allah, kullarını ruhlarının durumuna göre değerlendirir. Ruhları arı, günahlardan uzak olanların sevap kefeleri ağır basar. Yani onlar iyi kişilerdir, cennetlik insanlardır. Ruhları günah kirleriyle dolu olanların sevapları hafif gelir, onlar da cehennemliktir. Ama cehennem sonsuz olamaz. Çünkü sonsuz azabın amacı yoktur. Cezanın amacı intikam değil ıslahtır, ruhu günah kirlerinden arındırmaktır. Her günahkâr günah derecesine göre bir zaman cezaevinde kalır. Günah kirlerinden arınırsa oradan çıkarılır. Allah kullarını yakmaktan hâşâ zevk almaz.

“Khulûd” sonsuzluğu değil, çok uzun süreyi ifade eder. Nebe Suresi’nde de suçluların cehennemde ahkab (yani çağlarca) kalacakları bildirilir. Çağlarca da olsa bunun sonu vardır. Zaten Kur’ân bir yerde cehennem azabını “akim” yani kısır azap, sonu kesik azap diye niteler. Ama cennet nimetleri “mukim” yani kalıcıdır. Sebebi şu: Azap, işlenen suçun cezasıdır. İşlenen suçla ona verilen cezanın denk olması adaletin gereğidir. Allah mutlak adalet sahibidir. Suça, gereğinden fazla ceza vermek zulümdür. “Allah, kullara zulmedici değildir” (Enfal: 51). Allah’ın rahmeti gazabına baskın olduğuna göre suçlu ne kadar ağır suç işlemiş de olsa sonsuzca azap O’nun adalet ve rahmet sıfatlarına aykırıdır. Ama cennet Allah’ın lütfudur. Allah’ın lütuf ve ihsanının sonu, sınırı yoktur.

Yazının devamı...

İlahi yasa, yüce Allah’ın vahyidir

SORU: Bir yakınım gazetedeki köşenizde sizin, “En sahih hadis kitabı Buhari’ninkidir. Onun da içindekilerin yüzde 80’i uydurmadır” diye yazdığınızı söylüyor. Böyle bir tespitiniz var mı? (Mustafa Çolak)

CEVAP: Ben “Buhari hadislerinin yüzde 80’i uydurmadır” diye bir şey yazdığımı hatırlamıyorum. Yazmışsam bu görüş hatadır. Görüşüm şudur: Buhari’nin kitabı derleme bakımından, o zamana göre en titiz yöntemle tespit edilmiştir. Ama hadis rivayetinin zayıf tarafı hadisi aktaran ilk kaynağın yani sahabilerin “udul” sayılması yani eleştiri dışı tutulmasıdır. Oysa sahabilerin kendileri böyle bir usulü kabul etmemişlerdir. Hz. Ömer, Peygamber’den söz aktaran birçok arkadaşını (sahabiyi) yalancılıkla suçlamış ve onların sözünü kabul etmemiştir. Bunların başında Ebu Hüreyre gelir.

Biz insan faktörünü, insanın unutabileceğini, yanılabileceğini, hatta bazen doğru birinin de psikolojik durum gereği Peygamber sözünü kendi inancı doğrultusunda aktarabileceğini hesaba katmıyoruz. Bu yüzden hadis rivayetleri içine Peygamber’e ait olmayan birçok söz katılmıştır. Bu bakımdan asıl din Kur’ân’dır. Hadis de onun açıklayıcısı, yönetmeliği durumundadır. Eğer Kur’ân’ın özüne aykırı değilse, Kur’ân’ın yasaklarına ilave yasaklar katmıyorsa o zaman İslâm’ın ikinci kaynağıdır. Ama Kur’ân’a ters düşüyorsa, Kur’ân’ın kolay dinini zorlaştırıyorsa kimin eserinde olursa olsun o sözü Peygamberimizin kesin sözü olarak kabul edemeyiz.

Çünkü Kur’ân, Peygamber’in kendisine gelen vahyi değiştiremeyeceğini, buna yetkisi olmadığını (Yunus: 15), böyle bir şey yaptığı takdirde kendisinin sağ elinin felç edileceğini (Hakka: 44-47), kendisine yaşamın ve ölümün kat kat azabını tattırılacağını (İsra: 75) vurguluyor. Her zaman söylüyorum, Kur’ân yasadır. Hadis onun yönetmeliğidir. Yönetmelik yasaya aykırı olamaz. Aykırı olduğu takdirde yasa değil, yönetmelik değiştirilir. Çünkü yönetmeliği ağızdan ağıza aktarılan sözler oluşturuyor. Kaynağı da temelde beşeridir. İlahi yasa Allah’ın vahyidir. O vahiy, inince yazılmış ve bize yazılı olarak gelmiştir. Ağızdan ağıza söylene söylene yuvarlanan kartopu gibi büyümemiştir. Olduğu gibi kalmıştır. Ayrıca kaynağı beşeri değil, ilahidir. Beşeri kaynak, ilahi kaynağı nasıl hükümsüz bırakabilir? Benim hadis hakkındaki düşüncem budur.

Yazının devamı...

Yiğitlik tasavvufta yüksek mertebedir

DÜNDEN DEVAM
Türk devletlerinde askeri teşkilat kendisini Hz. Ömer’e değil Hz. Ali’ye bağlar. Bunun sebebi de

Hz. Peygamber’in, Uhud’da canını Peygamber’e siper ederek Zülfikar adlı kılıcıyla onu savunan Hz. Ali için, “Ali’nin üstüne feta (yiğit) yoktur. Zülfikar’ın üstüne de kılıç yoktur” sözüdür

(Taberi, Tarih: 3/27). Abbasi halifesi Nasır Lidinillah’ın (1180-1225), yiğitlik sembolü fütüvvet giysisini, bizzat dönemin büyük mutasavvıflarından Şeyh Abdülcebbar’ın elinden giymesiyle fütüvvet şalvarı kuşanma gelenekleşmiş, birçok emirlere ve devlet adamlarına fütüvvet payesi verilmiştir. Feta yiğit, fütüvvet yiğitlik demektir. Nefsin kötü arzularına karşı direnme, her türlü iyiliği, güzel ahlakı uygulama yolu olduğu için fütüvvet, tasavvufta yüksek bir mertebedir, fetaların yani erlerin yoludur. Bu manada Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler birer feta kabul edilmiştir. Cenabı Hak, İbrahim Aleyhisselam’a feta unvanını verdiği gibi (Enbiya: 60) puta tapmamak, tek Allah’a kulluk etmek için kavimlerinden kaçıp mağaraya sığınan Ashabı Kehf’e de fityeh

(fetalar) demiştir (Kehf: 10, 13).

Gönüllüler ordusu

Fütüvvet sahibi olan kişi, malını dostlarına verdiği gibi mevkiini dahi verir. Bu konuda derin bilgi için Sülemi’nin tarafımdan yaklaşık 35 yıl önce yayınlanmış olan “Fütüvvet Kitabı”nı okumanızda yarar vardır. Aslında bu cereyanın ribatlarla da ilgisi vardır. Sınır boylarında mücahitler evi olarak yapılan ribatlarda kalanlara murabıt denilir.

Murabitun (murabıtlar) genellikle gönüllülerden oluşurdu. Birçokları belli bir zaman cihat görevini yaptıktan sonra yurtlarına döner, başkaları onların yerini alır, böylece yılda birkaç kez törenle mürettebat değişimi olurdu. Düşman saldırısı karşısında mürettebat, civarda eli silah tutan erkeklerle takviye edilir ve bunlar davul çalınarak toplanırdı. Ribatta hayat, nöbet tutmak, askeri eğitim yapmak ve ibadetle geçerdi. Murabıtlar, saygın bir şeyhin yönetimi altında ibadetlerle şehit olmaya hazırlanırlardı.

Yazının devamı...

Türk devletlerinin kuruluşunda tasavvuf büyüklerinin etkileri

SORU: “Deliler”, Osmanlı ve dünya askeri tarihinin en ilginç ve en göz alıcı askeri sınıflarından biridir. Bu askeri kuvvetler genellikle iriyarı, cesur ve pervasız kişilerden oluşturulmuş, akıncılara benzeyen hafif atlı birliklerdi. İnanılmaz cesaretlerinden, düşmana tereddütsüz saldırabilmelerinden, gözlerini budaktan esirgemeden hayatlarını hiçe saymalarından dolayı kendilerine “Deli” ismi verilmiştir. Deliler, ocaklarını halife Hazreti Omerul Faruk’a mensup addetmişlerdir. Kaderde ne varsa onun gerçekleşeceği inancıyla hareket eden “Deliler” adlı bu askeri sınıf 19’uncu yüz yılda kaldırılmıştır. Size sormak istediğim sorular şunlar: 1- Gelenek olarak Türk devletlerinde, bir asker ocağını bir din büyüğüne bağlamak yaygın mıydı? Bu ne anlama geliyordu? 2- “Deliler”, ocaklarını halife Hazreti Ömerul-Faruk’a mensup addetmişlerdir. Bunda, Hz. Ömer’in adalet ve cesaretiyle ünlü birisi olmasının etkisi var mıydı? Yalnız “Deliler”in adalet diye bir kavramları yoktu. Nasıl bir ilişki kurmuş olabilirler? (Abdullah Turhal)

Manevi destek veriyorlardı

CEVAP: Doğrusunu isterseniz ben askeri tarih konusunda uzman biri değilim. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki özellikle Türk devletlerinin kuruluşunda tasavvuf büyükleri etken rol oynamışlardır. Osman Gazi’nin manevi destekçisi Şeyh Edebali’dir. Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad da Mevlana’nın babası Sultan-ı Ulema Bahauddin Veled’den feyz almıştır. Timurlenk (Topal Demir) diye ünlenen bir diğer Türk hükümdarı da yine büyük bir mutasavvıfa bağlıydı. Kendisi, vasiyeti üzerine Semerkand’da, başı hocasının ayakları altına gelen bir türbe içinde yatmaktadır. Osmanlı ordusu olan Yeniçeri Ocağı da Hacı Bektaş-i Veli’ye bağlanır. Elbette Hacı Bektaş’ın, Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuyla bir ilgisi yoktur ama Yeniçeri Ocağı’nda Hacı Bektaş’tan feyz almış erenlerin nefesleri vardır. Askeri teşkilata tasavvufi bir yön verilmesi, bu teşkilatın fütüvvetle ilişkilendirmesiyle başlar.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.